24 Nisan 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Ebû Saîd Ebu'l-Hayr Hazretlerine "ثُمَّ رُدُّٓوا اِلَى اللّٰهِ مَوْلٰيهُمُ الْحَقِّۜ" âyetinin ma'nâsını sormuşlar. Buyurmuş ki :
Bu âyet rûhânîlere hitâb eder. Bu makâm onlara bütün çileleri çekdikden bütün ibâdetleri îfâ etdikden, bütün seferlere çıkdıkdan ve belli yerlerde ikâmet etdikden, bütün sıkıntılara katlandıkdan ve zillet ve meskenet ve melâmet hâllerine düşdükden sonra hâsıl olur. Bütün bunlar birer birer yapılır ve geçilir.
Önce tövbe makâmına varılır. Bu makâmda sâlik tövbe eder, hasımlarına haklarını helâl etdirir, onları râzı kılar. Sâlik nefsini zelîl kılmakla meşgûl olur ve bu uğurda her çeşit zorluğa katlanır. Gücü yetdiği kadar halkın rahatı için çalışır. Sonra kendini ibâdete vererek geceleri namaz ve niyazla, gündüzleri oruçla geçirir. Şerîatin gereklerini hakkıyla yerine getirdiği gibi her gün mücâhedesini daha da artırır ve yeni bir takım şeyleri üzerine vâcib kılar.
Biz bütün bunları yapdık. İşin başında on sekiz şeyi kendime vâcib kıldım. Bu on sekiz vazîfeyle, kendime on sekiz bin âlemin kapısını açdım. Sürekli oruç tutdum, haram lokmadan kendimi çekdim, dâimâ zikirle meşgûl oldum, geceleri uyumadım, yanımı yere koymadım, sadece oturarak uyukladım. Kıbleye yönelmiş hâlde oturdum, hiç bir şeye yaslanmadım. Harama bakmadım, haram olan şeylerden tamâmen yüz çevirdim. Kimseye kul olmadım, dilencilik yapmadım, kanâat etdim. Teslîmiyyet göstererek işin sonunu bekledim. Dâimâ mescidde oturdum, çarşıda pazarda dolaşmadım. Zîrâ Resûl, "En kötü yerler Her ne pazarlar, en iyi yerler mescidler" buyurmuşdur. Her ne yapdımdsa o husûsda Resûl'e uymayı esas aldım. Her ghün bir hatim indirdim. Kör oldum görüleni görmedim. Sağır oldum söyleneni duymadım. Dilsiz oldum konuşulanı konuşmadım. Bir sene müddetle hiç kimseye hiç bir şey söylemedim. Adım deliye çıkdı. Şu hadîsi dikkate alarak bize deli denilmesini de hoş gördüm : İnsanlar bir kula deli demedikçe, onun îmânı kemâle ermez".
Mustafâ ile ilgili olarak, "şunu yapardı, şunun yapılmasını emrederdi" diye işittiğim her şeyi yapdım, yerine getirdim. Hattâ duydum ki Mustafâ'nın ayağı, Uhud cenginde yaralandığından namaz kılarken ayağını basamamış ve parmakları üzerine basarak namaz kılmış, O'nun bu fiiline uymak için ben de parmaklarımın ucuna basarak kıyâmda durdum ve bu şekilde dört yüz rekat namaz kıldım. Zâhirde ve bâtında dâimâ hâl ve hareketlerimi sünnete uygun hâle getirmeye çalışdım. Nihâyet böyle hareket etmek tabîatım hâline geldi. "Melekler şöyle yaparlar" diye bir şey işittimse veya kitâblarda okudumsa bunların hepsini yapdım, yerine getirdim. Hattâ işitmişdim, kitâblarda görmüşdüm ki, Allahu Teâlâ'nın baş aşağı ibâdet eden melekleri vardır, onları örnek alıp başımı yere koydum ve Ebû Tâhir'in annesi Muvaffaka'dan ayak parmaklarını bir iple yukarıdaki çengele bağlamasını ve kapıyı kilitlemesini ricâ etdim. O hâlde iken, "Yâ Rab, bana ben lâzım değil, beni benden kurtar" diyordum. Hatmetmek maksadıyla Kur`ân okumaya başladım. "فَسَيَكْف۪يكَهُمُ اللّٰهُۚ وَهُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُۜ" âyetine gelince, gözlerimden kan fışkırdı, kendimden geçdim. Sonra işler değişdi, bambaşka bir hâl aldı.
