Emâneti Ehline Vermek ve Üstâda Vefâ

24 Kasım 2016 tarihinde yayınlanmıştır.

Hikmet

İnnallâhe ye’murukum en tueddûl emânâti ilâ ehlihâ
ve izâ hakemtum beynen nâsi en tahkumû bil adl.
Muhakkak ki Allah, emanetleri ehline vermenizi ve
insanlar arasında hüküm verirken adâletle hükmetmenizi emreder.
Sûre-i Nisâ, Âyet 58

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Bir kimse üstâdından öğrendiği meşrû bir işi kendi talebelerine veya ehline öğretmekle, üstâdına karşı olan ma'nevî borcunu da edâ etmiş olur. Meselâ bir san'atkâr ustasından öğrendiklerini kendi kalfa ve çıraklarına öğretmekle, ustasına olan borcunu ödemiş sayılır. Her işte keyfiyyet aynıdır ve böyledir. Öğrendiğini ehline öğretmek, öğretenin hakkını ödemek demekdir. Ancak her emâneti mutlakâ ehline tevdî' etmek gerekir. Ehline verilmeyen emânet, domuzun boynuna asılan mücevher gibidir. İki cihân serveri : "Emânetler ehline verilmediği zaman, kıyâmete hazır olun!" buyurmuşlardır.
Efendi Hazretleri bu hususda şöyle bir hikâye anlatırlardı :
Bursa'da Hüseyin Efendi nâmında bir demirci ustası vardı. Halk arasında kendisine HARÂBÂTÎ derlerdi. Köylüler, onun yaptığı oraklara çok kıymet verirler ve âdetâ kapışırlardı. Onun yaptığı oraklarla ot biçmek, pek zevkli olurdu. Hüseyin Efendi, aynı zamanda gâyet mâhir bir kasa ustası idi. En zor kasaları bile kolaylıkla açardı. Bu zenâ'at, kendisine dedesinden ve babasından kalmış idi, yani bir bakıma baba ocağını sürdürüyordu.
Efendi Hazretleri hikâyenin burasında eski devrin esnaf âdetlerinden bahisle şu mühim ve ibretlik malûmâtı lutfetmişlerdi :
Zamanın gelenek ve göreneklerine göre, bir ustanın yanında yetişip kalfalığa veya ustalığa yükselenlerin, büyük bir ziyâfet vermeleri ve diğer meslektaşlarının önünde ustasından peştemal kuşanmaları âdet olmuştu. Bu ziyâfet, yeni yetişenlerin eskilere takdîmi ve tanıtılması gibi idi ve âdetâ bir diploma törenini andırırdı. Bu törenlere, yalnız aynı meslekden olanlar değil, bütün esnaf kahyaları ve her san'at dalının ustalarının mensûb bulundukları tarîkat şeyhleri ile çarşı imâmları çağırılırdı. Her san'at bir pîre ve mürşide dayandığı için, o pîrin ve mürşidlerin vârislerini da'vet etmek âdet idi. Dînî bir tören mâhiyetindeki bu ziyâfetten önce, ustası kalfasına peştemal kuşatmakla, kendi ustasına karşı olan borcunu da ödemiş olurdu. 
Ustalar kalfalarının ve çıraklarının iyi ahlak sahibi olmalarına da gayret ve himmet ederler ve kötü huylu kişilere san'at öğretmezlerdi. Onun için, ustalar kendilerine farkettirmeden kalfalarını ve çıraklarını sık sık imtihan eder ve denerlerdi. Bu sebeble, usta ile kalfalar ve çıraklar arasındaki münâsebet, baba-oğul veya iki kardeş münâsebeti gibi sürdürülürdü. Hattâ çoğu zaman ustanın kalfa ve çıraklarına muhabbeti bir babadan fazla olurdu. Kalfa ve çırakların ustalarına hürmet ve riâyeti de evladdan ziyâde olurdu. Zîrâ o günün ustaları, kalfaları, çırakları ve hattâ bütün müslüman halk, Hazret-i İmam-ı Ali kerremallahu vecheh ve radıyallahu anh Efendimizin : "Bana bir harf öğretenin kölesi olurum" buyurmuş olduklarını bilirler ve bu vecîz öğütle amel ederlerdi. Gerçekden de atalarımız, yalnız tahsîl hayâtında değil, san'at ve zenâ'atde ve diğer her işte kendilerine bir şey öğretenlere karşı dâima hürmet, minnet ve muhabbetle mukâbele etmişler ve onları her hallerinde kendilerine rehber edinmişlerdir. O zamanın hocaları, şeyhleri ve ustaları da talebelerini, dervîşlerini veya kalfa ve çıraklarını evlâdları gibi severler ve kendilerine evlâd muamelesi yaparlardı. Onun için de, herkes birbirini sever ve sayar, karşılıklı hak ve menfaatlerine saygı duyar, ata geleneklerine her bakımdan uyardı. Aralarında yolunu sapıtanlar bulunursa, onları nasîhat ile yola getiımeye çalışırlar ve nasîhatden anlamayanı gerekirse yatırıp döverlerdi. Fakat bu dayak aslâ düşmanca ve zulüm için değildi, yolunu şaşıranı hak yoluna da'vet için olurdu.
