Evliyâ Türbeleri ve Tevessül

21 Aralık 2022 tarihinde yayınlanmıştır.

Dua
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri, 1970'li yıllarda kaleme aldığı Ziynetü'l-Kulûb nâmındaki eserinde türbe ziyâreti ve tevessül meselelerini müstakil bir fasılda ele alarak genişçe îzâh etmişlerdir. Faslın başında buyuruyorlar ki :
Ehl-i-irfân için ma'lûmdur ki, Türkiyemizin doğudan batıya her şehir ve kasabasında, hattâ her köyünde Allahu Sübhânehû ve Teâlâ'ya takarrüb etmiş evliyâullahın türbe ve kabirleri bulunmakdadır. Çoğu, Allah yolunda şehîd düşmüş olan bu velîler ve bu azîzler, mukaddes vatanımızın tapuları ve manevî muhâfızları olup vatan evlâdlarına da birer numûne-i imtisâldirler. Zîrâ atalarımızın islâmı götürdükleri yerlerde ibrâz etdikleri adâlet ve hakseverlik sâyesinde, bugün millî sınırlarımız dışında kalan ülkelerde dahi böyle azîz türbelerinden yüzlercesine, hattâ binlercesine rastlamak mümkündür. Bu Hakk velîlerine, yalnız kadir-kıymet bilir müslümanlar değil, başka ırk, din ve mezhebden insanlar da saygı ve itibar göstermekdedirler.

Bu iddiâmızın en canlı isbâtı Macaristan başkentini (Budapeşte) teşkîl eden iki şehirden Buda'nın, yani eski adıyla Budin'in yeşil tepelerinde güller arasında adı ve sanı unutulmuş Gül Baba olarak tanınan ve anılan veliyyullahın kubbesi ve türbesidir, ki Avrupa'dan, Asya'dan ve dünyanın her köşesinden gelen turistler bu büyük Türk'ün kabrini saygı ve huşû ile ziyâret etmekdedirler. Denilebilir ki, Gül Baba'nın türbesi Orta Avrupa'da Türk hâkimiyyetini temsîl eden muhteşem bir âbidedir.

Bir misâl daha verelim. Bilindiği gibi, Hazret-i Niyâzî-i Mısrî kuddise sırrahu'l-âlî Efendimizin merkad-i münevverleri, Ege Denizinde kâin ve bugün Yunan hâkimiyetinde bulunan Limni adasındadır. Hazret'in mübârek cesedini Türkiye'ye getirmek üzere mezkûr adaya giden Bursa Mısrî şeyhi merhûm Şemseddin Efendi'ye, mahallî idâre âmirleri ve dîn adamları, "Niyâzî-i Mısrî Hazretlerinin buradan götürülmesine katiyyen rızâmız yokdur. Siz, kendisine bizim kadar hürmet ve itibâr edemezsiniz. Irkımız, dînimiz ve mezhebimiz ayrı olduğu halde, Hazret'e derin bir saygı ve bağlılığımız vardır. Onun yüksek şahsiyetini takdîr edenlerden ve kadrini bilenlerdeniz. Türbesinin kandillerini, her akşam bâkire râhibelerimiz yakmakdadır. Cuma günleri, Hazret'in sancağını mendireğe çekiyoruz. Sefere çıkan kaptanlarımız ve denizcilerimiz, kendisinden niyâzda bulunur, selâmet ve emniyet dilerler. O, bizim feyz ü bereketimizdir, aslâ veremeyiz" dediklerini ve Şemseddin Efendi'yi geri çevirdiklerini, rahmetli üstâdımdan işitdim.

Verselerdi ne olurdu? İnsanın söylemeğe dili varmıyor ama, emsâli ecdâd türbeleri gibi, Hazret'in de türbesi harâbiye terk olunacak, mühmel ve bakımsız kalacakdı. Alman Üniversitesine mensûb gençler, şahsiyeti ve fikriyatı üzerinde doktora hazırlamak üzere sûret-i mahsûsada ziyâret ettikleri Hazret-i Muhyiddîn-i Üftâde'nin Bursa'daki türbesinin harâb ve bakımsız hâlini, derin bir hayâl kırıklığı içinde âdetâ ağlayarak fakîr'e anlatmışlardır. Ta'riz ve sitem için değil, fakat bir gerçeği açıklamak gayretiyle bu kadarcık bir istidrad yapdıktan sonra, konuya dönüyoruz. 

