15 Mayıs 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri Kitâbü'n-Netîcesinde "فَقَضٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ" âyetî celîlesini îzâh ederken buyuruyorlar ki :
Yedi aded semâvât ve yedi aded dahi arz etdi ki her semâ bir arzın fâili ve her arz dahi bir semânın kâbilidir. Ve Fa''âl Allâh Teâlâ'dır ki mebdeü'l-fevâ'ildir. Onun için "فَعَّالٌ لِمَا يُر۪يدُ" dedi, sıyga-i mübâlağa ile. Pes, vech-i arzda olan te'sîrâtın cümle sûretde fevâ'ile ve ma'nâda mebde'e nisbet olundu ve bu ma'nâ tevhîd oldu. Zîrâ bir nesneyi esbâba nisbet etmek esmâya nisbetdir. Ve esmâ müsemmâya muzafdır, belki aynıdır. Pes, eğer muzâfdır dersen vâsıta isbât etmiş oldun ki insânın Hakk'a irtibâtı iki vechiledir ki, biri vâsıta iledir ki cihet-i kevniyyesine râci'dir ki 'akl-ı evvele müntehîdir. Ve biri bilâ-vâsıtadır ki cihet-i vücûbiyyesine âiddir ki tecellî-i ilâhîdir ki cemî'-i eşyâyı ve husûs üzerine insânı muhîtdir.
İşte tesbîh-i eşyâ tenzîh-i zâtdır ki bilâ-vâsıta mertebesidir. Ve tahmîd-i eşyâ teşbîh-i sıfâtdır ki bi'l-vâsıta mertebesidir. Ve vâsıta adem-i vâsıtanın zâhiridir. Bu ma'nâdır ki Allâhu Teâlâ zâhir ve bâtınla insâna tecellî etmişdir. Yani hem esmâ hicâbından görünmüş ve hem zâtından keşf-i nikâb etmişdir ki beyne't-tecellî ve'l-istitâr olduğu budur. Ve ekâmil-i nâsın bî-perde oldukları ve devâm-ı istiğrâk dedikleri mazhariyyete göredir ki mertebe-i hicâbdır, yoksa mertebe-i berk-ı zâtî değildir. Onun için kalbi yedi aded semâvât, yani yedi aded atvâr üzerine halk, dîde-i bâtını bu sürâdikât ile setr etdiği gibi dîde-i zâhiri dahi yedi tabaka kıldı. Pes, eğerçi bu tabakât vesâitdir, fe-emmâ müşâhedeye mâni' değildir.
Nazar eyle ki necm-i Zühal yedinci felekden ne vech ile semâvâtı hark ve vech-i arza 'aks eder. Gûyâ ki ortada vâsıta yokdur. Ve basarda olan tabakât dahi böyledir ve her tabaka mâ-fevkıne nisbetle arz gibi olmuşdur. Eğerçi her 'ulvî arzdan bir süflîye nâzırdır, fe-emmâ bu 'âlem merâtib-i izâfetdir. Zîrâ merâtib-i kevniyyedir. Ve 'arş-ı a'lâ merâtib-i semâvâtda ve 'akl-ı küll dahi mertebe-i 'arşiyyede müessirdir. Ve seb'-i tıbâk esmâ-i seb'anın zâhiridir. Pes, seb'-i semâvâtda zâhiren müessir olan 'arşdır, fe-emmâ bâtında müessir olan esmâ-i seb'adır. Onun için esmâ-i seb'anın nihâyeti Kahhâr'dır. Zîrâ tabakât-i tahtâniyyeye sıfat-i kahriyye tabakât-i fevkâniyyeden gelir. Onun için demişlerdir ki, "Nefs-i insâniyyede sıfat-i kahr vardır". Zîrâ 'ulvîdir. Zulüm yokdur. Zîrâ zulüm tab'îata hem-civâr olmakdan gelir, yoksa bi-hasebi'z-zât değil. Pes, her nesne kendi zâtı üzerine ibkâ olunsa onda zulüm mütesavver değildir. Onun için Hakk Teâlâ kendi zâtından zulmü nefy etdi ve sıfâtından biri dahi 'adl eyledi. Zîrâ zâtda sıfat-i 'adlden gayrı yokdur. Ve bundan sû-i karînin hâli zâhir oldu ve sıfat-i kevniyyenin küdûreti zuhûr buldu. Yani her ne küdûret ve kesâfet zuhûr ederse 'anâsır ve tabâi'den gelir, yoksa kulûb ve ervâhdan gelmez. Zîrâ kulûb ve ervâh Hakk'a muzâfdır. Onun için rûh-i insânî ebedî sa'îddir. Ve her ne şekâvet olursa rûh-i hayvânîye muzâf olur. Zîrâ rûh-i hayvânî kevnîdir. Rûh-i insânînin hâli bâlâda bilinmişdir. Ve esmâ-i seb'a-i enfüsiyyenin âfâkda sûreti kevâkib-i seyyâredir. Pes, hiçbir semâ ve bir arz yokdur ki bir rûh ile kâim olmaya. Ve semâ, arzın rûhu gibi olmuş oldu. Zîrâ arz onunla kâimdir. Meselâ bir hânenin sakfı olmasa ona hâne denilmez. Nitekim rûh olmasa meyyite insân denilmez. Zîrâ meyyit nısf-ı insândır.
