19 Şubat 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri Kitâbü'n-Netîcesinde buyuruyorlar ki :
Bazı âsârda gelir, "izâ temme'l-fakru fe hüvallah". Bundan murâd fakr-ı hakîkîdir ki fenâfillâh dedikleridir. Ve ona tams ve mahk dahi derler. Yani ef'âl ve sıfat ve zâtını, ef'âl ve sıfat ve zât-i Hakk'da ifnâ eylemekdir. Ve ol bir ma'nâdır ki nûr-i tecellîye mevkûfdur. Zîrâ vücûd-i fânî zulmet-i kevniyyeden ibâretdir, fe-emmâ asl-ı hicâb ta'allukâtdır. Çünki ta'allukât fenâ bula ve nûr-i tecellî-i ilâhî işrâk ede, vücûd-i 'abd müstetir ve vücûd-i Hakk zâhir olur. Eğerçi 'ayn-ı vücûd, hâricde sâbitdir. Zîrâ kıyâmet-i sugrâda vücûd-i zâhirî mütelâşî olmaz, belki ahvâl ve ahkâmı muzmahill olur.
Pes, maksûd ta'ayyün-i zâhiri ifnâ etmek değildir, kıyâmet-i kübrâdaki gibi, belki ta'ayyün-i bâtını ifnâdır. Bu ifnâdan ise 'abd Hakk olmaz, belki 'abdin 'abdiyyeti ve vücûd-i kevnîsinin hükmü fenâ bulup Hakk'ın hakkıyyeti ve vücûd-i vâcibîsinin eseri zuhûr eder. Ve bu esnâda farz ve sünnet yine ke'l-evveldir. Zîrâ ekâbir-i evliyâ mahfûzlardır. Yani gerek kendilerine şu'ûrları olsun ve gerek olmasın. Zîrâ fi'l-hakîka mahfûz odur ki 'adem-i şu'ûr hâlinde mahfûz ola.
Nitekim bu ma'nâ Dimaşku'ş-Şâm'da Hatmü'l-evliyâ'ya vâki' oldu. Yani altı ay kadar kendinden münselih iken her vakitde tecdîd-i vudû' eder ve halka imâmet eylerdi. İşte bu mertebe ona mahsûs gibidir. Zîrâ Ebû Yezîd-i Bistâmî ve Bağdâd erenlerinden niceleri mağlûbiyyetleri hâlinde edâ-i ferâiz edemezlerdi ve Hakk Te'âlâ’dan edâ-i ferâiz edecek kadar sahv ve şu'ûr isterlerdi ve namâza kıyâm hâlinde sâcid ve mescûdun vahdeti müşâhedesiyle hayrete düşerlerdi ve secde etmek onlara şirk gibi gelirdi.
Ve şeyhim seyyidü'l-aktâb Seyyid Fazlî-i İlâhî'den bu makûle nesne sâdır olmamış, belki mine'l-evvel ile'l-âhir mahfûz gelip ve ol vech ile gitmişdir. Maa-hâzâ tecelliyât-i berkıyye sâhibidir. Nitekim kemâl-i hâli Lâihât-i Berkıyyât nâm kitâbından ve Tefsîr-i Fâtiha-i Konevî ve Miftâhu'l-Gayb Şerhinden zâhirdir.
El-hâsıl mağlûbiyyet dedikleri 'âlem-i bekâya yani mertebe-i "kâbe kavseyn"ei irtidâda dek bâkîdir ki bu hâlde hâl sâhibü'l-hâle gâlibdir. Ba'dehû sâhibü'l-hâl hâle gâlib olup hâl bâtında mağlûb olup kalır ve beşeriyyeti sûreti râcih görünür ve "evliyâî tahte kubâbî" sırrı zuhûra gelir.
