3 Kasım 2021 tarihinde yayınlanmıştır.
Soru : İlâhiyatçılar, imtihanın ma'nâ ve ehemmiyetinden bahsederler. Bilinmekdedir ki İslâmiyet'de, her sözün ve hükmün mutlakâ bir sebebi ve maksadı vardır. Çok mühim bulunan imtihandaki maksad nedir?
Cevap : Bu imtihandaki asıl maksad ve hikmet, kulun kendi kendini bilmesi ve öğrenmesidir. Çünkü biz, genellikle kendimiz hakkında tarafsız ve objektif değiliz. Kendimizi zorlasak da olamayız. En şerîrlerimiz bile, kendisini sütden çıkmış ak kaşık kabûl eder. Cenâb-ı Hakk, kulunu kendi kendisine tanıtmayı murâd etdiği için onu çeşitli imtihanlara tâbi tutar. Buna her kulun ihtiyâcı vardır. Zîrâ her şeyin kalitesi ancak böyle bir deneyden sonra ortaya çıkar. Denenmemiş, yani kalite kontrolünden geçmemiş bir malın dünyâ pazarlarında yeri olmadığı gibi, imtihandan geçmemiş bir kulun da cennetde yeri hazır değildir. İşte bundan dolayı ameller, iş ve eylemler hassas terâzilerde tartılacak. Günahlar ve sevâblar zerre miktarda olsa bile tartıya girecek ve hesâba katılacak.
İnsân, hür doğmuşdur. Bu dünyâda yaşayacağı hayâtı tercîh etmekde de tamâmen hür bırakılmışdır. Hattâ ahretde, cennet ve cehennemi tercîh etmekde da serbest bırakılmışdır. Hak etdiği yerin belirlenmesi, yapılacak imtihan ile kesinleşecekdir.
Soru : Tercih meselesinde şüphe yok diyorsunuz. Dünyâ hayâtında insânoğlunun başına gelen musîbet ve belâlardan bahseder misiniz?
Cevap : Başımıza gelen olayların kendisi o kadar önemli değildir. Önemli olan, bizim ona nasıl bir tepki verdiğimizdir. Yani niyetimiz ve algılama tarzımızdır. Allah, kullarını birtakım belâ ve acılarla imtihan eder. Sabredip cehd ve tevekkül gösterenler, selâmete ererler ve büyük mükâfatlara nâil olurlar. Şunu hiç göz ardı etmemek gerekir ki her büyük başarı, büyük çaba ve sıkıntıların sonucunda elde edilir. "Sabrın sonu selâmetdir" sözü boşuna söylenmiş değildir. Bizi hamlıkdan kurtarıp pişiren, rûhen geliştiren ve olgunlaştıran üç şey vardır. Birincisi Allah'a ibâdet, ikincisi insânlara iyilik ve hizmet, üçüncüsü de yüce değerler uğruna çekilen çile ve zahmetdir.
Soru : İbâdet, hizmet, zahmet. Güzel bir üçleme. Hocam, çekilen çileler, ibâdetden sayılabilir mi?
Cevap : Unutmamak gerekir ki bu dünyâda en çok çile çekenler, en ağır imtihanlara çekilenler nebîler ile velîlerdir. Onlar sıradan insanların aslâ tahammül edemeyecekleri çok ağır imtihanlardan geçdiler ve ondan sonra o yüce rütbelere nâil oldular. Kur`ân âyetleri onların hangi imtihanlardan geçerek o makamlara erdiklerini ayrıntılı olarak dile getirir. Onların yalnızca güzel hâlleri değil, çekdikleri çileler de bize birer örnekdir. Onların örnek hâlleri de gösteriyor ki büyük başarılar ancak çetin mücâdeleler sonunda elde ediliyor. Sorunuzun cevâbına gelince. Çilenin ibâdet olup olmadığını söyleyebilmek için önce çilenin ne olduğunu bilmek ve hangi niyetle yapıldığına bakmak gerekir. Onu kısa yoldan târif edip, "Evet, çiledir" demek yanlış olur.
Soru : Peki o hâlde çilenin tarifini lutfeder misiniz?
Cevap : Çile, insânı, çiğlikden ve hamlıkdan kurtarıp pişirmek, rûhen geliştirmek ve olgunlaştırmak için çekilen sıkıntıların, katlanılan zahmetlerin bütünüdür diye tarif edilebilir.
