Ergun Göze'nin Hâtırâlarında Muzaffer Efendi Hazretleri

11 Mart 2015 tarihinde yayınlanmıştır.

Muzaffer Efendi
Ergun Göze, Efendi Hazretlerinin irtihalinden bir müddet sonra gazetedeki bir Pazar yazısında hâtırâlarını şu şekilde kaleme almış... 


HACI MUZAFFER OZAK HOCA

İstanbul'un en tipik köşelerinden Sahaflar Çarşısı... Tam köşedeki dükkanda, etrafında sevenleri, masasının başına geçer oturur. Son zamanlarda gelen gidene pek karışmaz. "Artık bilmez oldum fiyatları, aklım ermiyor fiyatların yükselişine" der, sohbete dalardı... Dükkana girenler kalabalığa şaşkın şaşkın bakarlardı. Bazan da zaten şaşkın doğmuşlardan gelenler de olurdu. Bir gün içeri bir genç girdi, rüzgarı arkasından yetişmişti ki Hazret'i köşede görünce selamladı :

-Selamün aleyküm babalık...

Hazret selâmı derhal aldı :

- Aleykümselam kurukalabalık... Ne gülmüştük ya...






Bir defasında da bir müşteri gelmiş soruyor:

-"Allah'ın Gazaplari" var mı? Hazret irkildi,

-Yok oğlum bizde Allah'ın rahmeti var.

Aklına koyduğu kitabı bulmaya azmetmiş adam israr etti.

- Hayır ben "Allah'ın Gazapları"nı arıyorum...

- Eh madem ki istiyorsun senin olsun...



Canlı ve vicdanlı bir tarih gibiydi. Çöken bir medeniyetin üzgünü idi. Çok şeyler, çok enteresan insanlar görmüşdü...Hayatı tırnağından tepesine kadar yaşamışdı...Bazen derdi :

- Bu İstanbul sokaklannda rahmetli anamla ben, az sürünmedik...



İlk memuriyeti, Fener civarındaki bir camide müezzinliktir ve maaşı da onbeş lira küsur kuruştur. Mescidin yanındaki berbere gelen bir Fenerli papaz, genç müezzine İslam ile Hristiyanlık farkını sormuş ve İslam'ın yüce Peygamberi'nin (A.S.), son peygamber olması meselesinde itiraz da etmişdir...

-Bak, zikrettiğin âyette "Hâtemennebiyyin" diyor "Hâtemerrusul" demiyor, belki son bir resûl gelebilir bu hâle göre.

"Bir an şaşırdım, sonra Yâ Rabbi beni bu papaz karşısında mahcûb etme diye ilticâ ettim ve derhal cevabı zihnime geldi"diye anlatıyordu :

-Her resûl nebîdir, ammâ her nebî resûl değildir. Binâenaleyh "Hâtemerrusul" deseydi bir nebî gelmesi düşünülebilirdi, ammâ "Hâtemennebiyyin"dendiğine göre ne nebî ne resûl gelemez." 

Bu cevap üzerine papaz memnun kalır. "Senin ziyâretine geleceğim" der. Gerçekten gelir, çay içer ve bu arada "Müslüman olduğunu, bunu gizlediğini amma yakında öleceğini hissettiğini, bu sebeple kendisine ölümünden sonra duâ etmesini vasiyet etmek için geldiğini söyler...

Anlatıyordu : 

"Gerçekten kısa bir müddet sonra vefat etti, ölüsünü bir hafta patrikhânenin bahçesinde âyinlediler, sonra kendisini defnettiler. Ben sık sık kabrine gider duâ ederim kendisine..."



Tertemiz bir inanışın ve derin bir vatanseverlik duygusunun içindeydi. Kaç defa "Rumeli'de karlara elinizi soksanız atalarımızın saçları, şehid ecdadımızın saçları dolanır parmaklarınıza" derdi.