Evet, azîz yurdumuzun hemen her köşesinde yatan baba yâdigârı türbelerimiz, Allahu Azîmü'ş-Şân'a giden birer kapıdır ve hiç şübhe yokdur ki bu kapılar aynı zamanda birer hâcet kapısıdır. Nitekim, İstanbulumuzun her tarafında da, nâmlarını ve lutuflarını duyup işitdiğimiz ve her dîne, her mezhebe sâlik ümîdsiz insanların samîmî bir inançla ziyâretlerine koşduğunu bildiğimiz bu türbeler, özellikle biz müslümanların murâdlarımıza nâil olmak niyyeti ile adaklar adadığımız gerçekden birer hâcet kapısıdırlar.
Efendi Hazretleri, bundan sonra İstanbul'daki meşhûr ziyâretgâhlardan Telli Baba türbesini ele alır, Telli Baba hakkında bilgi verir ve onun kerâmetlerini anlatır ve bir de kendi tecrübelerini nakleder. Bahsin sonunda, "Muhakkak olan cihet, Telli Baba'nın veliyyullahdan olduğudur" der ve sözlerine şöyle devâm eder :
Yukarıda  da belirtmeğe çalışdığımız gibi, velîlerin kerâmetleri gibi şefâatleri de hakdır ve gerçekdir. Kerâmetleri yalnız dünyâ hayâtında bulundukları zamana mahsûs ve münhasır olmayıp, âlem-i cemâle göçdükden sonra da cârîdir. Zîrâ enbiyâ, evliyâ ve şühedâ ölmezler. Onlara ölü denilmez. Onlar diridirler. Onlar Rableri indinde merzûkdurlar. Onların erişdikleri bu hayât-ı maneviyyeyi anlayabilmek, bir çoklarımızın akıl ve idrâkinin mâverâsındadır. Nitekim âyet-i celîlenin meâli de buna şâhiddir.
Bir gerçeği ehemmiyetle belirtmekde fayda vardır. Kabir ziyâreti, sünnet-i seniyyedir. Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz, kabirleri ziyâret ederlerdi. Şu var ki, mâhiyyeti itibâriyle her kabir müsâvî gibi görünürse de, keyfiyyet ve manâ bakımından kabirler yek diğerinden çok farklı ve ayrı ayrıdır. Bu nokta-i nazarı isbât edebilmek, gâyet basit ve kolaydır. Meselâ, her insan bir ana-babadan doğar ve şeklen insandır ama manâ bakımından tamâmiyle değişik ve birbirlerinden tamâmen ayrıdır. Aynı ana-babadan dünyâya gelen iki kardeşin dahi ahlâk, tabîat, seciye, karakter, irâde bakımlarından çok farklı olabildikleri çevremizde sık sık görülmekdedir. Bu iki kardeşden birisi gâyet merhametli, diğeri zâlim, biri müşfik, diğeri gaddar, biri yumuşak tabîatlı, diğeri haşin ve sert, biri gâyet ince düşünceli, diğeri patavatsız olabilmekdedir. Bu misalleri daha da çoğaltmak mümkündür. Fakat maksaddan uzaklaşmamak için bu kadarı ile iktifâ ediyor ve diyoruz ki, bu hâl dünyâ âleminde böyle olduğu gibi, âlem-i berzahda da, âlem-i mahşerde de ve ebedî âlemde de böyledir. Evet, zâhiren her kabir aynı gibidir. Fakat insâf ve iz'ân ile düşünülecek olursa, Fâtih Sultan Mehmed Han ile bekçi Hasan Ağa'nın kabirleri bir olabilir mi? Hazret-i Ebâ Eyyûb el-Ensârî ile imam Hayri Efendi'nin kabirlerinin aynı olabileceği düşünülebilir mi? İmâm-ı A'zam Hazretleri ile, Sultanahmed Camii imâmının kabirleri bir midir? Diğer enbiyâ ile enbiya ve resûller sultânı Fahr-ı Kâinât Efendimizin ravzaları bir olabilir mi? Hangi mübârek makam için, "Ravzamla minberim arası, cennet bahçelerinden bir bahçedir" buyurulmuşdur?
Demek oluyor ki, zâhiren bir ve aynı gibi görünmesine rağmen, muhtelif kabirler arasında hakîkatde büyük farklar vardır. Bu cümleden olarak, lalettayin bir kimse ile bir veliyullahın kabirleri elbette bir değildir ve olamaz. Hâl ve hakîkat böyle iken, Türkiye'de dînî konuların en yüksek mercii olarak bilinen Diyânet İşleri Başkanlığının, istisnâsız bütün türbelere astırdığı şu gaflet vesîkasına bir göz atalım : 
MUHTEREM ZİYÂRETÇİ
Kabir ziyareti, dînimizde sünnetdir. 
Bu ziyâret sırasında selâm verilir 
ve ölünün rûhuna Kur'ân okunur. 
Türbelere mum yakmak, bez bağlamak, 
dilek taşları yapıştırmak, para atmak, kurban kesmek 
ve doğrudan doğruya ölüden dilekde bulunmak, dînimizde yasakdır. 
Kabirler, ölümden ibret almak için ziyâret edilir. 
İstanbul Müftülüğü
Allahu Teâlâ'ya şükürler olsun ki, gerek Diyânet İşleri Başkanlığı ve gerekse İstanbul Müftülüğü, kabir ziyâretini büsbütün yasaklamamış ve hiç olmazsa sünnet olduğunu kabûl ve itirâf edebilmişdir. Maâzallah, kabir ziyâretini tamâmen men' edebilirlerdi. Müsâade ve müsâmahalarına sığınarak, halka böyle bir îkâzda bulunanlara şunları sormak isteriz :
  • Bu ziyâret sırasında selâm verilir, buyuruyorsunuz. ölüye selâm nasıl verilir? Ölü olduğunu bile bile selâm vermenin faydası ve gereği nedir? Selâm verilmesini kabûl etdiğinize göre, ölü olmadıklarını da kabûl etmiş olmuyor musunuz?
  • Malûm olduğu vech ile, Gazâ-yı Ekber olan nefis mücâdelesinde ve Gazâ-yı Asgar olan kâfirlerle mücâdelede şehîd olanlara ölü denilmemesini Allahu Teâlâ Kur'ân-ı Hakîminde irâde buyurmakda ve bu kabil zevâta ölü denilmesini şiddetle men' etmekdedir. O hâlde, Allahu Azîmü'ş-Şân'ın, "Ölü demeyiniz!" buyurduğu bu şehîdlere, Diyanet İşleri Başkanlığı ve İstanbul Müftülüğü ne cesâretle ölü diye hitâb edebilir?
  • Kâfirlerin, ölümü tadarak büsbütün yok olmadıklarına ve kendilerine söylenileni duyduklarına dâir Buhârî-i Şerîf'de gâyet açık delîl vardır. Hazret-i Ebû Talha radıyallahu anhdan rivâyet olunan bir hadîs-i şerîfe göre, Bedir Gazâsı müslümanların parlak bir zaferi ile sonuçlanmış ve bir avuç müslüman, kalabalık müşrik ordularını târumâr etmişdi. Müslümanlar, derin bir çukur kazdılar ve Kureyş'den maktûl düşenleri toplayarak hepsini bu çukura gömdüler. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, gece yarısına doğru bu çukurun başına gitdiler ve oraya gömülenleri adları ile çağırarak, "Ey Rebia oğlu Utbe!, Ey Rebia oğlu Şeybe!, Ey Halef oğlu Umeyye!, Ey Hişam oğlu Ebû Cehil!" diye isimlerini saydıkdan sonra, "Ey bu derin çukurda yatanlar! Allahu Teâlâ'nın size va'dinin gerçek olduğunu gördünüz mü? Sizler, Allahu Azîmü'ş-Şân'a ve onun elçisi olan bana itâat etmiş olsaydınız, bu hâle düşmezdiniz. Ben ise, Rabbimin bana va'detmiş olduğunun gerçek olduğunu gördüm" hitâbında bulundular. Ashâb-ı kirâm, derin bir hayrete düşerek sordular, "Yâ Resûlallah, leşleşmiş kimselere mi hitâb buyuruyorsunuz? Onlar bu söylediklerinizi duyarlar mı?". Aleyhissâlatü vesselâm Efendimiz, kendilerine şu cevâbı verdiler, "Ashâbım, Muhammed'in canı elinde olana yemîn ederim ki, sizler dediklerimi onlardan iyi duyamazsınız". Şu hâlde, mü'min olsun, kâfir olsun ölülerin görmeleri, işitmeleri, nimet ve azâbı duymaları, âyetler ve hadîslerle sâbitdir. Bâhusûs, kâfirlerin dahi bazı hitâbları sağ olanlardan daha iyi duydukları bu hadîs-i şerîf ile sâbit iken, Diyanet İşleri Başkanlığının Allah'ın velîlerine nasıl dili varıp ta ölü diyebildiği cidden şaşılacak ve acınacak bir hâldir.