Soru : Dünyâ hayâtı zâten bütünüyle sıkıntı ve zahmet değil midir?
Cevap : Söylediğiniz doğrudur, dış görünüşüyle ve birçok yönüyle dünyâ hayâtı sıkıntılarla doludur. Kur, ân, "Biz, insânı elbette güçlüklere katlansın diye yaratdık" buyuruyor. Sıkıntı çekmeden, güçlüklere sabırla katlanmadan olgunluk kazanılmıyor. Fakat el bebek-gül bebek şartları içerisinde büyütülmüş, babadan-dededen kalanlarla hayât geçirenler de var. Onlar, dünyâyı bilmezler. Şâirin dediği gibi, "Cihan-ârâ cihân içindedir ârâyı bilmezler/Ol mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler".
Gâyet tabiîdir ki mesele sadece dünyâ hayâtının ne kadar zor ve çetin olduğunu anlamak değildir. Asıl anlamamız gereken şey, bizim bu hayât olayları içinde, nerede ve ne hâlde olduğumuzdur. Çilenin asıl amacı, hayâtı tanımakdan önce insânın kendi kendini tanımasıdır. Hayât olaylarının baskı ve sıkıntılarına karşı koyacak irâdeyi ve direnci kazanmasıdır. Hayât olaylarının akıntısına kapılıp gitmesini, eriyip kaybolmasını önleyecek kişiliğe ve olgunluğa erişmesidir. Dünyâ hayâtında acı çekmeyenler, yüreği yanmayanlar pişemezler, çiğ kalırlar. Ne yazık ki hamur, fırına girmeden ekmek olmaz. Çamur da ocakda pişmeden tuğla olamaz.
Şimdi aynı soruyu kendi kendimize tekrar soralım. Çekilen her çile ibâdet midir? Daha doğrusu, çile nasıl ve ne zaman ibâdet olur? Bizi olgunlaştıran ve kendi hakîkatimizle yüz yüze getiren sıkıntılar, çileden beklenen sonuçları bir ölçüde bize kazandırmış olsa dahi yine de ibâdet olmaz. İbâdet olabilmesi için niyet şartdır. Kul, kendi yanlışları yüzünden başına gelen belâ ve musîbetlere katlanıyor, sıkıntı çekiyor diye çile çekmiş ve ibâdet etmiş olmaz. Kişi, Allah'dan gelene hiç şikâyet etmeden katlanır ve sabır gösterirse o zaman çilesi ibâdet olur. Çile, kulun bütün maddî zevkleri elinin tersiyle itip birtakım yokluklara kendi gönül rızasıyla göğüs germesidir. Mesela halvete girip oruç tutması yâhud açlığa, susuzluğa tahammül edip riyâzat yapmasıdır.
Soru : Dünyâ nimetleri uğruna çekilen acılar, İslâmî ma'nâda çile değildir diyorsunuz.
Cevap : Değildir. Dünyâ nimetleri uğruna çekilen acılar, insânları kendilerine getirecek yerde, çoğu zaman daha da isyâna ve günaha sürüklüyor. İş dönüp dolaşıp geliyor, en sonunda niyete bağlanıyor. Velhasıl, niyetsiz ve hedefsiz çekilen sıkıntılar çile olmuyor ve ibâdet sayılmıyor. Ancak, kulu Allah’a yönlendiren ve yaklaştıran çileler ibâdet sayılır.
Soru : Peki Hocam, bünyeden kaynaklanan bir rahatsızlık veya görünmez bir kazâya marûz kalıp ıztırab ve çile çekmek hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Cevap : Doğrusunu Allah bilir. O tür ağır sıkıntılar, sanki ibâdetdeki eksikliği tamamlamaya yarıyor.
Soru : Gafletde olanlara, Allahu Teâlâ’nın emirlerine ve yasaklarına riâyet etmeyenlere ilâhî îkâzdır denilebilir mi?
Cevap : "Evet" veya "Hayır" şeklinde cevap vermekdense, "Cenâb-ı Hakk, çoğu zaman, çile benzeri büyük belâları, ibâdetleri eksik olan gafletdeki iyileri uyarmaya vesîle kılıyor" şeklindeki cevâbın daha uygun olacağını düşünüyorum. Belki de başlarına gelen o belâlar sâyesinde kibirden kurtulup Yaradan'ın gücüne teslîm olsunlar, yani belâya sabredip sevâb kazansınlar diye böyle oluyor. Tasavvuf dilinde buna "rabbânî cilveler" adı veriliyor.
