12 Mart 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Emr ü fermân-ı peygamberî böyle vürûd etdiği için, gözcüler çıkarılırdı. Yani Arabî aylardan Şabân-ı Şerîf'in nihâyetinde minârelere gözcüler çıkarılırdı. Çünkü gözcüler, Ramazan ayını görüp de, kadıya, İstanbul kadısına müracaat etdiği vakitde, kendilerine bir atıyye verilirdi, mükâfât verilirdi. Ramazan'ın tebşîrcisi, müjdecisi diye. Onun için minârelere çıkılır, minârelerde ayıu görürlerdi. Ve ay görülünce müftülüğe haber verilir, İstanbul kâdısı olan zât ilân ederdi. Ve bütün mahallelerde davullar çalınır ve çocuklar, bayrama girmiş gibiydiler, davulcunun peşine düşerler,
diye, bu şekilde. Belki bugün de aramızda aynı sözler geçmekde. Mahalle mahalle, sokak sokak, dolaşılır ve Ramazân-ı Şerîf ilân edilirdi.
Evet, sonra yıkattırmış Hazret-i Ömer onun yüzünü, yıkatınca ay zâil olmuş.
Gene Hoca merhûm kâdılığı esnâsında, Nasreddin Hoca kâdılığı esnâsında, bir zât koşarak gelir. Hoca'nın huzûruna girer, yani Ramazan Ayını gördüğünü müjdelemek üzere, Hoca'nın önünde çay yâhud kahve fincanı yâhud o devirde şerbet içiyorlar, şerbet bardakları varmış, adam onlara çarparak, "Hocaefendi müjde! Ramazan Ayı göründü" deyince Hoca şiddetle adamı reddetmiş. "Sen önündeki bardakları görmüyorsun, gökdeki ayı nasıl göreceksin" diye.
Gene Bektâşi'nin birisi, ayı görmekle oruç tutulduğu için göğe bakmazmış. "Ayı görürsem oruç bana farz olur" diye hep yere bakarmış. Yerde biraz su birikmiş. Ay da aksi suya vurduğu için Bektâşi suyun içinde ayı görünce, "Ay mübârek! Gel de gözüme gir!" demiş.
Davulcu, on beşinden sonra beyit okuyarak halkdan bahşiş toplama çalışırdı. O beyitlerden de bir kaç tâne okuyacağız îcâb ederse. Fakîr'in ezberinde var. Kulağımızda kalanlar filan.
Efendim Ramazan ilân edilince derhal minârelerde kandil yanar, bu kandiller Ramazan'ın geldiğini haber verir. O akşam Peygamber Efendimize ezândan sonra salât ü selâmlar okunur ve işin güzel tarafı müezzin ve imâm olmayanlar mûsıkîye âşinâ olanlar, mûsıkî bilenler, sesleri güzel olanlar, Ramazan'a hürmeten müezzin mahfiline çıkarlar, müezzinlik yaparlardı, minârelerde ezân okurladı.
Makâmlara gelince terâvihlerde, bunlar saraydan alınan usûller üzere. Ve bu tertîbi de meşhûr Itrî yani Salât-i Ümmiyye'yi ve Tekbîr'i besteleyen Itrî merhûmun bir tasnîfi vardır ki, bugün maalesef Türkiye'de unutulmuş gibidir. Bir kaç imâm efendi var eskilerden, onlar yapabilirler, diğerlerini bilmiyorum yapdıklarını. Çünkü hangi câmiye gitdiysek Ramazan'da ona muvaffak olunmuyor. Bir tasnîf vardır, terâvih tasnîfi. Meselâ Yatsı namazının farzı ilk akşamı Segâh ile başlar. Yatsı'dan sonra Terâvih'in dört rekatı, Rast. Dört rekatdan sonra Ramazan'ın geldiğine âid bir ilâhî okunur. Gene güzel sesli bir hâfız efendi, Kur`ân'dan bir âyet-i kerîme okur. Çünkü Terâvih tervîhanın cem'i olduğu için, dört rekat kılınan namaz kadar oturmakla mükellefdir halk. Yani terâvihin âdâbından. Zamanımızda jet imamlar var, bunların şerîatın yani dîn-i islâmın emirlerine muhâlefetdedirler. Yani böyle süratle Terâvih kılmak yok. Tervîhanın cem'i ki dört rekat kıldığımız terâvih kadar oturacağız, Kur`ân okuyacağız, tesbîh okuyacağız, yâhud ilâhi okuyacağız. İlâhiler, Kur`ân-ı Kerîm'in ve Ehâdis-i Nebeviyye'nin manâlarını nâtık, makâm ile halka tattırılmasıydı. Şimdi meselâ bir makâmsız okunan vari bir makâmlı. Meselâ, "Kullarında yok sana lâyık metâ", ilâhinin güftesi.
Bu şekilde, Ramazan'ı hoşgeldin diye karşılarlardı ilâhilerle.
* Yâ Hannân Yâ Mennân diye bir şey okunur muydu?
Evet bu tesbîhi de yaparlar, yirminci rekatda yapılır bu. Yirminci rekatda "Yâ Hannân ve Yâ Mennân" tesbîhleri, yani bu esmâ-i ilâhiyye çekilir, sonra arkasından "Rabbenâ" âyet-i kerîmesi okunur.