  • Diyorlar ki, ölüye mum yakmak dînimizde yokdur. Bu iddiâ, el-hak doğrudur. Gerçekden ölüye mum yakmak dînimizde olsaydı, herkes ana ve babasının, dedelerinin ve bütün sevdiklerinin kabirlerine mum yakardı. Ne var ki, türbelerde yatan zevât-ı âlî-kadr ölü değillerdir ki. Asırlar boyunca baş uçlarında kandiller ve şamdanlar içinde mumlar yakılmışdır. Acaba son altı asır içinde gelmiş geçmiş şeyhülislamlar içinde, bugünkü Diyanet İşleri Başkanlığı kadar halkı îkâz edecek hiç kimse çıkmadı mı ki, türbelere mum ve kandil yakılması câiz görülmüşdür. Filhakîka, türbelere mum yakılması memnu olsaydı, ilim ve irfânı ile temâyüz etmiş, cildler dolusu eserler bırakmış, tefsîrler yazmış, hadîsler şerhetmiş, verdikleri fetvâlarla günümüzde dahi amel edilmiş şeyhülislamlardan birisi olsun, böyle bir uyarma yapmazlar mı idi? Türbelere mum ve kandil yakılması câiz olmasaydı, Vakıflar İdâresi, asırlar boyu bu maksadla tahsîsât koyar ve bunu asırlarca devâm etdirir mi idi? İnsan, cidden ve hakîkaten merâk ediyor, Diyanet İşleri Başkanlığı, bununla ilgili vakfiyeleri ve fetvâları hiç görmemiş midir? O vakfiye ve fetvâlar ki, herhangi bir kütübhânede tetkik ve tetebbu erbâbının himmet nazarlarına müheyyâ en sahîh ve muteber vesîkalar ve senetlerdir. Birinci Sultan Ahmed Han'ın, aleyhissâlatü vesselâm Efendimizin ravzalarında bulunan kandillerde zeytinyağı yerine günde on altı okka gülyağı vakfetdiğini de duymamışlar mıdır? Diğer mübârek merkadlerde yanan kandil ve mumlar için yapılan vakıflarla ilgili vakfiyeleri hiç mi görmemişlerdir? Bir husûsu daha ehemmiyetle tavzîh edelim, o devrin şeyhülislamlarından, hiç kimse meyhâne açabilmek için fetvâ alamamışdır. Kezâ, meyhane için vakfiye de görülmüş, işitilmiş değildir. Halbuki, türbelerde yanan kandiller ve mumlar için hem vakfiyeler, hem de fetvâlar vardır. Ehl-i insâf için, bizim davâmızda haklı olduğumuzu isbâta bu kadarcık delîl de herhâlde kâfî ve vâfîdir.
  • Türbelere bez bağlanması ve dilek taşları yapışdırılması meselesine gelince. Bu mü'minin Allahu Teâlâ'ya yapdığı nezri unutmamak için bir deftere kaydetmesi gibi bir davranışdır ki ibâdet için değil, vesîle için olduğundan hiç bir şey lâzım gelmez. Zîrâ, Allahu Teâlâ'dan başka bir ilâha tapan müşrikdir. Mü'minler ise evleviyyetle muvahhid olurlar. Kaldı ki, bir çok hâllerde fiiller bir gibi görünür ammâ manâları ayrı ayrıdır. Mesela, zinâ ile cimâ, katil ile gazâ, riyâ ile kılınan namaz ile riyâsız kılınan namaz gibi. Fiil bakımından aynı gibi görünürse de, manâ ve mefhûm bakımından çok farklıdır.
  • Türbelere para atmağa gelince. Hiç şübhe yokdur ki atılan o para, o türbede yatan zâtın alıp harcaması için değildir. Belki o türbenin ufak tefek bazı eksikliklerinin tamamlanması, lüzumlu temizlik malzemesinin satın alınması gibi hayırhâhâne bir yardım içindir. Böyle olmasa da, atılan paraları o türbeyi bekleyen zât toplasa ve onunla rızkını temin etse, parayı atan zâta yine ecr ü sevâbı vardır. Netî ce itibariyle, ister türbenin bazı masraflarına, ister türbeyi bekleyenin  rızkına sarf olunsa da yine mahalline masrûf olur. Çünkü karşılıklı yardımlaşmak islâmın en büyük meziyet ve şiârıdır. 
  • Türbede yatan zâta selam vermek ve rûhuna Kur'ân okumak câiz oluyor da, kesilen kurbandan hâsıl olan sevâbı, Allah rızâsı için o zâtın rûhuna hediye etmek neden câiz olmuyor? Hayır ve hasenâtın sınırı, hamiyet ve merhametin ölçüsü olur mu? Âlem-i bâkîye intikâl eden şühedâya değil, diğer ölülerimize yapacağımız hayırlardan dahi elbette ve elbette ma'nen faydalanırlar. Su dağıtmak, yemek yedirmek, sadaka vermek, ağaç dikmek, kuyu açtırmak, hastahâne ve câmi yapdırmak, fakir talebelere kitâb dağıtmak, kurbân kesip fukarâya Allah rızası için tasadduk etmek neden câiz olmasın? Bu hayır ve hasenâtın hangisi dînimize ve itikâdımıza muhalifdir?
  • Türbe ve yatırların kabirlerine ibâdet etmek ve bu ibadetde o veliyullahı kasdetmek elbette şirkdir. Böyle bir hatâya düşmekten bütün mü'minleri tenzîh ederiz. Aksi takdirde, îmânını yitirir, maâzallah müşrik olur. Doğrudan doğruya ölüden değil, türbelerde yatan zevâtdan dilekde bulunmak, meziyet-i uhreviyyeleri müsbet olanlara teveccüh ve onları vesile edinmek bakımından, gelmiş geçmiş âlimler, ârifler ve ehlullah indinde câiz görülmüşdür. Nitekim, dünyâ hayâtında herhangi bir kimseden ve özellikle sâlih ve sahî bir dîn kardeşimizden herhangi bir şey istemek, küfrü ve şirki îcâb etdirmediği gibi, bâkî âleme göçen ve "fî mak'adi sıdk"a erişen bir zât-ı âlî-kadrden dilekde bulunmak da, ibâdet tarîkiyle olmazsa, elbette küfrü ve şirki îcâb etdirmez. Eğer âlem-i bâkîde olan bir zât-ı akdesden dilekde bulunmak küfrü ve şirki hatıra getiriyorsa, dünyâ hayatında da herhangi bir kimseden bir şey istemek de küfrü ve şirki îcâb etdirir hükmüne varmak lâzımdır. Muhakkak olan cihet şudur ki, ister ahiretde, ister dünyâda herhangi bir kimseden dilekde bulunmak câizdir. Ancak, o dileğin yerine gelmesinde Allahu Teâlâ'nın izni şartdır. Allahu Teâlâ, kulunun o dileğinin yerine getirilmesini murâd buyurmazsa, dünyâ veya ukbâ âleminde