25 Aralık 2022 tarihinde yayınlanmıştır.
Büyük mürşidlerimizden İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri kendi vâridâtını şerh ve tahlîl için kaleme aldığı Kitâbü'n-Netîcesinde "ziyâretü's-sâdât ziyâdetün fî's-se'âdet" vâridi hakkında buyuruyorlar ki :
'Uzamâ-i dîn ve sâdât-i erbâb-ı yakîni ziyâret eylemek sa'âdetde ziyâdeliğe sebebdir, gerek hayât-i dünyeviyyede ecsâdı ve gerek ba'de'l-intikâl kubûru ziyâret olsun. Zîrâ onlar ki ahyâ-i hakîkıyyedir, ahyâ-i hissiyye gibidir. Anın içün Kur'ân'da gelir, "وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ اَمْوَاتٌۜ بَلْ اَحْيَٓاءٌ وَلٰكِنْ لَا تَشْعُرُونَ" Ya'nî şühedâ hakkında "emvât" denilmekden nehy olundu. Zîrâ indallâh hayâtda ve merzûk oldukları emvât olmadıklarına delâlet eder. Zîrâ meyyit merzûk olmaz, belki merzûk olan hayydır.
Nazar eyle şecere-i yâbiseye ki mürdedir. Pes, onun aslını saky etmek fer'ine nemâ vermez. Eğer ratbe olsa ki hayydir, sakyin fâidesi olur. Nitekim cemî'-i nefs-i nebâtiyyesi olanlar bu uslûb üzerinedir. Ya'nî dünyâda insân nefs-i nebâtiyyesi yüzünden ekl ve şürb edip nemâ bulur. Ve ona "temâm-ı na'îm" derler. Zîrâ cism ile cânın mecmû'u i'tibâriyledir, haşrdeki gibi. Fe-emmâ berzahda nısf-ı na'îmdir ki yalnız rûhânîdir. Velâkin havâss-ı nâsın hayât-i rûhâniyyeleri hayât-i hissiyyeye karîb olmakla berzahda hayât-i hissiyye ile hayy olan gibi mütena''im olurlar, dünyâda beyne'n-nevm ve'l-yakaza hâli gibi.
Pes, bu takrîrden ahz olundu ki ziyâret-i kubûr ziyâret-i ahyâ gibidir ki havâssın değil, belki ervâh-ı 'avâmmın bile zâirlere işrâf ve ıttılâ'ları vardır. Ve ol ziyâretden zâir ve me'zûr fâidelenirler ve terakkî bulurlar.
Suâl olunursa ki, aslu's-sa'âdât îmândır, îmân ise ziyâde ve noksân kabul etmez. Cevâb budur ki, sa'âdetin aslı îmândır ki vâhiddir ve fürû'u çokdur. Pes, asl-ı sa'âdetde terakkî olmasa dahi fürû'unda olur, ma'a-hâzâ îmân kuvvet ve za'f ile mütezâyid olur.
Ve 'ulemâ’ demişlerdir ki, şefâ'at ya sebeb-i mağfiret-i hatîât veyâ bâ'is-i irtifâ'-ı derecâtdır. Şân-ı evliyâ ise şefâ'atdir. Pes, evliyâ ve asfiyâyı ziyâret, sa'âdetde ziyâdeliğe sebebdir. Mutlakâ zâir olanlar isticlâb-ı menfa'at etmiş olurlar. Zîrâ onlar mülûk-i ma'neviyyedir. Ve mülûk hil'at-i teşrîf ilbâs ve fukarâ ve zu'afâyı mürâât edegelmişlerdir. Bu sebebden onlara mukârin olanlar terakkıyât bulurlar.
Ve Kur'ân'da gelir, "لِّلَّذِينَ أَحْسَنُواْ الْحُسْنَى وَزِيَادَةٌ" Ya'nî muhsin olanlara 'amelleri mukâbelesinde olan 'atâdan gayrı mezîd-i 'atâ dahi vardır. Havâss-ı 'ibâd ise ahlâk-ı ilâhiyye ile muttasıflardır, lâ-cerem onlardan kerem-i zâid ve lutf-i vâfir mercûdur.