İkinci dört rekatda Uşşak makâmıyla okunur, ilk akşamı. Gene bir ilâhi okunur. Onun arkasından dört rekat sabâ makâmı okunur. Onun arkasından dört rekat eviç makâmı. Sonra dört rekat Acemaşiran. Bu makâmlara riâyet ederek okunurdu. Yani hâriçden gelen bir adam câmiye geç kalırsa, imâmın okuduğu makâm üzere, namazın kaçıncı rekatı olduğunu bilirdi. Yani bunun fâidesi bu. Hem süsü, hem fâidesinden bir tânesi de bu. Hâriçden geldi bir adam meselâ on ikinci rekatda, câmiye girdi, ilâhi okuyorlar, yâhud imâmın okuduğu makâm ile kaçıncı rekat namaz kılındığını bilirdi. Bu şekilde tanzîm etmişlerdi.
Yatsı namazının farzı Segâh ile başladığı için, gene Salât-ı Vitir Segâh makâmıyla bitirilir, sonra duâlar edilir, cumhur müezzinlik yapılırdı. Sarayda böyle yapıldığı için, cumhur müezzinlik yapılırdı. Büyük âminler çekilir, duâlar edilir Cenâb-ı Hakk'a. Ve Allah'a hamd ü senâlar edilirdi ki, "Bizi Ramazan'a yetiştirdin", bunun meâlinde Cenâb-ı Hakk'a duâ edilirdi, yetişdik diye. Ve nihâyetine kadar Cenâb-ı Hakk'dan sıhhat u âfiyet dilenilir, bu sıhhat u âfiyetle Rabbilerine kullar ibâdet edeler ve Cenâb-ı Hakk'ın emrini yerine getireler.
Yatsıdan sonra minârelere müezzinler temcid okumaya çıkardı.
* Temcid nedir efendim?
Efendim kasîdeler, naatlar. Peygamberimiz hakkında ve Ramazân-ı Şerîf'in duhûlü hakkında büyük Türk sôfîlerinin tanzîm etdiği nutuklar okunurdu.
* Bir örnek verebilir misiniz? Hatırınızda olan var mı?
Evet, meselâ,
Bunun gibi böyle. Bu, sahura kadar devâm ederdi. Evet, sahura kadar minârelerde okunurdu.
Büyük câmilerin de minârelerine mahyalar kurulur, bu mahyalara Kelime-i Tevhîd, Kelime-i Şehâdet ve Kur`ân-ı Kerîm'in hakâiki ve esrâr-ı ilâhîye âid âyetler yazılırdı. On beşine kadar. Esrâra âid meselâ, "El-hamdü lillahi rabbi'l-âlemîn". Mühim bir âyetdir bu ki Cenâb-ı Hakk bütün mevcûdâtın rabbidir, yalnız mü'minlerin rabbi değil. Ama âkıbet müttakîlerindir, "ve'l-âkıbetü lil müttakîn" yazılır arkasından. Ramazan'ı bu şekilde karşılar idik.
* Çok zaman gece yarılarına kadar ibâdet edildiği için, sanırım eski hayâtımızda sabahları pek durgun olurdu, değil mi?
Onu da anlatayım. Devlet, devlet memûrlarına, Ramazan'a mahsûs olmak üzere, ki saat onda yani bugünkü saatle saat onda vazîfeye giderlerdi, iki saat müsâmahakâr davranırdı. Esnaf da gene böyle iki saat geç açardı. Zâten halk kalkmazdı ki sabahleyin yani ibâdetde kaldıkları için bu böyle bir âdet olmuşdu. Hattâ eyyâm-ı sâirede yani diğer günlerde kılınan sabah namazları gibi uzun kılınmazdı. Kısa sûreler okunurdu. Ki halk uykuya gitsin, yatsınlar diye.
Sonra aynı zamanda hem müslüman, hem dînin emirlerine riâyet ediyor, hem de biraz neşelenmek isteyenler de Terâvih'den sonra Karagöz'e giderlerdi, Karagöz oynatılırdı. Karagöz bir eğlenceden ziyâde bir tasavvuf idi.
* Zâten perde gazelinde belirtiliyor.
Evet.
Çünkü Muhyiddîn İbn Arabî Hazretleri kaddese sırrah, Fütûhât-ı Mekkiyyesinde Karagöz hakkında büyük malûmât vermişdir. Ve bu tamâmen bir tasavvufdur. Tabii kışrında kalırsak, hikâyeler de böyledir, kışrında kalırsak, o cevizin acı kabuğu gibidir, hakîkatine inmek lâzımdır.
* Peki efendim, perde gazelinde belirtilen bu tasavvufî hikmet, gölgeler vâsıtasıyla nasıl belirtiliyor? Ne demek istiyorlar?
Bu, vahdete işâretdi. Nasıl ki Karagöz ve Hacivat'ın ve diğer hayâllerin hiç bir irâdesi yok ancak Karagözcünün idâresiyle ve onun irâdesiyle oynadıkları gibi, bütün mevcûdâtın Hakk'ın yed-i kudretinde bu şekilde hareket etdikleri ifâde edilirdi. Sahne, âlem-i şuhûda yani dünyâ yaşayışına, Karagözcünün görünmemesi, perde arkasında olması, Cenâb-ı Hakk'ın gözlerden nihân olmasına, perdede zuhûr eden hayâller, insanların hayâlden başka bir şey olmadığını ifâde ediyordu. Ve konuşan da konuşduran da Hakk olduğunu izhâr ediyordu. Vahdet-i vücûdu bu şekilde ifâde ederler idi. Ve Karagöz oynatanlar mücerred böyle Karagözcü ve sâir ilimden bî-behre olan kimseler değillerdi. Hattâ bazı tekâyâ meşâyihi, tekke şeyhleri, irşâda memûr olan zevât, bunlar oynatırlardı, gösterirlerdi Karagöz'ü.