Cenâb-ı Hakk, huzûruna kabûl etmek istediği ve sevdiği kulunun yüzüne öteki bütün kapıları kapatır, sadece kendisine gelen kapıyı açık tutar. Kul, çâresiz kalır ve ister istemez o kapıdan huzûra girer. Allah, sevdiğine böyle davranır, bu şekilde sâhib çıkar. Ancak burada bir sır, bir ilâhî hikmet vardır. Onu da yanlış anlaşılmasından korkarak ifâde etmeye çalışayım. İbâdet ehli olanlar ve kulluk görevlerini muntazaman yapanlar, söz konusu sıkıntılara ve belâlara, sanki fazlaca uğramıyorlar, uğrasalar da çileleri çok ağır olmuyor. Kulluk görevlerini eksik yapan iyilerin çilesi daha ağır oluyor. Allah bilir ya, çekilen o ağır sıkıntılar, sanki ibâdetdeki eksikliği tamamlamaya yarıyor.
Bu konuda daha fazla söz söylemek haddi aşmak ve günaha girmek olur. Çünkü ilâhî takdirin hakîkatini ve hikmetini ancak Cenâb-ı Allah bilir.
Allah'ın irâdesi karşısında, insân-ı kâmilin kendine mahsus bir irâdesi yokdur ve olamaz. O, kendi irâdesini büsbütün kaybetmiş yâhud yok etmiş değildir. Aslında çok güçlü bir irâdesi vardır fakat onu sevgili Allah'ına teslîm etmişdir. Rabb'in emrine vermişdir. Rabb'in istek ve emirleri eksiksiz yerine gelsin diye Rabb'ine terk etmişdir.
Soru : İnsân-ı kâmil dediniz. Kâmil insânın tarifini yapar mısınız?
Cevap : İnsân-ı kâmil, insân olmanın en üst sınırına ulaşmış, ahlâkın zirvesine yükselmiş ve kendini Allaha adamış kul demekdir. Bu kişi, Hazret-i Muhammed'dir. Çünkü esmâ-i husnâ adıyla Kur`ân-ı Kerîm'de yer almış olan ilâhî isimlerin tamâmının tecellîsine en ziyâde mazhar olmuş olan O'dur. Peygamberler peygamberi ma'nâsına gelen bir makama ermişdir. O makamın ismi de "Makâm-ı Mahmûd"dur ki Allah katında övgüye lâyık olan iyilerin makâmıdır. Hazret-i Peygamber, her bakımdan "ahsen-i takvîm" sırrına ermiş, yani en mükemmel manevî kıvâma ermiş, sâdece Resûlullah olmakla kalmamış, "Habîbullah" unvânını da kazanarak Allah'ın en sevgili kulu olmaya liyâkat kesbetmişdir.
Soru : İnsân-ı kâmil olmak için ne gibi engellerin aşılması gerekiyor?
Cevap : Engeller kendi içimizdedir. İrâdesini Rabb'ine adayan insânın gönlü şükür, sevinç, huzur ve mutlulukla doludur. Bu hâlinden şikâyet etmez. İrâdem elimden gitdi diye ağlayıp sızlanmaz. Bilakis bunun kendisi için ilâhî bir lutuf, bir imtiyaz ve nasîb olduğuna inanır. Sevgili uğrunda en ağır zahmetlere severek katlanır. En zor işleri, en ağır görevleri bile kendisi için büyük bir lutuf ve nimet bilir. "Etdiğin cevri bile kendime nimet bilirim" diyen şâir gibi, o da sevgiliden gelen her şeyi sevinç ve şükürle karşılar. Tıpkı Yûnus gibi "Lutfun da hoş kahrın da hoş" diyerek şükür ilâhîleri okur.
Burada şunu da belirtmek gerekir ki insân-ı kâmilin irâdesi, sadece sevgililer sevgilisi olan Allah'ın irâdesi karşısında yok olur, geçersiz hâle gelir. Çünkü muhabbet, bütün tercîhlerin sevgiliden yana yapılmasını gerekdirir. Onun dışında insân-ı kâmil, akıl almaz güçlü bir irâdeye sahibdir.