Dille anlatılması imkânsız çileler çekdim. Bunlar, Hakk Teâlâ'nın tevfîkini ihsân etmesiyle gerçekleşmişdi. Başlangıçda bütün bunları ben kendim yapıyorum diye hayâl etmişdim. Lâkin O'nun lutfuyla bunun böyle olmadığını, hepsinin Hakk'ın ihsânı ve tevfîkiyle olduğunu âşikâr bir şekilde gördüm. Bunun üzerine tövbe etdim ve bana âid zannetdiğim şeylerin hayâlden ibâret olduğunu açıkça gördüm. Şimdi eğer sen dersen ki, "Ben bu hayâlden ibâret olan yolu tutmam", derim ki, aslında senin bu yolu tutmaman hayâldir. Çünkü bunların hepsini geçip ötesine varmadıkça bu hayâli sana göstermezler. Şer'i geçmeden bu hayâli göremezsin. Hayâl, dînde vardır. Dînde olanla amel etmemek ise küfürdür. İkilik üzere hareket etmek ve sen-o şeklindeki ikiliği sürdürmek şirkdir. O hâlde sen nefsinden fânî ol ve aradan çık.
Benim bir zâviyem vardı, orada oturup bütün gücümü fenâ mertebesine ulaşmak için harcıyordum. Bir nûr zuhûr etdi ve varlığımızın karanlığını sildi süpürdü. Allah Azze ve Celle, ne onun be bunun ben olmadığımı bana gösterdi. "O benim tevfîkim, o benim lutfumdur. Bütün bu himâye, nazar ve inâyet bizdendir" buyurdu. O zaman şu mısraları tekrarlayıp durdum :
Bundan sonra halk bana büyük hürmet göstermeye, beni bağrına basmaya, mürîdler yanıma gelip tövbe etmeye, komşular bana olan saygılarından içkiyi bırakmaya başladı. İş o noktaya geldi ki, elimden atdığım karpuz kapuğunun fiyatı yirmi dinara kadar çıkdı.
Bir gün ata binmiş gidiyordum, at tersleyince halk gelip atın pisliğini aldılar, ellerine yüzlerine sürdüler. Sonra bu hürmetin biz biz olduğumuz için olmadığı gösterildi ve mescid tarafından bir ses geldi : "اَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ". Sînemizde bir nûr zuhûr etdi ve pek çok perde ortadan kalkdı. Bize saygı gösteren herkes bize sırtını döndü, bizi suçladı. Hattâ kadıya gidip kâfir olduğumuza dâir şâhidlik etdi ve "Onda öyle bir uğursuzluk var ki geçdiği yerde, ayak basdığı yerde, bir daha ot bitmez, bitki yeşermez" dediler. Bir gün mescidde otururken içeri giren kadınlar, üzerime pislik atdı. Ve yine bir ses geldi : "Rabbin sana kâfî değil mi?". Mesciddeki cemaat namazı cemaatle kılmakdan vazgeçip "Bu serseri burada olduğu müddetçe burada cemaatle namaz kılmamız mümkün değil" demeye başladılar. Ben ise şu mısraları mırıldanıyordum :
Bütün bunlardan sonra, üzerime bir kabz hâli çökdü. Bu hâlin üstümden kalkması niyetiyle mushaf-ı şerîfi açdım, karşıma şu âyet çıkdı : "وَنَبْلُوكُمْ بِالشَّرِّ وَالْخَيْرِ فِتْنَةًۜ وَاِلَيْنَا تُرْجَعُونَ". Allahu Teâlâ âdetâ bana demiş oluyordu ki, "Senin yolunda karşına çıkardığım her belâ hayır da olsa şer de olsa bir imtihandır. Hayra da şerre de tenezzül etme, bize dön. Bundan sonra artık arada biz yokduk, fânî olduk, O'nun lutfu her şey oldu.