Ve kibâr buyurmuşlardır ki, mâl ve cânında bahîl olan evliyâdan olmaz. Çün ki velâyet mertebesine bezl ile vâsıl ve derece-i hilâfete infâk ile nâil olmuşlardır, bu ma'nâdan 'âdetleri infâk ve in'âmdır. Zîrâ nefsine bahîl olmayan mâlına dahi bahîl olmaz. Ve kendi nefsi husûsunda böyle cömerd olan gayra 'atâyı dahi sever. Zîrâ hayr müte'addîdir. Ve kibârın hâli budur ki gayrın mesâlihini kendi maslahatları üzerine tercîh ederler. Hattâ bunlardan bir tâife vardır ki onlara "müflisler" derler. Zîrâ hilye-i a'mâl-i sâliha ile mütehallî ve ziynet-i esmâ ve sıfât ile mütecellîdirler. Velâkin mahsûllerini gayra ihdâ ederler ve fakr ve iflâs kendilerine hoş gelip fazl-ı Hakk'a i'timâd ve kerem-i Mevlâ'ya istinâd eylerler. Zîrâ hakîkat-i kevniyyeye ve onun vesâtatıyla meksûb olan 'ulûm ve a'mâl ve ahvâle dayanmak olmaz. Belki cümlede asl olan 'inâyet ve fazl-ı ilâhîdir. Pes, kesb ile iftihâr olmaz, belki fazl ve rahmetle olur."قُلْ بِفَضْلِ اللّٰهِ وَبِرَحْمَتِه۪ فَبِذٰلِكَ فَلْيَفْرَحُواۜ هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ" Ya'nî mâl-i meksûbdan fazl-ı ilâhî hayırlıdır, ilm-i kesbîden ilm-i vehbî hayırlı olduğu gibi.
Gel imdi mü'min, kesb ile müteşerri' ol, velâkin kesbine i'timâd etme. Ve netîce-i fazl ve rahmete nazar eyle, tâ ki fakr içinde gınâ-yı tâmm bulasın ve kâmillerden, belki ekmellerden olasın ve her kemâli imtinân-ı ilâhî bilesin ve ibtidâ-yı fazl ve minnet anlayasın. Rabbin seni ne vech ile halk etdiyse doğrulup ol yola gidesin ve mebdeini nisyân etmeyüp yine meâdını mebde' edesin. "Hüve yübdi'u ve yu'îd". Ya'nî ibdâ' hüviyyetdendir ki te'ayyün-i ilâhînin evvelidir. Ve i'âde dahi O'nadır ki kurb-i ferâiz mertebesidir. Ve ba'dehû merâtibde Hakk ile seyrdir. Ve seyr-i fillâha nihâyet yokdur. Zîrâ zât ve sıfât ve tecelliyât gayr-i mütenâhiyedir.
Bu lisâna âşinâ olmayanlar için Hazret'in beyânını kısaca îzâh edelim :
Dîn büyüklerini ve evliyâullahı ziyâret saâdetde ziyâdeliğe sebebdir, gerek dünyevî hayâtlarında olsun, gerek kabirlerinde olsunlar. Çünkü onlar kabirde de olsalar, hayatdadırlar. Onun için Kur`ân'da, "Allah yolunda öldürülenler için ölü demeyiniz, bilakis onlar diridirler, lâkin siz anlamazsınız" buyurulmuşdur. Yani şehîdler hakkında ölü demek yasak edilmişdir, zîrâ Allah katında diri ve rızıklanıyor olmaları ölü olmadıklarını gösterir. Çünkü ölü rızıklanmaz, bilakis rızıklanan ancak diridir.
Kurumuş ağaca bir bak, onun kökünü sulamak, dalına bir fayda vermez. Ağaç yaş olursa diridir, o vakit sulamak fayda verir. Nebâtî hayâtı olan her şey için bu geçerlidir. Yani insan dünyada nebâtî hayâtını devam etdirmek için yer içer. Dünyâdaki nimet, bedenî ve rûhî olmak üzere iki taraflı, berzahdaki nimet ise tek taraflıdır. Zîrâ berzahda yalnız rûh gıdâlanır, cesed için rızık sözkonusu değildir. Lâkin insanların havâssı olan evliyâullah için bu böyle değildir, onlar berzah âleminde de iki taraflı merzûk olurlar. Çünkü onların berzah âlemindeki hayâtı, bu âlemdeki hayâtları gibidir. Bunun dünyâdaki misâli, uyku ile uyanıklık arasında olma hâlidir.