Bugünkü gibi, tabelalı, nizâmnâmeli, kongreli, patırtılı, gürültülü dernekler ve kurumlar yoktu ama, vakit namazını kıldıkdan sonra mescid kapısında başbaşa vererek fısıldaşan üç beş ihtiyar, bir yetîm kızın çeyizini düzer ve onu babalı kızlardan daha parlak bir şekilde kocasının evine gönderirlerdi. Kimsesiz dulların, muhtâc yoksulların, gözü yaşlı öksüzlerin ve yetîmlerin, gurbet ellerde kalmış garîblerin derdlerine o üç beş ihtiyârın fısıldaşmaları dermân olurdu, gözyaşları silinir, açlar doyurulur, çıplaklar giydirilir, muhtaçlar kayırılırdı. Hayır sâhiblerinin yaptırdıkları sebiller, imâretler, aşhâneler fakîrlerin derdlerini unuttururdu. İslâmın, hattâ insanlığın gereği de buydu. Onlar, dînimizin bu müstesnâ emirlerini yerine getirmekle dünyâ ve ahiretde saâdet ve selâmete ulaşmışlardı.
Hikâyemize devâm edelim :
Harâbâtî Hüseyin Efendi, iki çırağına da kendi ustalarından öğrendiği san'atı öğreterek borcunu öderneğe çalışmıştı. Fakat çıraklarından birisine ustalarından öğrendiklerinin tamamını öğrettiği halde, diğerine kasa açmakdan başka herşeyi öğretmiş, kasa açmayı öğretmemişti. Birinci çırağına duâ ile peştemal kuşatmış ve müteâkib hayâtında başarılı olması niyâzında bulunarak ikinci çırağını çağırmıştı. İkinci çırak, peştemal kuşanmadan, herkesin önünde hürmet ve minnetle ustasının ellerinden öpmüş ve ona şöyle demişti : 
Ey velinimetim olan ustacığım! Bana, san'at öğrettin, Allah senden râzı olsun. Bana altun bir bilezik taktın. Beni ekmek sâhibi ettin ama ben de sana yirmi yıl hizmet ettim. Senin, benim üzerimde hakkın olduğu gibi, benim de senin üzerinde hakkım vardır. Üzülerek ve sıkılarak söylemek zorundayım ki, sana hakkımı helâl edemeyeceğim.
Hüseyin Efendi, şaşkınlıkla sordu :
Oğlum! Bana neden hakkını helâl etmiyorsun? Sebebini söylersen, belki hakkını helâl ettirmeğe çalışırım.
Çırak şöyle cevap verdi :
Ustacığım! Arkadaşıma kasa açmasını öğrettiğin halde bana öğretmedin. O, sana nasıl hizmet ettiyse, ben de sana aynı sadâkatle hizmet ettim. Beni niçin böyle mahrûm ve eksik bıraktın?
Harâbâtî Hüseyin Efendi, üzgün bir ifâde ile dedi ki :
Bilmem sen hatırlayabilecek misin evlâdım? Bundan tam on sekiz yıl önceydi. Namaz kılmak için mescide gittiğim sırada, senin izinsiz olarak çekmecemden iki kuruş aldığını farkettim ve sana kasa açmayı onun için öğretmedim. Zîrâ benim inancıma göre, ustasından izinsiz çekmeceden iki kuruş alabilen bir kimse, kasa açmasını öğrenirse, hırsızlarla anlaşarak başkalarının kasalarını soyar. Bundan korktuğum için sana kasa açmasını öğretmedim.
Efendi Hazretleri bu hikâyeyi naklettikden sonra buyurdular ki :
Emâneti ehline tevdi' etmek farzdır ammâ ehlinden gayrısına teslîm etmek de büyük bir günâhdır. İnsan, öğrendiği bir güzel san'atı, ehline öğretmekle ustasına olan borcunu ödediği gibi, bu san'atı öğrenme ni'metinin şükrünü de yapmış olur.
Efendi Hazretleri, san'atkârlara nasîhatları da şunlardı :
Sana san'atını öğreten ustana karşı dâimâ hürmetkâr ol. Mübârek günlerde ziyâretine giderek ellerini öp ve hayır duâsını almağa çalış...Seni ziyârete gelirse, güleryüz göster, ikrâmda bulun ve hürmetde aslâ kusur etme. Böyle davranman, insanlık îcâbı ve müslümânlık şi'ârıdır.
Sabahları dükkanını açarken, tezgahının başına geçince sana san'at öğreten ustana ve ustanın ustalarına bir Fâtiha okuyuver ki, bu kadirbilirliğin senin yetiştirdiklerinin de seni anmalarına sebeb olacakdır. Ustan veya üstâdın hayatda ise sıhhat ve âfiyeti için duâ et.. Seni bir meslek ve san'at sâhibi yapan ustanın çocuklarını ara sıra ziyâret et, hatırlarını sor, muhtâc iseler elinden geldiği kadar yardım etmeğe çalış ki, borcunun bir taksitini daha ödemiş olasın. Özün, sözün dâimâ doğru olsun, işlerinde doğrulukdan ve sadâkatden ayrılma! Allah'a mülâkât, ancak SIDK kapısından olur. Sâdıklar, rızâ-yı Rahmân'a ererler. Cemâl-i lâ-yezâli müşâhede ni'meti ve bahtiyarlığı, ancak sâdıklara bahşolunur. İbâdetlerini ihmâl etme, aslâ terketme! Elin kârda ve gönlün yârda olsun. Sana, senden yakın olanı sakın unutma, sen de onunla ol. Sana, senden yakın olan Allah'dır.
www.muzafferozak.com
Listeye geri dön