Ammâ irticâ tüccarlannın da ilk hedefi idi. Ne zaman böyle bir çalkantı olsa onu polis alır götürürdü. Bunlardan birincisi Mareşal Fevzi Çakmak'ın cenâze merâsimi vesîlesiyle olmuştur. Bu mâcerâyı kendisiyle beraber götürülen diğer hocaları ve kendilerini sorguya çeken, Niğdeli komiser, Karadenizli polis, Rumelili bekçiyi şîveleriyle taklîd ederek bir anlatırdı ki teybe almadığıma çok yanarım.



27 Mayıs'ta da, yine böyle bir irtica yaygarası neticesinde mahkemeye sevkedilmiş, dînî kitaplar sattığı için tevkif edilmiş, (Esâsen mesleği dînî kitap satmak). "İçerde çilemizi tamamlattılar" derdi... İlâve ederdi... Hapishâneye girdik... Birisi koştu boynuma sarıldı. Ellerimi öpüyor..."Seni Allah gönderdi, Allah duâmı kabul etti " deyip duruyor. Sordum meğerse neymiş? İçine bir aşk gelmiş... Duâ etmiş Yâ Rabbi buraya bir şeyh gönder de beni irşâd etsin diye. Şimdi beni görünce sevinçten uçuyormuş"...

- Kerata hiç böyle duâ olur mu? Maksadın beni de mi hapse attırmaktı. Hapisden beni kurtar gideyim bir mürşid bulayım diye duâ etseydin ya...



"Bu Beyazıt Camii'nde kalabalıktan elbise düğmelerinin koptuğunu çok bilirim" diye anlatırdı eski günleri. "Ramazan mukâbelelerinde dört yüz küsur minder saydığımı hatırlarım. Kimler yoktu ki... Eski vâlîler, defterdarlar, meşîhat müntesibleri... Hepsi bir deryaya, bir imparatorluğa benzer muhterem insanlar. Sonra, onlar birdenbire çekildiler, gittiler. Kimseler kalmadı. Meydan bize kaldı... Beyazıt Camii'nde ilk vaaz kürsüsüne çıkarken dizlerim titriyordu, nasil vaaz vereceğim, ne söyleyeceğim diye.. Kürsüye çıkıp etrâfıma bir baktım ki ne göreyim, o benim bildiğim insanların, yanlarında ağız bile açamayacağım kişilerin bir tanesi bile kalmamış. Karşımda sadece bir kalabalık var. Ben bunlara vaaz veririm dedim ve verdim" 


Bir vaazında şöyle bir fıkra anlatır :

Tımarhanenin önünden geçen birisi hastayı muayene eden doktora "Ölmüşü diriltmenin çaresi var mıdır?" gibilerden bir sual sormuş... Muayene edilen hasta bu suale ben cevap vereyim diye almış sözü ele,

-Alırsın tevbe otunu atarsın tencereye, tencereyi koyarsın pişmanlık ateşine, üzerine
istiğfar salçasını ilave edersin, ateşi de kulluk körüğü ile  harlandırırsın, günde beş vakit bu ihlas şurubunu içip de şükür secdesine vardığın zaman ölü gönül dirilmiş olur. "

Fıkra pek mühim değil. Amma bundan sonrası çok çarpıcı. Hazret anlatıyor yine :

"Ben vaaz kürsüsünden indim. Cemaat pek memnun, bir sakallı gözleri yaşlı yanıma yaklaştı, "Efendim o bahis buyurduğunuz 'tevbe otu', aktarlarda bulunur mu? " demez mi?



Eli , gönlü, dili açık bir insandı... Şu söz onundur :

-Verirler de almazsam, isterler de vermezsem elim kırılsın.

Bunun gerçekliğinin şâhidiyim. Kimseyi boş çevirmezdi. 

-Verdiğiniz bir şeye yarasın. Hiç olmazsa bir kutu kibrit, bir simit alınabilsin derdi.