* Zâten şeyhleri Şeyh Küşterî.
Küşterî Hazretleri, evet. Efendim, Bursa'daydı kabri, Ulu Câminin karşısındaydı, bir gecede yıkmışlar, fotoğrafçı dükkanı yapmışlar. Fakîr gitdim ziyâret etdim. Akşam türbeydi, sabahleyin fotoğrafçı dükkanı olmuş.* Bursa'da bir kabir var, Karagöz Hacivat diye, o nedir?
Efendim, o şeyde, Çekirge yolunda var. Çekirge yolunda onlara isnâd edilen iki kabir var. Hacivat'ın ve Karagöz'ün kabirleri. Zâten bidâyetde anlaşıldığına göre yani aldığımız, duyduğumuz, okuduğumuz, bize gelen haberlere göre, ilk defa Şeyh Küşterî bu Karagöz'ü ihdâs etmiş. Söylenmeyecek sözleri pâdişaha Karagöz vâsıtasıyla söylermiş. Yani rû-be-rû pâdişaha söylenmeyecek, arz edilmeyecek bir meseleyi, onu pâdişaha duyururlardı.
* Efendi Hazretleri bize şeyi söyler misiniz, bu Ramazanlarda gufrân ayı olduğu için günahkâr, hapishâneden çıkmış, adam öldürmüş, katletmiş, gibi şeyler işlemiş kimseler, Ramazanlarda kendilerini affetirmek için câmilere, tekkelere, meşâyihe, türbelere daha çok mu gelirlerdi?
Efendim, bunların hepsi, Receb Ayı tövbe ayı olduğu için, tövbe etmek isteyenler, Receb Ayında tövbe ederler ve bu tövbeyi de bir mürşid önünde yaparlardı. Yani mürşid eli tutarak yaparlardı.
* Ramazan Ayında değil yani.
Hayır, Receb'de başlar hâdise. Fakat Ramazan'a hazırlıklı gelirdi. Çünkü Receb Ayında tövbe edecek ki, gözyaşı dökecek, Şabân ayında ekmiş olduğu tohum meyva verip Ramazan'da ekdiği meyvasını toplayacakdır. Şartı böyle olmuş. Tohum Receb Ayında ekiliyor, gözyaşıyla sulanıyor ve Ramazan Ayında meyvası alınıyor. Buna inanırlardı ve böyledir.
Rumlar Ramazan'a hürmeten meyhâneleri tamâmen kapatırlardı. Ve alkolik olan zevât da katiyyen ağzına içki koymazdı. Bayram ertesine kadar. Meselâ eski devirde bazı içki meşrebi olan kimseler var, meselâ Bektaşîler ekseriya içki kullanırlar, Ramazan'a hürmeten ağza katiyyen içki konulmaz, ancak bayram ertesinden sonra içenler içerlerdi. Hıristiyanların elindeydi, meyhânecilikl ve umûmhânecilik .Şimdi müslümanların eline geçdi. O vakit müslüman, böyle meyhânecilik yapmazdı. Diyelim Mehmed isminde bir adam, Meyhâneci Mehmed, bu olacak iş değildi, olmazdı. Ve Hıristiyanlar da müslümanların itikâd ve îmânlarına hürmet ederler. Oruç turmayan kimseler bulunabilirdi, inanmayanlar bunlar, fakat inananların itikâdlarına hürmet ederler, âşikâre oruç yemezlerdi.
Büyük ağniyâ yani zenginlerin konakları, Ramazan'ın birinci akşamından itibaren açılır ve adamlar yollara çıkar, gelen geçen fukarâ-i müslimîni ellerinden tutarak, hânelerine yemeğe götürürlerdi. İş yemek yemekle bitmez yemekden sonra da diş kirası verilirdi.
* Hattat Sâmi Efendi hakkında böyle bir şey anlatılır.
Fakîr, başka bir şey anlatacağım. Zeynep Hanım, hastahâne sâhibi, Sultan Azîz'i evine davet etmişdir. Sultan demiş ki, "Diş kirâsı isterim ama" demiş. "Hay hay pâdişahım" demişdir. Sultan Abdülazîz gelmiş, orada iftar etdikden sonra Zeynep Hanım hazînesinde ne kadar mücevherâtı varsa, hepsini bir tepsiye doldurmuş, üzerine de bir Kur`ân-ı Kerîm, Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin yazmış olduğu bir Kur`ân-ı Kerîm'i koymuş, sultanın önüne götürmüşdür. Sultan, Kur`ân-ı Kerîm'i diş kirâsı olarak almış, diğer huliyyâtı Zeynep Hanım'a hediye etmişdir.
Gene bunun gibi anlatacağım şeyler var. Bazı hattatların yazdığı Kur`ân-ı Kerîmler ve tesbihçilerin yapdığı tesbihler. Meselâ bir tesbihçi, senede beş tâne tesbih yapardı, bunu Ramazan'a saklardır. O devirdeki bulunan zenginler ve yüksek vükelâ, vâliler, paşalar, gelir tesbihçiye, "Bir şey var mı?" diye sorar, o da yapmış olduğu beş tesbihi çıkarır, "Şunları yapdım" der, çıkarır gösterir, onlara mukâbil, o adamın bir sene yiyecek nafakasını verir, rahat rahat.