Ve bundan "اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاءِ "sırrı zuhûr etdi. Yani her hânede sâkin olanların kıvâmı ricâl iledir ve ricâl onların rûhu gibidir ki mâ-bihi'l-kıvâmıdır. Pes, kendi rûhları kifâyet etmeyip rûh-i hâricî dahi lâzım geldi. Buradandır ki mürşid-i kâmile zarûret vardır. Zîrâ onun nefh-i nefesi olmadıkça mürîd meyyit gibidir. Zîrâ yalnız rûh-i hayvânîsi ile insân-ı kâmil olmaz. Ve rûh-i insânîsi bâtın ve hafîdir ki bi’l-fi'l asârı mahsûse değildir. Yani fi’l-hakîka âsârı zuhûr etmeğe tecellî-i cedîde muhtâcdır ki ol tecellî ve eser nefh-i cedîdden gelir. Ve ol nefh netîce-i vücûddur.
Ve bundan esmâ-i seb'adan "Lâilâheillallâh" mertebesi fehm olundu. Yani çünki arz semâvâtın gâyeti oldu, Kelime-i Tevhîd dahi bidâyeti oldu. Ve gâyet ve bidâyet bir yerde müctemi' olup sırr-ı ezel ve ebed zuhûr buldu. Zîrâ 'akl-ı evvelden mertebe-i rûhâniyyete ibtidâ sâdır olan Kelime-i Tevhîd idi. Ve mertebe-i cismâniyyetde dahi ibtidâ kelime bu oldu. Ve Kelime-i Tevhîd'e evvelü'l-esmâ denildi, yani 'urûcen ve nüzûlen. Zîrâ nihâyet bidâyete rucû'dur. Pes, Hakk'ın ma'bûdiyyeti, ibtidâ 'akl-ı evveli halk ile ve sâniyen insânı tasvîr ile ma'lûm oldu. Çünki insân mertebe-i Kahhâr'da makhûr ve fânî ola, ism-i Samed'de bekâ bulup makhûriyyet sıfatı kahhâriyyete mübeddel olur. Zîrâ cemî'-i eşyâ insân-ı kâmile müteveccih ve insân-ı kâmil olanların her birine hâlli hâlince gıdâdır. Zîrâ ism-i muhît-i külldür.
İşte burûc on iki ve esmâ on iki olmak bundan lâzım geldi. Yani vücûd-i âfâk on iki burcda olan devre menût olduğu gibi vücûd-i enfüs dahi on iki esmâya merbûtdur ki ol on iki esmâ bi-hasebi'l-ihâta doksan dokuz ve yüz ve belki bin ve bin birdir ki bunlar esmâ-i vücûbiyye. Ve insân-ı kâmilde bunların zılâlât ve 'ukûsü vardır ki ona esmâ-i kevniyye derler. Ve kevn başına bin ismin seyri vardır. Onun için üç yüz altmış bin âlem-i seyrânî vardır. Zîrâ bir sene üç yüz altmış gündür. Pes, her gün bin ism-i ilâhîye mütefassıl olıcak, 'aded-i esmâ üç yüz altmış bin olur. Ve esmâdan murâd sefer ve seyr ve seyâhatdir.
İmdi eğer sâhibü'l-esmâ isen seyr edegör. Çünki seyr etmeyesin esmâ sana hayâliyye olur, yoksa hakîkıyye olmaz. Var imdi, "Esmâyı tekmîl etdim" diye da'vâ ve lâfı ko. Zîrâ bunu diyen netîceden bî-haber ve hakâik-ı eşyâdan bî-eserdir.
֎