Bütün bunlardan belli oluyor ki, kabirdeki bir kabirleri ziyâret, yaşayanları ziyâret gibidir. Hem de yalnız evliyâ değil, sıradan insanlar bile ziyâretçilerini tanır ve ziyâretden hem onlar hem ziyâretçi faydalanır.
Burada akla şöyle bir soru gelebilir, "Saâdetin aslı îmândır, îmân ziyâdelik kabûl etmez". Cevâbı şudur ki, îmânın aslı ziyâdelik kabûl etmez ama dalları kabûl eder. İlerleme ve ziyâdelik îmânın dallarında olur.
Âlimler demişlerdir ki, şefâat ya günahların affı için yâhud derecenin yükselmesi içindir. Şefâat, evliyânın şânındandır. Öyleyse evliyâyı ziyâret saâdetde ziyâdeliğe sebebdir. Evliyâyı ziyâret edenler mutlakâ fayda görürler. Zîrâ velîler maneviyyat sultanlarıdır. Nasıl ki dünya sultanları ziyaretçilerine ikramlarda bulunuyorlar, onları taltîf ediyorlarsa, evliyâullah da kendilerini ziyâret edenlere manevî lutuflarda bulunurlar.
Cenâb-ı Hakk Kur`ân'da "لِّلَّذِينَ أَحْسَنُواْ الْحُسْنَى وَزِيَادَةٌ" buyurmuşdur. Yani muhsinlere amelleri karşılığında verilecek olan mükâfatdan başka, bir fazlalık dahi vardır. Havâss zümresi olan evliyâullah Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanmışlardır. Hiç şübhe yok ki, onlardan pek çok ikram ve lutuf beklenir.
Büyükler buyurmuşlardır ki, malda ve cânda cimrilik eden velî olmaz. Çünkü velâyet ve hilâfet mertebesine cömertlik ile infâk ile nâil olmuşlardır. Onun için âdetleri dâimâ infâk ve ikramdır. Zîrâ nefsine cimri olmayan malına da cimri olmaz. Ve kendi nefsi husûsunda böyle cömerd olan başkasına da vermeyi sever. Zîrâ hayır sârîdir. Büyüklerin hâli budur ki, başkasının işini kendi işi üzerine tercîh ederler. Hattâ bunlardan bir tâife vardır ki onlara "müflisler" derler. Zîrâ her ne kadar sâlih amelleri varsa da, bunlardan hâsıl olan ecir ve sevâbları başkalarına hediye ederler. Fakîrlik ve müflislik kendilerine hoş gelir. Çünkü Allah'ın fazlına dayanmışlardır, Allah'ın keremine güvenmişlerdir, amellerine değil. Zîrâ ilme ve amele güvenmek doğru değildir. Bilakis Allah'ın fazlına ve inâyetine güvenmek lâzımdır. Öyleyse çalışarak elde edilen şeylerle iftihar etmek olmaz. Nitekim Cenâb-ı Hakk "قُلْ بِفَضْلِ اللّٰهِ وَبِرَحْمَتِه۪ فَبِذٰلِكَ فَلْيَفْرَحُواۜ هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ" buyurdu. Yani fazl-ı ilâhî kazanılan maldan, vehbî ilmin kesbî ilimden hayırlı olduğu gibi.
Ey mü'min! Çalış, salih ameller işle ama ilmine, ameline güvenme, Allah'ın rahmetine ve fazlına dayan. Tâ ki fakîrlik içinde zenginlik bulasın ve kâmillerden hattâ en kâmil olanlardan olasın. Her kemâli Allah'ın bir imtihânı bilesin, fazl ve minnetin başlangıcı anlayasın. Rabbin seni ne maksadla halk etdiyse o yola gidesin ve geldiğin yeri unutmayıp, yine O'na döneceğini bilesin. Zîrâ bizi yaradan da sonra kendisine döndüren de O'dur. İbdâ ki, ilâhî taayyünün başlangıcıdır, dönüş de O'nadır ki farzlarla kurbiyet mertebesidir. Sonraki mertebelerde Hakk ile seyr vardır. Sonra seyr-i fillah vardır ki buna nihâyet olmaz. Zîrâ zât, sıfât ve tecelliyâta nihâyet yokdur.