Dili de açıktı. Eski "Nevâdir" kitaplarından müthiş bir mahfûzâtı vardı. Osmanlı tarihine, islam tarihine ait neler anlatmazdi? En çok hasretle bahsettiği yerlerden birisi "Küllük"tü. İstanbul'un bu eski kahvesi için;"Bir akademi idi, kimler gelmezdi ki, Tanpınar'lar, Mükrimin Halil'ler... Ve herkes konuşmazdı. Ekseriyet dinleyici idi, konuşulanları dinlerdi..."

Onun dükkanı da öyleydi. Hep kalabalık. Hep sohbet ve o tek başına bir akademi...Vaktimin darlığından mecbûren izin almak istediğim zaman vermek istemez ve seslenirdi :

-Göze Bey'e yapın bir kahve de beraber içelim...

Şimdi Küllük de yok, o sohbet de...



Bir gün yine dükkanda oturuyoruz...Elinde zurnası bir esmer vatandaş geldi :

-Efendim ben ekmeğimi bunu çalarak kazanıyorum, günah diyorlar. Olmaz diyorlar ne dersiniz?

-Çal evlâdım çal, yalnız namazlarını kaçırma...

Sonra o gittikten sonra ilave etti : 

"Bu meret kıyamete kadar çalınacak. Birisi de bunu çalacak, bırak desen bırakamaz hemence. Neden tedirgin edersiniz, önce terbiye edin, edebilirseniz."

Herkese "ahsen-i takvîm üzere yaratılmış insan" muamelesi yapardı. Batı dünyasında da en çok beğendiği husus insana değer verilmesi idi. Hazret orada, itibar edilen, konferanslar verdirilen bir insandı,  burada dâimî polis takibi altında bulunan insan. Acı acı gülerdi...


Almanya'daki bazı Müslümanlar'ın bazı günahları daha rahat irtikap etmeleri ve bunun için de fetva istemeleri üzerine,

-Tabii efendim, öyle ya Almanya'nın Allah'ı başka, orada hüküm de başka olacak!! diye terslediğini bilirim.



İlk hanımı ile beraber hacca gitmişler. Arabın birisi, hacılara ne kadar kötü muamele ediyor, nasıl hırpalıyor, nasıl işkence ediyor... Kimse de sesini çıkaramıyor, zavallı hacılar perişan... Bizim hanım "Durun şu Arabın hakkından ben geleyim, ben kadınım bana bir şey yapamazlar" demeye kalmadı iskarpinini çıkarıp Arabın kafasına vurmaz mı? Adam acısından karşı tarafa
kaçtı. Oradan tek gözünü kapatıp bize bakıyor acısından. Karşısındaki de kadın olduğundan 
bir şey yapamıyor. Bizimki hâlâ söyleniyor :

"Seni hınzır, müslümana eziyet ha! Yakışır mı?"

Bu menkıbenin sonunu şöyle getirmişti :

-Bilmem Cenâb-ı Hakk bizim hatunun haccını kabul etti mi? Amma adım gibi biliyorum ki attığı o dayağı kabul etti...



Sahafların arkasında küçük bir camide cumaları teberrüken hutbe okurdu.  Samimiyet, sadelik ve irfan dolu hutbelerdi. Son günlerde hep öleceğinden bahsediyordu... "Edirnekapı yolu gözüktü" diye hutbede söylüyordu. Dükkanında da "Allah Allah biz bu sene gitmeliydik. Bizi niye bıraktılar burada, yoksa dervişlerimizden birisini bedel mi aldılar?" dediğini hatırlarım... 

Benimle çok dertleşirdi...Yine böyle bir dertleşme esnasında kendisine yapılanları anlatırken bir an durdu :

"Aman hâ aman! Yanlış anlaşılmasın kimseden hesap istedigim, hesap sorduğum yok, benim hesabı ulu Allah kabul buyursun. Ben kimseden bir şey istemiyorum...Hiç bir şey." 

Listeye geri dön