* Sanatkârı desteklemek için değil mi?
Tabii, elbet. Gene her hangi bir kimse de böyle yapardı. Meselâ saray aldırırdı ekseriya. Saray, sadrazamlar, paşalar, yüksek zevât böyle, tesbih, Kur`ân-ı Kerîm, Delâil-i Hayrât, eski kitâblar, büyük zevât gelirse hânelerine, onlara diş kirâsı olarak tesbih verilir yâhud bir yazma Kur`ân-ı Kerîm verilir, bu şekilde diş kirâsı verilirdi. Fukarâ-i müslimîn giderse onlara herkes durumuna göre, üç altın, beş altın, üç mecidiye, beş mecidiye. Ama bu, o gün için çok büyük para. Yani bugünün parasıyla kıyâs edersek küçük görünecek ama o gün için büyük para. Fukarâya bu şekilde tevdi edilirdi. Gene Ramazan'ın bidâyetinde zenginler, zekâtlarını bir tarafa çıkarırlar ve mahallede bulunan fukarâya Ramazan'ın birinde tevdi ederlerdi ki verilen zekâtlarıyla onlar nafaka alsınlar ve o nafakayla oruç tutsunlar diye. Böylece fukarâ-i müslimînin gözyaşı silinirdi. Bu böyle zenginlerin âdeti. On beşinden sonra, bütün müslümanlar kapılarını birbirlerine açarlar, dostlarını davet ederler, karşılıklı iftar verilirdi ve bir bayram havası eserdi. Bu ne bir kelimeyle tarif edilir, ne yazıyla yazılır. Ancak görmek lâzım ve tatmak lâzımdı.
Veli Efendi nâmında bir kubbe vezîri var, zengini ağniyâdan ve aynı zamanda çok nüktedân bir adam.
* Kubbe vezîri?
Yani saraya gidip geliyor, kurenâdan, pâdişahın kurbiyyetinde bulunan bir zât. Bu zât-ı muhterem, zengin olmasına rağmen, eli çok bol ve çok şakacı, nüktedan bir adam kendisi. Üsküdar tarafından İstanbul'a geçerken kayığıyla, bakmış bir hocaefendi, molla efendi, üstü başı eskice, başında sarığı eski, cübbesi eski filan, iskele kenarında duruyor. Kayıkçıya demiş ki, "Seslen hocaefendiye" demiş, "İstanbul'a gidiyoruz, buyursun, onu da götürelim. Para almayalım deyince hoca gelir" filan demiş. Kayıkçı seslenmiş, hoca "Hay Allah râzı olsun" demiş, kayığın baş tarafına binmiş adam. Tabii kayık saltanat kayığıdır, bir vezir kayığıdır. Veli Efendi demiş ki, "Hocaefendi, başda oturmakla olmaz, arkaya gel, yol konuşa konuşa biter, borç ödeye ödeye" demiş. Hocayı yanına almış
"Hocaefendi, nereden gelip nereye gidiyorsun?" demiş. "Valla, konakları çıkdım" demiş, "Çamlıca'ya. Oralarda kendime bir Terâvih kıldıracak konak aradım". Çünkü konaklarda yetmiş seksen kişi bulunurdu. Seyisler, tayalar, köleler, aşçılar, yetmiş seksen kişi yani, bir konakda. Onun için konağa bir imam lazım, Terâvih kıldırmak için ve halka dînini diyânetini öğretmek için bir adam getirmek lâzım. "Yaaa öyle mi?" demiş Veli Efendi de, "Ne oldu?". "Yer bulamadım, dönüyorum. Müteessîrim" filan demiş. "Yâhu biz de bir hoca arıyoruz, konakda Terâvih kıldırmak üzere, iyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş, haydi çevir kayığı" demiş. Hocaefendi, "Öyleyse ben bir eve gideyim, haber vereyim" demiş. "Yok" demiş, "sen bana evin adresini ver, ben senin evine haber salarım" demiş.
