10 Şubat 2019 tarihinde yayınlanmıştır.
Kardeşlerim!
Şu dünyâ hayâtını biraz düşünelim.Yaz-kış, sıcak-soğuk, gece-gündüz demeden, haram-helâl düşünmeden, Allah'ın emirlerini terkederek, bir ömür boyu didinip çırpındığımız bu fânî hayâtın sonu ölüm değil midir? Yıllarca mekteb sıralarında çektiğimiz çileler, imtihâna girmek için geçirdiğimiz korku ve heyecân dolu uykusuz geceler, o yana bu yana çırpına çırpına, şuna buna yüzsuyu ve ter dökerek kazandığımız mal ve paraları, önünde sonunda sevmediklerimize bırakarak, sekiz arşın kefenle tek ve tenhâ karanlık bir çukura girmekle netîcelenmeyecek mi? "Az yaşa çok yaşa âkıbet gelir başa" tekerlemesinde olduğu gibi, bu didişmelerin, bu çırpınmaların sonu hep ölüm değil mi? Dünyâ çalışmalarının, diplomaların, ihtisasların. makâm ve rütbelerin ve bütün bunlarla böbürlenip öğünmelerin son durağı kabir değil de nedir? Evet, dünyâ hayâtının sonu. er veya geç bir hiç oluvermekdir. Bu fânî hayâtda her şey ama her şey fânîdir, gelip geçici ve eğretidir.
Meselâ, dünyâ hayâtındaki sağlık ve sıhhat de geçicidir. Elli yaşına kadar, binbir meşakkatle ve bir çok fedâkârlıklara katlanarak topladıklarımızı, dişimizden tırnağımızdan arttırarak biriktirdiklerimizi, elli yaşından sonra doktora ve ilaca vermiyor muyuz? Aklı başında bir zât ne güzel söylemişdir : "İnsanoğlu, gençliğinde para kazanmak için sıhhatini, ihtiyârlığında ise, sıhhatini kazanmak için parasını isrâf eder".
Dünyâ mülkü de zevâle mahkûmdur. Efes'de, Bergama'da, Truva'da, bir dünyâ cenneti olan şu güzel İstanbulumuzun bir çok semtlerinde birer harâbe yığını hâlinde kalıntılarını gördüğümüz saraylar, kâşâneler, konaklar, yalılar nerede? Hani bunların sâhibleri neredeler? Dünyâ mülkü, hamamın kurnasına benzer. Hamama gelen, yıkanır pâklanır ve kurnayı başkasına bırakır, gider. Eğer o kurnaya oturan, yıkanmasını ve arınmasını bilirse, hamamdan temiz-pâk çıkar gider. Yıkanmasını bilmiyorsa, kirlerini kabartır, kiri bir tarafdan alır, başka tarafa bulaştırır, kir üstüne kir ekleyerek geçer gider.
Gençlik de böyledir, tıpkı ilkbahar gibi çabucak gelip geçer ve tatlı bir hayâl olarak ancak hâtıralarda kalır. Aslında, ömür dediğimiz de bir rüyâdan ibâretdir. İnsanoğlu, ana kucağında mışıl mışıl uyurken daldığı bu rüyâdan, ancak başı teneşir tahtasına vurunca uyanır.
Öyleyse, hem fânî hem de bu kadar kısa ve kısır bir hayât için, Allah'ını ve Peygamber'ini unutan, nefsini dünyânın zevk ve eğlenceleri ile avutup uyutan, harâm-helâl ne bulursa yutan, ebedi saâdet ve selâmetini, bir hiç mukâbilinde satan kişi, akıllı mıdır? Böylelerine akıllı demeğe kimin
dili varır? İşte hayât, işte ölüm. İşte dünyâ hayâtı, işte âhiret saâdeti. Birincisinin sonu ölüm, ikincisinin sonu yok, ebedî. Birincisinin sonu firkat, ikincisi ise ebedî vuslat. Birincisinin sonu mülkün zevâli, ikincisi ise zevâli olmayan bir mülke sâhib olmak. Birincisinin sonu ihtiyarlık ve düşkünlük, ikincisi ise ebedî gençlik ve zindelik.
Bütün bu nimet ve saâdetler, tarîk-i müstakîm üzere bulunan, Allah'a, Peygamber'e, kitâba, sünnete uyan, doğru yoldan ayrılmayan sâdıklar, sâlihler ve âbidler için hazırlanmışdır. Bütün nedâmetler, sefâletler ve zilletler de, âsîlerin, zâlimlerin, yollarını ve yönlerini şaşırmış gâfillerin nasîbleri olacakdır. Hâl ve hakîkat böyle iken, bu kısa ve fânî hayât için, bütün bu saydığımız ebedî saâdet ve nimetlerden mahrûm kalmak, nedâmete, sefâlete ve zillete dûçâr olmak, akıl kârı mıdır?