bulunan kişinin elinden ne gelir? Şu var ki, bu halk ve avâm için böyledir. Yoksa havâss veya havâssü'l-havâss olanlar, ne dünyâda yaşayanlardan, ne de âhiretde ebedî âlemde bulunanlardan hiç bir dilekde bulunmazlar. Onlar, ne dileyeceklerse ancak Allahu Teâlâ'dan dilerler. Hattâ bu zevât-ı zevi'l-ihtirâm, Allahu Teâlâ'dan dahi dilekde bulunmakdan hayâ ederler. Onlar, "Biz Rabbimizden râzıyız, o nasıl isterse öyle olsun" derler. Dilekde bulunmak konusu üzerinde bir nebze durulur ve iyi düşünülürse, Hakk'ın verdiğine ve kuluna lâyık gördüğüne râzı olmamak gibi bir manâ çıkmaz mı? Bunun içindir ki, makâm-ı halîliyyete vâsıl olanlar, Hakk'dan hiç bir şey istemezler, istemekden de hicâb ederler. Nasıl ki, İbrahim Halîlullah Nemrud tarafından nâra atıldığında, hiç kimseden istimdâd etmemiş, hattâ Allahu Teâlâ'ya münâcatda bulunmakdan dahi hayâ eylemişdir. Makâm-ı halîliyyete vâsıl olmanın işâret ve nişânı da, kendisinden hiç bir talebde bulunmayan halîline, Allahu Teâlâ'nın nâr-ı Nemrud'u, nûr-u ilâhîye tebdîli sûretiyle tecellî eylemişdir. Bununla beraber, avâmın duâ ederek Allahu Teâlâ'dan istekde bulunması da, "ادْعُون۪ٓي اَسْتَجِبْ لَكُمْۜ üd'ûnî estecibleküm, bana duâ edin de size icâbet edeyim", âyet-i kerîmesi ile beyân buyrulmuşdur. 
  • Burada, şöyle bir suâl vârid olabilir : "Sultân-ı dîn-i mübîn aleyhi ve âlihî salavâtullahu'l-mu'în Efendimiz Hazretleri, makâm-ı-halîliyyete vâsıl olanların başında bulundukları hâlde, neden duâ buyururlardı ?". Derhal cevâb verelim. Aleyhissâlatü vesselâm Efendimizin duâları, risâlet tarîkiyle ve talîm-i ümmet içindir. Velâyet sıfatlarına gelince, "Benim öyle hallerim olur ki, Rabbimden başka kimse hâlimi bilemez, ancak Allahu Teâlâ ile benim aramda bir sırdır" buyurmuşlardır. Malûm olduğu vech ile, peygamberân-ı izâmın velâyet ve Risâlet olmak üzere iki sıfatları vardır. Velâyet, Allahu Sübhânehû ve Teâlâ'ya müteveccih olan yönleridir ki, velâyetleri cihetiyle vâsıtasız olarak Hakk'dan almalarıdır. Risâlet, Hakk'dan aldıklarını ümmetlerine teblîğ vazîfeleridir ki, halka müteveccih yönleridir. Binâenaleyh, Fahr-ı Kâinât aleyhi ekmelü't-tahiyyât Efendimizin duâ buyurmaları, risâlet vazîfeleri îcâbı ve bizlere ta'lîm maksadına matûfdur.
Bu vesîle ile bir husûsu daha açıklayalım. Sôfiyyeyi anlayamayan bazı mülhidlerin, "Velâyet, risâletden evlâdır" iddiâları galatdır. Her nebînin velâyet ve risâlet sıfatı vardır ve ancak nebîlerin velâyet sıfatları, risâletden evlâdır. Yoksa ale'l-ıtlak velâyet risâletden üstündür manâsını tazammun etmez. Bu gibi tabirlere çok dikkat etmek ve hatâya düşmemek lâzımdır. Bu kısa açıklamadan sonra mevzumuza dönelim.
  • Evet, velîden doğrudan doğruya dilekde bulunmak da câiz ise de, o velîyi vesîle edinmek daha uygun ve iyi olur. Vesîle edinmek, yalnız âlem-i bâkîde bulunanlara mahsûs değildir. Hayatda bulunan velîleri vesîle edinmek de câizdir. Nitekim, Buhârî-i Şerîf'in beyânına göre, Hazret-i Ömerü'l-Fârûk radıyallahu anh Efendimizin zamân-ı hilâfetlerinde, Medîne-i Münevverede şiddetli bir kuraklık ve kıtlık olmuşdu. Halk, ne yapacağını şaşırıp kalmışdı. O târihlerde, Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin muhterem amcaları Hazret-i Abbas bin Abdülmuttalib radıyallahu anh Hazretleri hayatda bulunuyorlardı. Hazret-i Ömer, müşârünileyhi vesîle edinerek, "İlâhî! Nebiy-yi Kerîmine tevessül ile istiskâ ederiz ve amm-i muhteremi hürmetine yağmur yağdırmanı ricâ eyleriz. Duâmızı kabûl buyurarak bizi irvâ ve iskâ eyle" niyâzında bulunmuş ve hemen o saatde fevkalade bir rahmet yağmağa başlamışdır. Görülüyor ki, hayatda bulunan velîden de vesîle edinilebiliyor. Hattâ bu hâdiseyi ibn Abbas radıyallahu anhdan naklen hikâye eden Hafız Ebi'l-Kâsım Hîbetullah, Hazret-i Ömer'in, "Yâ Rab! Biz, Resûlullah'ın amcası Abbas bin Abdülmuttalib'e tevessül ile istiska ve anın ihtiyarlığına merhameten zât-ı ehadiyyetinden istimdâd ve istişfâ eyleriz" diye niyâzda bulunduğunu açıklamakdadır. Mesele, Allahu Teâlâ'ya tekarrub edebilmiş velîyi bulmakda, sıdk ve ihlâs ile ona tevessül edebilmektedir.
Bilinmesi gereken bir husûs da şudur. Velîlerin gerek dünyâ hayatında ve gerekse âhiret aleminde zuhûra gelen kerâmetleri, tâbi oldukları nebînin şahsına ve şânına râci'dir. Kur'ân-ı Azîm'de Neml Sûre-i celîlesinde, Benî İsrâil velîlerinin kerâmetlerini kabûl ederek, rahmeten lil-âlemîn olan aleyhissalâtü vesselam Efendimizin velîlerine bu kerâmetleri çok görmek, kâmil mü'min işi değildir. Mefhar-i kâinât aleyhi ve âlihî efdalü't-tahiyyât Efendimizin ümmetinden olan gavslardan, kutublardan, velîlerden, abdallardan zuhûra gelen hârikulâde hâller ki, bunlara halk dilinde kerâmet denilmekdedir, bunların hepsinin şerefi, seyyidi'l-enbiya ve sened-il-evliyâ ve'l-asfiyâ Efendimizin şânına aiddir. Hattâ ümmet-i-davet olan gayri müslimlerin bile ortaya koydukları terakkiyat-ı medeniyyenin şerefi de yine aleyhissalâtü vesselâm Efendimize âiddir. Diğer enbiya ve resûllerden zuhûra gelen mucizelerin şerefi dahi, yine Resûl-i Zî-şâna âid ve râci'dir. Unutmamalıdır ki, Hazret-i Âdem aleyhisselam ebü'l-ecsâd yani cesedlerin babası, Fahr-ı Âlem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz ise, ebü'l-ervâh yani rûhların babasıdır. Gaflet ve dalâlet içinde bulunanlar bu hakîkati bir an önce fehmetmeğe gayret ve himmet ederlerse, dünyevî ve uhrevî saâdet ve selâmete nail olurlar.
Evet, ölülerin kabirlerini ziyaret etmek, "Dünyâ benimdir" diyen zavallıların hâlinden ibret almakdır. Fakat velîler ve şehîdler ölü değillerdir. Şehîdler, kâfir kılıcı ve zâlim zulmü sebebiyle bu fânî âlemden bâkî âleme göç etmiş, ebedî ve lâhûtî hayat ile kâmurân olmuşlardır. Allahu Teâlâ, Kur'ân-ı Azîmü'l-Bürhânında, "Bu zevât için katiyyen ölüdür demeyiniz, onlar, diridirler" buyurmakdadır : 

وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ اَمْوَاتٌۜ بَلْ اَحْيَٓاءٌ وَلٰكِنْ لَا تَشْعُرُونَ 
Velâ tekûlu li men yuktelü fî sebîlillâhi emvât, bel ahyâün velâkin lâ teş'urûn.
Allah yolunda katl olunanlar için ölüler demeyiniz. Bilakis onlar diridirler ama siz onların hayatlarının keyfiyyetini bilemezsiniz.

وَلَا تَحْسَبَنَّ الَّذ۪ينَ قُتِلُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ اَمْوَاتًاۜ بَلْ اَحْيَٓاءٌ عِنْدَ رَبِّهِمْ يُرْزَقُونَۙ * فَرِح۪ينَ بِمَٓا اٰتٰيهُمُ اللّٰهُ مِنْ فَضْلِه۪ۙ وَيَسْتَبْشِرُونَ بِالَّذ۪ينَ لَمْ يَلْحَقُوا بِهِمْ مِنْ خَلْفِهِمْۙ اَلَّا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۢ * يَسْتَبْشِرُونَ بِنِعْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ وَفَضْلٍۙ وَاَنَّ اللّٰهَ لَا يُض۪يعُ اَجْرَ الْمُؤْمِن۪ينَۚۛ۟
Velâ tahsebellezîne kutilû fî sebîlillahi emvâtâ, bel ahyâun inde rabbihim yurzekûn. Ferihîne bimâ âtâhümüllahu min fadlihî ve yestebşirûne billezîne lem yelhakû bihim min halfihim ellâ havfün 'aleyhim velâhüm yahzenûn. Yestebşîrûne bi ni'metin minallahi ve fadlin ve ennallahe lâ yudi'u ecra'l-mü'minîn.
Allah yolunda ölenleri, ölüler zannetmeyin. Onlar, Rableri indinde diridirler, cennet ni'metleriyle rızıklanırlar. Allahu Teâlâ'nın fazl u kereminden onlara verdiği şeref ve ni'mettdn sevinç içindedirler. Ve henüz şehîd olmamış, kendilerinden sonraya kalan arkadaşlarına, nâil oldukları saâdetde kat'iyyen korku ve hüzün olmadığını müjdelemek ve tarîf etmek isterler. Onlar, Allahu Teâlâ tarafından ihsân buyurulan cennet, ni'met ve fazl ile tebşîr olunurlar ve mü'minlerin ecrini zâyi etmediğini anlarlar.