Hocayı getirmişler köşke, hoca nâçâr râzı olmuş. Kendisine bir oda göstermişler. Eski bir hasır. Rutûbetli bir oda. Vezir köşküne hiç yakışmayacak bir oda. Bir testi su. "Hocaefendi sen burada biraz dur" demişler, "biz sana bir oda açacağız, oda açılıncaya kadar sen burada meks et, kal" demişler, "odanı hazırlayacağız" demişler. "Peki" demiş adam oturmuş oraya. Tabii o akşam Ramazan, yevm-i şekkmiş, Ramazan. Yani yevm-i şekk ki Ramazan'dan bir gün evvel. Ramazan mı değil mi halk arasında ilânına kadar olan gün. Hocaefendi Hazretleri orada kalmış. O akşam Akşam namazı kılmışlar. Önüne biraz zeytin ekmek getirmişler hocanın. Yemiş, etmiş, "Herhâlde sahura yemek çıkaracaklar" demiş hocaefendi. Fakat sahurda gene bir parça zeytin ekmek, kuru ekmek filan, hocanın önüne. "Acâib" demiş, "herhâlde yemek pişmedi yoksa beni unutdular mı burada" filan demiş adamcağız kendi kendine. Ertesi gün mukâbeleyi okumuş, vaaz etmiş, nasîhat etmiş filan orada bulunan halka. Bir odayı tahsîs etmişler ibâdet etmek için. Ki bazı konaklarda konağın ehâlisi yâhud hanımı, beyi ibâdet etsin diye bir odayı mescid yaparlardı. Âdet böyleydi. Yakın zamana kadar bizim de meselâ mahallede oturanların, bazı zevâtın ibâdet için ayrılmış odaları vardı. Neyse akşam olmuş, iftar olmuş, gene hocanın önüne zeytin getirmişler. Hoca taaccüb etmiş, "Allah Allah" demiş, "bu ne biçim şey, üç akşamdır zeytin" filan. Çağırmış ağayı. Ağa, "Yemekler bozulmuş" demiş, "ekşimiş, onun için bu akşam bunu yiyin" filan. Velhâsıl, akşam zeytin, sahurda zeytin, akşam zeytin, sahurda zeytin filan. Çıkmış, "Yâhu" demiş, "bu konakda yemek pişmiyor mu?" demiş. Mutfağa inmiş, kuşun sütünden turnanın yoğurduna varasıya kadar her şey yapılıyor. "Aşçıbaşı" demiş, "ben buranın imamıyım, biliyorsun beni, bana biraz yemek niye göndermiyorsunuz?" demiş. "Efendim" demiş, "biz beyefendinin emri olmayınca, yemek veremeyiz. Sizin hakkınızda emir versin, hepsini verelim". "Artanı ne yapıyorsunuz?". "Artanı döküyoruz". "Aman bana verin, ben yiyim" demiş, "Olmaz" demiş, "veremeyiz, artanı da veremeyiz. Çünkü hep emirle iş görülür burada" demiş. Velhâsıl hocaya bu şekilde bayramı yapdırmış Veli Efendi.
Bayram günü, halk içeri giriyorlar, beyi bayramlıyorlar, bey kimine kürk, kimine şal, kimine bir torba altun yani para veriyor. Ağalar, seyisler, şunlar, bunlar filan hep sırayla.
Hocaefendiyle de şöyle görüşmüşler, "Ne istersin?" demiş, "bir ay namaz kıldıracaksın bana" demiş vaktiyle, bidâyetinde. "Efendim, mürüvvete endâze olmaz, ne verirseniz eyvallah" demiş. "Bak benim gönlüm isterse, yüz altun veririm, gönlüm istemezse on para vermem" demiş. "Dîn parayla olmaz" demiş. "E peki" demiş.
Hoca girmiş huzûra, "Bayramınız mübârek olsun Efendi Hazretleri. Allah mübârek etsin, ıydiniz saîd olsun, Allah uzun ömürler versin" filan. "Güle güle hocaefendi, memnûn oldum sizden, seneye konağın kapısı gene açık" demiş. Hoca dışarı çıkmış, hocaya yok bir avâid. Bütün Ramazan da zeytin tânesiyle kuru ekmek yemiş fukarâ. "Acaba unutdu mu beni, tanımıyor mu?" demiş, tekrar içeri girmiş. "Efendim bayramınız mübârek olsun, bendeniz imamım, siz getirdiniz eni buraya" filan, "Evet tanıdım seni" demiş, "senden çok memnûn oldum. Allah seni vâr etsin. Konağın kapısı seneye gene açık inşâllah buyurursunuz" filan. "Yoook!" demiş, "Biz vaktiyle konuşduk seninle" demiş, "dilersem para vereceğim, dilemezsem vermeyeceğim dedim. Benim gönlüm istemiyor, vermeyeceğim" demiş. Hocaefendi ağzını açmış, yummuş gözünü, ağzına geleni beye söylemiş. Ve çıkmış gelmiş evine. Gelmiş ki hocanın evi yok, yerinde yeller esiyor. "Ayol işte burası Hasan Efendi'nin evi, burası da Halil Ağa'nın konağı filan, Hoca Niyâzi Efendi'nin evi yok, nerede bu?" filan. Pencereyi vurmuşlar, "Hocaefendi gelsene, içeri girsene". Bakmış âilesi, sırtında ipekli kumaşlardan elbise, evin içerisinde halılar filan. "Hanım" demiş, "ben bir ay buraya gelmedim, sen başka kocaya mı vardın?"."Yok" demiş, "ne münâsbet" demiş, "Sen bir beyefendinin yanında imamlık yapmışsın, o beyefendi senden çok memnûn olmuş, geldi evi yapdırdı, sana beş yüz altun para bırakdı, dört tâne kürk, şallar, elbiseler, kumaşlar, şunlar bunlar filan". Eyvah! Hoca yapdığına nâdim olmuş. Ağzına geleni söylemiş.
Sonra tekrar gitmiş, özür dilemeğe. Bey kendisine yüz ermezmiş sözde. Başını çevirip sokağa bakarmış. Hocaefendi demiş ki, "Beyefendi" demiş, "Sana ben ne kadar kötü söyledimse hepsini üzerime alıyorum, beni affet, kusura bakma" demiş. Sonra demiş ki, "Ben senin bugününü arıyordum" demiş Veli Efendi "Senin böyle bir zamanını arıyordum, bu zamanında sana yardım etmek istiyordum, bu şekilde yapdım. Hem seni riyâzata alıştırdım, Ramazan münâsebetiyle hem riyâzata girdin, hem hakîkaten Ramazan'ı tuttun" demiş. Çünkü Ramazan demek eyyâm-ı sâireden fazla yemek manâsına değil. Eyyâm-ı sâirede yediğimiz ne ise, aynını yemekle mükellefiz ve az yememiz lâzım ki Ramazan'ın zevkine erişelim. Hocaya bunu tattırmış yani manevî mürşid olmuş.