İnsân-ı kâmil, dîn kardeşlerine yâhud gayr-ı müslim kâfirlere lanet etmek şöyle dursun, şeytana bile lanet etmez. Çünkü lanet sözünü yerli-yersiz çokça kullanırsa dilinin lanete alışacağından korkar. Bu yüzden bu kelimeyi ağzına almak istemez. Çünkü dil, bir kere lanete alıştı mı lanet edilmemesi gereken yerde de lanet etmeye başlar. O zaman daha çok günaha girer.
Kenan Rıfâî Hazretleriyle ilgili olarak alâka çekici yaşanmış bir hâdise var. Kendilerine sormuşlar, "Efendim, siz Ehl-i Beyt muhibbi olduğunuz, Hasan ve Hüseyin Efendilerimizi çok sevdiğiniz hâlde, onların kâtili olan Yezid'e lanet etdiğinizi hiç işitmedik, niçin lanet etmiyorsunuz?". O da "Ben içimdeki Yezid'le meşgûlüm" buyurmuş.
Soru : Mükemmel! Hâlık-ı Zü'l-Celâl Hazretleri bizim kendisine nasıl kulluk etmemizi istiyor sorusunu da cevaplandırır mısınız?
Cevap : Komünizm karşısında dinlerin müşterek bir cebhe oluşturmasını hedefleyen ve dinler arası diyalog düşüncesinin fikir babası olan Papa Altıncı Paul, bir beyânâtında, "Müslümanları küçük görmeyin, onların çok sağlam bir Tanrı inancı var" demişdi ve tevhîd inancının gücüne dikkat çekmişdi.
Soru : Tevhîd inancını açıklar mısınız?
Cevap : Tevhîd inancı şudur. Allah vardır, birdir, tekdir, ilkdir, evveldir, sonuncudur, yaratan, yöneten, can veren, can alan, eşi ve benzeri olmayan, misli menendi bulunmayan ve yaratılmış olan hiçbir şeye benzemeyen, maddî ve manevî, dünyâ ve âhiret, mülk ve melekler âlemlerinin hâlıkı, mâliki ve rabbidir düşüncesinin, ifâdesinin iki kelime ile özetidir.
Soru : Bir önceki soruya dönersek Efendim?
Cevap : O’nun kesin karârı ve emri şudur: Kullar, yalnızca O'na tapacak, O'ndan başkasına aslâ tapmayacakdır. Ve O'nun emirlerine harfiyyen riâyet edeceklerdir. Sağlam îmân sâhibi olacaklardır. Allah’a îmân sözkonusu olunca, Allah hakkındaki bütün yanlış düşünce ve yakışıksız kanaatlerden, şübhe ve tereddütlerden arınmış sapasağlam bir îmân kasdedilmekdedir. Sağlam îmân, ancak sağlam ve tahkîkli bilgiler sonunda elde edilir. Tahkîkli bilgi ise gerçek delillere dayanan, deneylerle isbatlanmış, doğruluğu kesinlik kazanmış bilgi demekdir. Tabiî ki din ve îmân sözkonusu olunca bu bilgi, Kur`ân ve Hadîs bilgisidir. Kitâb ve Sünnet'de yer almayan yâhud Kitâb ve Sünnet'in onayını almayan herhangi bir bilgi, dînî bilgi değildir. Fikir ve kanaat olmakdan, hattâ belki safsata olmakdan öteye geçmez. Ona inanmak doğru değildir. Allah'a inanmak şartdır fakat yeterli değildir. Verilen görevleri tam olarak yapmak gerekir. Görevden kaçanlar îmânı zayıf olanlar ve inanç problemi yaşayanlardır. Cenâb-ı Allah'ın kullarından istediklerinin özeti budur.
Soru : İnsân-ı kâmil mühim bir kavram. Sizi yormayacaksa, lutfedeceğiniz bir mikdar daha malûmat ile röportajımızı tamamlayabilir miyiz Efendim?
Cevap : İnsân-ı kâmil, nefsini eğiten, onu tam anlamıyla kontrol altına alan, ahlâkça Peygamber Efendimiz'e benzeyen insân demekdir. Bütün kötü huy ve alışkanlıklardan arınmış, istenilen rûhî olgunluğa ulaşmış insândır. İnsânî değerlerin, ahlâkî meziyet ve fazîletlerin hepsini kendinde toplamış olan yüce rûhlu, güzel huylu iyi insân demekdir. Ahlâk ve davranış bakımından öteki insânlara model olabilecek örnek kişidir.