Bu âyetlerde beyân buyurulan ve ebedî nimete nâil olan şehîdlerin, Allah yolunda şehîd olmadan önce, sâlih kişiler olmaları ihtimâl dâhilinde bulunduğu gibi, âsî ve günahkâr olmaları da mümkün ve muhtemeldir. Hâl ve hakîkat böyle iken, Allah yolunda katl olunarak böyle yüksek mertebelere erişdiklerini, Allah Celle, ahkâmı eskimeyecek olan Kitâb-ı Kerîminde açıkça beyan buyurmakda ve, "Sakın benim yolumda katl olunan bu kutsal kişilere ve benim için pek kıymetli olan bu şehîdlerime ölü demeyiniz, sizi bundan menediyorum. Onlar diridirler" hükm-i celîli ile bazı gâfilleri uyarmakdadır.

Burada, insâf ile biraz düşünelim. Fahr-ı Âlem sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin tarîf ve tavsîf buyurdukları vech ile, kâfirle olan mücâhede cihâd-ı asgardır. Cihâd-ı-ekber ise, nefs ile olan mücâhededir. Şu hâlde, kâfir kılıcı ile katl olunanlar bu yüksek mertebe ve derecelere nâil olabiliyor ve kendisine ölü denilemiyor. Ya enbiyâ-yı ızâm ve rusül-i kirâm hazerâtı ile sıddîkler ve aşk kılıcı ile cihâd-ı ekber eyleyerek katl olunanlara ölü demeğe hayâ etmiyor muyuz?