Ramazan'a mahsûs olmak üzere, alaturka mûsıkî, klasik mûsıkî, Türk mûsıkîsini icrâ etmek üzere gazinolar yapılırdı, Ramazan'a mahsûs olmak üzere.
* Semâi kahvehâneleri.
Evet, ama bunlar menkûl yani Ramazan'dan sonra yıkılır. Panayır gibi yani. Meselâ Saraçhânebaşı'ndan alırız Şehzâdebaşı'na varıncaya dek bazık kapalı kahvelerde veyâhud da Ramazan'a mahsûs yapılan gazinolarda halk Terâvih'den sonra mûsıkî dinlemeye gider, gelir oturur, çay, kahve içer ve bütün hânendeler, sâzendeler alaturka müzik yaparlardı.
Sonra pehlivanlar güreşirdi. Bütün pehlivanlar gelir, Ramazan'a mahsûs olmak üzere güreşirlerdi.
Aynı zamanda bir çok aşçılar, bunlar usta aşçılar, Ramazan'da ibâdullaha hizmet etsin diye Ramazanlık seyyar lokanta açarlardı. Ağız tadıyla yemek yedirsinler diye, para kazanmak için değil. Ramazan şerefine yapılırdı bu iş. Meselâ bir konakda bir aşçı çalışmış elli sene, tekâüd olmuş bu adam, bırakmışlar, rahat. Bu adam Ramazan'da tutar otuz gün lokanta açar, seyyar lokanta. Ama böyle mülevves, pis değil, zamanımızdaki gibi. En nâdide şeyler. Meselâ şerîatda bir adam elini kovaya soksa, parmağını, abdest alınabilir, eli temizse eğer. Eski devirde elini kovaya soksan, mikrop olur diye, aldırmazlardı yani. Şerîatdan da sıkı. Halk o kadar temiz, o kadar temizdiler yani. Meselâ bir adam cünübken su ısındı mı ısınmadı mı diye, eli temiz oldukdan sonra, suya sokup bakabilir yani şerîata, fıkıh kâidesine göre. O devirde abdestli de olsan soksan o sudan içirmezler, abdest de aldırmazlardı, mekruh oldu diye. O kadar, öyle titiz aşçılar yani. Ve ağız tadıyla yemek yaparlardı. Bunlar sırf Ramazan'da ibâdullah hizmet olsun diye. On beşinden sonra adam çevirirler, fî sebîlillah, oturtur yemek yedirir. İftarda. "Erenler nereye gidiyorsun gel otur yemek ye" filan. Yâhud herhangi bir hayır sâhibi adam. Çıkmış evi yokdur o adamcağızın, bu adam bir fukarâyı çevirir oturtur yemek yedirir ona, beraberce ikisi iftar ederler. Böyleydi.
Hele mahalle teşkilatlarında, çok acâib yani mahalle teşkilâtları. Câmiden çıkarlar, Ramazan'ın ilk akşamında, konuşulur evvelâ orada, "Yâhu mahallede yetişen yetim kız var, şunu evlendireceğiz. İşte Ramazan geldi, zekâtınızı hesaplayın arkadaş, birâder". Evdeki geçimsizlikleri de bunlar hallederler, mahkemeye işi aksettirmezler, kadıya. Kavga çıkmış, iki komşu birbiriyle çekişmiş, ihtiyar heyeti bunları çağırır, bunları barıştırır. Karakola yâhud karakoldan sonra mahkemeye filan böyle bir şey olmazdı. Mahkemeler boşdu yani. Pek enderdi mahkemeye giden, evvelâ mahalle tutardı işi. Mahallede bulunan fukarâ tesbit edilir, bunlara Ramazan erzâkı verilirdi. Ve aynı zamanda imâretler vardı, bu imâretlerhayır yerleri, evkafa bağlı.
* İstanbul'da nerelerde vardı hocam bunlar?
Efendim, her tarafda, birader hangisini sayalım. Birkaçını sayalım. Eyüp Sultan, Sultan Selim, Fâtih, Şehzâdebaşı, Lâleli Câmisi, Bayezid İmâreti, şimdi bugün kütüphâne olmuşdur orası, orada bir de Dârü'l-Gurebâ var idi. Binâsına biz yetişdik. Bu da garîb olan kimse, ister müslim ister gayr-ı müslim, orada üç gün kalıyor, üç gün sonra üç günlük erzâkını veriyorlar, torbasına koyuyorlar, yoluna gitsin diye. Ecnebî olsun, gayr-ı müslim olsun. Dârül'-Gurebâ böyleydi.
Sonra toplanılır meselâ, işte, "Filancanın kızı, yetîmi var filan, yâhu Ramazan mübârek geldi, hayır hasenâtın ecir ve sevâbını Allah kat kat verir, karyolasını sen al, sen yatağını al, sen tenceresini tabağını al, efendim bu şekilde o fukarâyı başgöz ederlerdi yani bayram ertesi. Bu şekilde.