Bunlar, nebîler ve nebilerin gerçek temsilcileri olan velîlerdir. Bunlar evliyâ, ehlullah, Allah dostu, ermiş yâhud erenler gibi çeşitli unvanlarla anılır ve saygıyla yâd edilirler. Başda Cüneyd-i Bağdâdî, İmâm-ı Gazzâlî, Mevlânâ, Muhyiddîn İbn Arabî, Sadreddin Konevî ve Abdülkerim Cîlî gibi büyükler olmak üzere bütün tasavvuf uluları, insân-ı kâmilin Hazreti Muhammed Mustafâ olduğunda ittifak hâlindeler.
Soru : Ahlâk ve Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz arasındaki bağ hakkında neler söylemek istersiniz Hocam?
Cevap : Âdem Aleyhisselâm'dan beri devâm edip gelen tevhîd dîni, nasıl ki Kur`ân ile tamamlanmış ve kemâle ermişse, bir insânda bulunması gereken ahlâkî özellikler de eksiksiz olarak Hazret-i Mııhammed'in şahsında kemâle ermiş ve en mükemmel hâle gelmişdir. Zâten kendisi de bir hadîs-i şerifinde, "Ben ahlâkî erdemleri tamamlamak için gönderildim" buyurmuşdur. Kur`ân âyeti de bunu kesin bir dille şöyle tasdiî eder, "Hiç şübhe yok ki sen yüce bir ahlâk üzeresin" . Bir başka âyetde ise şöyle buyurulur, "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik".
İnsân-ı kâmil, kulluk bilincine, yaratılışın gâye ve hikmetine vâkıf olan insândır. En üst düzeyde kulluk bilincine sâhib olduğundan, ne için yaratıldığını ve nasıl yaşaması gerekdiğini çok iyi bilen kişidir.
İnsân-ı kâmil sınıfına girenler, Kur`ân-ı Kerim'de şu sırayla ve dört zümre olarak, "nebiler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihler" diye anılırlar. Onlar sürekli olarak Allah huzûrunda ve yine sürekli olarak nefis muhâsebesi ve murâkabesi içinde yaşarlar. Cenâb-ı Hakk'ın yaratan, yaşatan, kayıran ve doyuran olduğunu bilirler. Yalnızca O'na güvenirler ve O'nu çok severler. Ölmeden ölüm sırrına ermiş olarak yaşarlar ve hep "înnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn" yani "Biz şübhesiz Allah'a âidiz ve ancak O'na döneceğiz" derler.
Ölümden önce, henüz bu dünyâ hayâtındayken de yüzlerini ve özlerini Allah'a dönük yaşarlar. Nefislerini de irâdelerini de Allah'a teslîm ederler. Artık kendileri yok gibidirler, hâl ve hareketlerine Allah'ın irâdesi yön verir. Bu makâm aynı zamanda Hazret-i İbrâhim aleyhisselâmın makâmıdır. Çünkü o, "Înnî veccehtü vechiye lillezî fatara's-semâvâti vel-ard", yani "Ben içtenlikle yüzümü, gökleri ve yeri yaratana çevirdim" demişdir. "Yüzümü" kelimesi, "zâtımı" anlamına gelir ki o zaman ma'nâ, "Ben özümü ve yüzümü, yani bütünüyle kendimi, gökleri ve yeri yaratan Allah'a yöneltdim. Bütün varlığımla Allah'ın irâdesine teslîm oldum" demek olur.
Teşekkür ederim Efendim. Rahatsızlığınıza rağmen röportaj teklîfimi kabûl buyurdunuz. Bir an önce sağlığınıza kavuşmanızı ve daha uzun yıllar hizmetlerinize devâm etmenizi Cenâb-ı Allah'dan niyâz ediyorum.
Bu görüşmede, soruları soran zât, Yazar Oğuz Çetinoğlu Beyefendi'dir. Böyle feyizli bir sohbete vesîle olduğu için kendisine minnettârız. Cenâb-ı Hakk, ecrini cezîl, sa'yini meşkûr, ömrünü mezîd eylesin.