Azîzim, Sultânım, bu gafleti terk ediniz, okuduğunuzu anlamağa, anlamadığınızı sorup öğrenmeğe çalışınız. Allahu Teâlâ'nın açıkça "Ölü demeyiniz" buyurduğu zevâta ölü demekden vazgeçerek, veliyullah türbelerinden hak ve hakîkatle ilgi ve ilişkisi olmayan bu levhaları kaldırınız. Bunlar, Vehhâbî özentileridir. Ehl-i sünnet ve'l-cemaat mezhebine tâbi olunuz ve bize önderlik eden ve asırlar boyu ilim ve îmân meşalesini elden ele kutsal bir emânet hâlinde bize kadar ulaşdıran zevât-ı zevi'l-ihtirâmın mübârek türbelerini hayvan ahırı olmakdan kurtarmağa gayret ediniz. Bu merkad-i şerîfleri, alelâde kabirle bir tutmayınız. İyi biliniz ki, veliyullah kabirleri, Allahu Teâlâ'ya giden birer kapıdır. Onlar, bu yeryüzü cenneti olan vatanımızın tapuları, birer îmân ve islâm âbideleridir. Onlar, yeni yetişen yavrularımıza birer numûne-i imtisâldirler. Onlar, dînimize, manevî hayatımıza, ilim ve irfânımıza hizmetleri sâyesinde yücelmiş yüce şahsiyetlerdir. Genç nesiller onlara özenerek, onların nûrlu izinden yürüyerek, Hakk ve halk katında yükseleceklerini öğrenebileceklerdir. 

Görmüyor, duymuyor musunuz ki, komünizm ile idâre olunan dînsiz ve Allahsız ülkelerde bile hiç olmazsa birer meçhul asker âbidesi inşâ olunarak, halkın dikkat ve alâkası bu yönden maneviyata bağlanmak istenilmekdedir. Milletler, yalnız maddî hayat ile mukayyed değildir. Bir milletin büyüklüğü, bir dînin ululuğu, yetişdirdiği böyle azîzler, âlimler, kumandanlar ve kahramanlarla belli olur. Mâzîsinden kopmuş, mâzîsine âid bütün değerlerden mahrûm edilmiş, örf, âdet ve an'aneleri unutturulmuş milletler parçalanmağa mahkûmdur. Velîsi olmayan milletler, olduğu halde kadrini bilmeyenlerle müsâvîdir. Lalettayin birer kabir gibi görmek ve gösterilmek istenilen bu türbeler ve o türbelerde yatan zevât, ilim, ahlâk ve fazîletleri ile temâyüz etmiş, dînimizin satvetini, milletimizin şevketini bütün dünyâya ilân ve i'lâm etmiş mümtâz ve müstesnâ şahsiyetlerdir. Bu türbe ve yatırlar, milletçe öğünebileceğimiz nâdir kıymetlerdir ki, insanlık târihine altın harflerle kayıt ve tescîl edilmişlerdir. Risâlemizin başında misâl olarak verdiğimiz Budapeşte'deki Gül Baba türbesiyle, Limni Adasındaki Niyâzî-i Mısrî türbesi ve diğerleri bu görüşün sarîh delîlidir. 

Buraya kadar saydıklarımız, mes'elenin maddî ve zâhirî teşrîh ve tahlîlidir. Maneviyata gelince, bu zevât-ı âlî-kadrin himmet-i rûhaniyyeleri ehline malûmdur. Bu konuda, daha geniş bilgiler sunmağa bu risâlemizin hacmi müsait değildir. Bu itibarla, bu kadarıyla iktifâ ederek şehîdlerin ve velîlerin türbelerini ziyâret mevzuunda büyüklerimizin neler söylediklerini belirtmeğe ve fetvâlarını açıklamağa çalışacağız.
  • Kibâr-ı evliyâullahdan, Şâzelî Tarîkatının Pîri Seyyid Şeyh Hasan Şâzelî, kuddise sırruh, buyuruyorlar ki, "Bir mü'min, bir velînin kabrini ziyâret edince, Cenâb-ı Bârî o velîye mü'minin ziyâretini bildirir. Ziyâret eden zâtın selâmını alır. Ziyâret eden zât, Allahu Teâlâ'yı zikrederse, o velî de kendisiyle birlikte zikreder".
Velî kabrini ziyaret edecek zâtın, bu ziyâretinde gâfil bulunmaması, huzur-ı kalb içinde olması lâzımdır. Allahu Azîmü'ş-Şân'dan o velî hürmetine dilekde bulunmalıdır. Ümîd olunur ki, o velî hürmet ve bereketiyle hâceti kazâ olunur. 
  • İmâm-ı Gazâlî, aleyhi rahmetullahi'l-bârî, Huccetü'l-İslâm nâmındaki eserinde, kabir ziyâretinin birçok kimselerin ıslâh-ı hâl etmelerine sebeb olduğunu aklî ve naklî sûretde isbât etmişdir.
  • Fahr-ı Râzî, rahimehullah, te'lîf buyurduğu El-Metâlib adındaki eserinde, ehlullahın kabirlerini ziyâret etmenin büyük faydalara sebeb olduğunu beyân buyurmuşlardır.
  • Şeyh Ebü'l-Mevâhib, rahmetullahi aleyh, evliyâullahın kabir veya türbelerini ziyâret edenlerin kâbiliyyetleri ve o velîye teveccühleri nisbetinde müstefîd olacaklarına işâret buyurmakda ve bu gibi mübârek makâmlarda sulehâdan ve kâmil insanlardan bazılarına tesâdüf etmenin tecrübe ile sâbit bulunduğu ihsâs etmekdedir. Müşarünileyh, bu beyanları ile sulehâ ve kâmil insanların velîlerin kabirlerini ziyâret etdiklerini îmâ etmek istemişlerdir.
Evliyaullahın merkadlerinde hayat-ı maneviyye ile hayy bulunduklarından nasılsa gâfil olan ve Vehhâbî itikâdında olduğu anlaşılan Gavsi Efendi nâmında bir zâtın, bizzat şâhid olduğu bir hâdiseden sonra, tövbe ve istiğfar ederek bu bâtıl inancından nasıl vazgeçdiğini anlatmadan geçemeyeceğim.