Koca Râgıb Paşa geliyormuş, bakmış ufak bir çocuk ağlıyor ve yerlere bakınıyor böyle. Demiş, "Evlâdım, sen niye ağlıyorsun yavrum" demiş, başını okşamış çocuğun. Demiş, "Annem bir metelik verdi, beni bakkala gönderdi, tuz alayım diye, ben meteliği kaybetdim, onu arıyorum yerde" demiş. "Bulamazsam meteliği annem beni paylayacak, dövecek" filan. Demiş, "Evlâdım onun için ağlama, bak ben sana beş kuruş vereyim" demiş, sen git tuzu al, üstü de senin olsun" filan. Demiş, "Amca ben bu parayı alamam" demiş. "Neden?" "Annem sorar" demiş "sen bu parayı nereden buldun diye". Demiş ki, "Evlâdım, annen sorarsa de ki, Sadrazam Râgıb Paşa'yı gördüm, meteliği kaybetmişdim, ağlıyordum, Paşa bana bu beş kuruşu verdi dersin" demiş. "Annem ona hiç inanmaz" demiş. "Neden?". "Koskoca Devlet-i Aliyye-i Osmâniyyenin sadrazamı adama beş kuruş mu verir der daha çok döver" demiş. Deyince Paşa durmuş, kolundan tuttuğu gibi eve gitmiş, kapıyı çalmış, kadın çıkmış, demiş ki, "Hanım, bu çocuğu bana vereceksin, ben bunu okutacağım" demiş, "ben Râgıb Paşa'yım, sadrazamım" demiş. Kadın vermiş, okutmuş. Ve işte Şâir Haşmet böyle yetişmiş.
Bu ağniyâ kendi fukarâyı tesbit edemezse mahallenin şeyhine, imâmına para veriyor ve kendisini bildirmiyor. Diyor ki meselâ, "Filan Efendi fakîrdir, ona sen ver ve benim verdiğimi de söyleme" diyor, onu kalkındırıyorlar bu şekilde. İmam efendi vermiş oluyor, şeyh efendi vermiş oluyor. Sonra gene tekâyâ ve zevâyâ da bulunan fukarâ. Meselâ tekkelere zamanımızda söylüyorlar ya tembel evleri filan diye, öyle bir şey yok. Bizde içeride yatanlar var yüz tâne mushaf yazmış adam. Ancak buraya, o devirde fakîrhâne yani dârülaceze olmadığı için, fakir evi, kimsesi kalmayan, kötürüm filan kimse düşerse, onu getirip tekkeye bırakıyorlar, orada çorbasını yediriyorlar ve dervîşler hizmet ediyorlar yani. Bu şekilde. Tembelhâne değil, bilakis cemiyete yardım eden bir müessese. Sonra iş bozulmuş, kazığından çıkmış. Neden? Memleket başka derde düşmüş. İstanbul'u siz görseydiniz elliden evvel, buradan çıkarayım sizi Atik Ali Paşa'ya oradan bakdığın vakitde Çapa'dan geçen tramvayların içindeki adamları sayardın birer birer. Bütün yangın yeriydi başdan aşağı. Yakdılar İstanbul'u. Yandı İstanbul. Bütün âsâr-ı islâmiyyeyi yakdılar. Kundak sokup yakıyorlardı, bütün Türk eserlerini kaldırsınlar diye İstanbul'da. İşgalde filan.
Efendi Hazretleri İstanbul'da muhâfaza edilen Hırka-i Şerîf hakkında da şu malûmâtı lutfetdiler :
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin sırtına giymiş olduğu cübbesidir, hırkasıdır, cübbesidir. Biz hırka ve cübbe diyoruz. Bu da Hazret-i Üveys el-Karanî'ye, tâbiînden Üveys el-Karanî Hazretlerine, Efendimizin vasiyeti üzerine intikâl etmiş olan bir hırkadır. Üveys el-Karanî Hazretleri, Cenâb-ı Peygamber'i sağlığında baş gözüyle görmemiş, o devre yetişdiği hâlde, annesinin hizmetine bakdığından dolayı, râvîlerin etdiği rivâyete göre. Sonra bir gün müsâade etmiş. "Git" demiş, "Resûlullah hânesindeyse kendisiyle mülâkat et, sohbet et, değilse hemen dön gel" demiş. Onun üzerine Cenâb-ı Üveys el-Karanî geliyor, Cenâb-ı Peygamber'i hânesinde arıyor, Hazret-i Âişe kapıyı açıyor, diyor ki, "Efendimiz evdeler mi?" diyor. O vakit diyor ki Cenâb-ı Âişe radıyallahu anhâ vâlidemiz, "Efendimiz dışardadır, evde değil" diyor. "Peki öyleyse, Yemen'den Üveys geldi dersiniz" diyor. "Şefâatden bizi mahrûm etmesin" diyor, çıkıyor gidiyor. Sonra Cenâb-ı Peygamber geldiği vakitde, soruyor, "Eve kim geldi Yâ Âişe" diyor. "Üveys nâmında bir zât geldi" diyor. "Annesinin müsâadesi bu kadarmış, size selâm söyledi, dönüp gitdi" diyor. Sonra Cenâb-ı Peygamber, "Bize Yemen'den dost kokusu geliyor" diye ikide birde ashâbına söylerlermiş. Demişler "Yâ Resûlallah, niye gelmiyor mâdem dostunuz Üveys?". "Üveys'de cezbetin min cezebâti'r-Rahmân vardır" diyor, "onun için gelmez" diyor. "Fakat gelecek, benim âlem-i cemâle göçüşümden sonra gelecekdir" diyor ve hırkasını çıkarıp Hazret-i Ali kerremallahu vecheye veriyor. Diyor, "Geldiği vakitde bu cübbeyi kendisine veriniz, hırkamı, ümmetime duâ etsin. Elinin ayasında bir nûr vardır, oradan bileceksiniz kendisini" diyor. Karan köyünden, Yemen'in Karan nahiyesinden. Hazret-i Ömer zamanında geliyor bu zât-ı muhterem, Hazret-i Ömer'in hilâfeti zamanında. Hazret-i Ali'yle beraber, soruyor Hazret-i Ömer, diyor ki, "Cenâb-ı Peygamber'in bize ihbârı var" diyor, "içinizde Üveys el-Karanî nâmında bir kimse var mı?". Diyorlar ki "Böyle bir kimse yok". "Olması lâzım diyor". Sonra diyorlar ki, "Bir deve çobanı var" diyorlar, "develeri güdüyor bu adam fakat hiç bu insanların arasına girip sokulmaz, dâimâ kendi başına ibâdet eder" diyorlar. "İşte onu arıyorum" diyor. Gidiyorlar, buluyorlar Üveys'i, secdede buluyorlar ve Cenâb-ı Peygamber'in Hırka-i Saâdet'ini kendisine takdîm ediyorlar. Diyorlar ki, "Bu, Resûlullah'ın sana hediyesidir. Ümmet-i Muhammed'e duâ etmenizi tenbîh buyurdular" diyorlar. Onun üzerine Üveys alıyor hırkayı, "Yâ Rabbi, bu senin resûlünün hırkasıdır, bana giymek üzere göndermiş ve ümmetine duâ etmemi tenbih buyurmuşlar, Ümmet-i Muhammed'i nârından âzâd eyle" diyor. Ağlamaya başlıyor ve Cenâb-ı Hakk'a niyâz ve ilticâ ediyor. Ve Hazret-i Ali'yle Cenâb-ı Hazret-i Ömer de geri çekilmişler, uzaklaşmışlar kendisinden. Tekrar secdeye kapanıyor, gene aynı münâcatda bulunuyor. Tekrar secdeye kapanıyor, geliyorlar, "Yâ Üveys, nedir?" diyorlar. Diyor ki, "Bıraksaydınız üçüncü temennîmi de Allah'dan niyâz etseydim, ümmetin kâffesini kurtaracakdım. fakat ikisi bahşolundu" diyor. Ve "Bu hırkayı giymem Yâ Rabbi, Ümmet-i Muhammed'i affetmeyince" diyor.
O Üveys'den kalan hırka, döne dolaşa, buraya Sultan Mecid zamanında, Sultan Abdülmecid zamanında buraya intikâl ediyor. Fakat böyle şeyler, senedli olur. Meselâ bir harkıyı alırsın, "Bu Peygamber'in hırkası" denmez, bunun senedâtı vardır. Her devirdeki bulunan halîfe, yâhud mü'minlerin emîri olan kimse, bunu tasdîk eder. Acaba anlatabiliyor muyum?
* Mülâkata gelenlerden biri, "Evet hocam. Yalnız Anadolu'da da bazı şehirlerde var, meselâ Maraş'da var hocam" deyince, orada bulunan bir zât, "o sakal-ı şerîf" diye uyardı.
Burada da var, sakal-ı şerîf.
* Değişik câmilerde de var mı meselâ İstanbul'da da?
Var. Efendimizin saçı ve sakalı. Haccetü'l-Vedâ'da Cenâb-ı Peygamber, saçını ve sakallarını taksîm etmiş ve halka hediye olarak bırakmışdır. Meselâ tırnaklarını Muaviye almışdır. Cenâb-ı Peygamber'in tırnaklarını. Ve vefât etdiği vakitde ağzına koydurtturdu. Ve gene Cenâb-ı Peygamber'in bir gömleğini sardırttırdı kendisine.
Peygamberimizin mübârek ayağındaki çocukluğundaki kundurası, buradaydı. Sultan Selim'in türbesindeydi. Hilâfet emânetlerini Sultan Selim aldığı için, pabuçunu kendi türbesine koydurmuşdu, türbeler kapandığı vakitde, çekdiler kapıyı kapadılar, üzerine güvercinler pislediler, türbenin yarısına kadar. Sonra türbeleri açdılar, açdılar ama bütün eşyâ yanmışdı, mahvolmuşdu. Hepsini kaldırıp attılar çöplüğe gitti Peygamber'in ayakkabısı.
Sonra, o hırka intikâl etmiş. Sultan Mecid Han bu Hırka-i Resûl'e hürmeten bir câmi inşâ ettirmiş, ismini Hırka-i Şerîf Câmisi koymuş. O günden itibaren, Ramazan'ın on beşi dedi mi evvelâ sultan, sultân bizâtihî kendi gelir buraya, selâmlık yapar, sonra halk ziyârete gelirler. Aynı zamanda Topkapı Sarayında da pâdişah Hırka-i Şerîf Dâiresine gider, Ramazan'dan evvel, açar dâireyi, kendi süpürür. Nasıl bugün Faysal, Kabe'nin içini yıkıyorsa, Hac mevsimide, bizâtihî. burada da pâdişah bizâtihî, yâhud Vâlide Sultan veyâhud sultan hanımlardan bir tânesi gelirdi. Ondan sonra ziyâret o günden itibaren halka açılırdı.