Gavsi Efendi, bir yıl hac farîzasını îfâ niyyeti ile Mekke-i Mükerreme'ye gider ve menâsik-i haccı edâdan sonra, sünnet-i Resûl'e ittibâen bir kervanla Medîne-i Münevvere'ye hareket eder. Meğer, bindiği devenin sırtında bir yara varmış ve yol boyu inile binile bu yara daha da derinleşmiş ve genişlemiş imiş. Vaktâki Medîne-i Münevvere'ye varılır ve Manaha meydanına inilir, sırtından palanı alınan yaralı deve, yularını kırarak büyük bir süratle kaçmaya başlar. Kervancı ve adamları peşinden seğirtirler. Gavsi Efendi de merakla onları takîb eder. Yaralı deve, önüne geleni yarıp geçerek, doğruca Mescid-i Nebevî'nin kapısından içeri girer, hiç yanılmadan Ravza-i Mutahhara'ya yönelir, muvâcehe-i şerîfeye gelince ön ayakları ile çökerek başını Şebeke-i Resûlullah'a doğru uzatır, gözlerinden yaşlar dökerek acı acı inleyip sızlanmağa başlar. Peşinden nefes nefese yetişen deveci ve adamları ile Gavsi
Efendi, bu manzara karşısında lâl ve mebhût kalırlar. Bu defa ağlayıp sızlamak sırası Gavsi Efendi'ye gelir. Elleriyle başını yumruklayarak, "Yazıklar olsun bana! Yazıklar olsun bana ki, şu hayvan kadar olamamışım, boşuna ömür çürütmüş, bâtıl bir inanca saplanıp kalmışım. Şu bîçâre deve, hayvanlığı ile âlemlere rahmet olan zât-ı akdesin hayy olduğunu anlamış da ben anlayamamışım" teessüfü içinde gözyaşları dökerek, hemen oracıkda tövbe ve istiğfar eylemiş ve Resûl-i Zî-Şân'ın merhamet
ve mürüvvetine dehâlet etmişdir.
  • Kutbü'l-Aktâb'dan Cenâb-ı Bazullahi'l-Eşheb Gavsi'l-A'zam Abdülkâdir Geylânî kuddise sırrahu'l-âlî Gunyetü't-Tâlibîn Umdetü's-Sâlihîn nâm eserinde, "Şehîdlerin kabirlerini sık sık ziyâret ve çok duâ etmelidir. Zîrâ bu makâmlarda yapılan duâlar müstecâb ve kabûle karîn olur" buyurmuşlardır.
  • İmâm-ı Nevevî rahimehullah "Şehîdlerin kabirlerini ziyâret müstehabdır" buyurmuşlardır.
  • İbnü'l-Hâc, rahimehullah, El-Medhal nâm kitâbında, "Ziyâret olunan velî, bereketi ümîd olunan zâtlardan ise, o zât ile Hakk'a tevessül olunur" buyurmuşdur.
  • Aliyyü'l-Kâri rahimehullah, Hısni'l-Hasîn isimli kitâbın şerhinde, velîlerin kabirlerini ziyâretle, hâlini ve murâdı ile maksûdunu arz edip duâ etmenin faydalarını uzun uzadıya beyân buyurmakdadır.
  • Hazret-i Nablusî, "Velîlerin kerâmetleri, âlem-i cemâle intikalleri ile münkatı olmaz" buyurmakdadır.
Ulemâ-yı İslam ve meşâyih-i kirâmın bu husûsda derin ve esaslı mütalaa ve beyânları vardır. Netîce itibâriyle, hepsinin ittifak etdikleri gerçek şudur. Bir kimse, zillet ü meskenet ve kalb huşuu ile böyle makâmlarda Hakk Sübhânehû ve Teâlâ'ya gözyaşları dökerek yalvarmalı, matlûb ve maksûdunu ve murâdını o velîyi vesîle edinerek istemelidir. Cenâb-ı Ekreme'l-ekremîn'in, bu dileği reddetmeyerek ihsân ve inâyet buyuracağı muhakkakdır. Bâhusûs, bir belde-i tayyibe olan İstanbulumuzda duâların kabûl olunacağı mübârek makâmlar sayılamayacak kadar çokdur. Bu mübârek makâmlar, bu memleket ve millete Allahu Teâlâ'nın büyük ama çok büyük bir nimetidir.

www.muzafferozak.com
Listeye geri dön