Şeyh-i mezbûrun bazı tahrîrâtında gelir ki: "Kün fakîren bi fakrin hüve asli külli fakr, velâ aslun lehâ aslâ. Tekün ganiyyen bi gınâin hüve asli külli gınâ, velâ slun lehâ aslâ". Yani bir fakr-ı hakîkî ile fakîr ol ki cemî'-i fakrın aslı odur. Ve onun için başka asl ve merci' yokdur ki fenâ ender fenâdır. Bir gınâ ile ganî ol ki cümle-i gınânın aslı odur. Ve onun için başka merci' ve meâl yokdur ki bekâbillâhdır. Zîrâ bekâbillâh vücûd-i Hakk libâsıyla mütelebbis olup sûretde beşer ve ma'nâda sırr-ı Hakk olur. Sırr-ı ilâhî ise sûret-i insânda ale'l-vechi'l-ekmel bulunur.
Pes, bu sûret tılsımına bakmayıp sırr-ı Hakk'ı insân-ı kâmilden taleb etmek gerekdir ki ondan taleb hemân Rabb-i Mutlak'dan talebdir. Zîrâ mazhar-ı tâmmdır ve halîfetullâhi fi'l-arzdır. Ve bu gınâya işâret edip Kur`ân'da gelir : "وَوَجَدَكَ عَٓائِلًا فَاَغْنٰىۜ". Yani insân kendi kendinden boşalıp tenhâ ve fakîr-i mahz kaldıkdan sonra gınâ-i vücûd-i Hakk ile ganiyy-i sırf olur ve bir dahi fakr kalmaz ve ebedî ol gınâ ona lâzım olur. Ve bu cihetdendir ki bu makûlelere mülûk-i ma'neviyye derler. Zîra, hazâin-i esrâr-ı mülk ve melekût sâhibleridir ve esmâ ve sıfâtın mefâtîhi ellerindedir.
Ve bu makâm-ı âlîden Vâsıtî kuddise sırruh buyurmuşdur ki : "El-fakîr lâ yahtâcu ilallah". Yani fakr-ı hakîkînin netîcesi ki gınâ-i hakîkîdir, bu netîce miftâhını bulanlardan ihtiyâc meslûb olur. Zîrâ vücûd-i Hakk kendi kendine muhtâc olmaz, belki ona muhtâc olan vücûd-i halkdır. Nitekim gelir : "يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَٓاءُ اِلَى اللّٰهِۚ" Yani muhtâc olan nâsdır ki fakr-ı zâtîsi vardır. Çünki nâsiyyet ve nâsûtiyyet ve halkıyyet muzmahill ola, hakkıyyet ve lâhûtiyyet mertebesi zuhûr eder ki bu mertebenin gınâsı gınâ-i zâtîdir. Ve ganiyy-i zâtîde fakr olmadığı gibi ganiyy-i izâfîde dahi olmaz. Zîrâ ona ganiyy-i izâfî demek bi'l-i'tibârdır. Belki Ganiyy-i Mutlak’ın sırrı ve onun sûret-i kemâliyyesi hil'atiyle mütelebbisdir, vezîr sûret-i pâdişâhda olduğu gibi.
İşte bu ma'nâ zâhirin mazhara galebesi i'tibâriyledir ve bekâ ehlinde bu hâl zâhirdir. Eğerçi çeşm-i 'anâsırdan bakanlar mazhar görürler, velâkin, "وَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ" nişânıyla mu'lem olmuşlardır. Bizim sözümüz mükâşiflerledir, yoksa mahcûblarla değil. Zîrâ mahcûblar iki tanrılıdır. Onun için makâm-ı vahdete da'vet olunmazlar ve onlarla sohbet şirkdir.
Ey mü'min! İşte bu takrîr ve bu netîceden kelâm-ı mezkûrun ma'nâsı mütebeyyin oldu. Yani "Fakr, tâmm oldukda Allah'dır" demek Hakk'a vuslat ve Hakk ile Hakk olmak mertebesi zâhir olur demekdir ki bunda bir hakîkatin bir hakîkate inkılâbı veyâ ittihâdı veyâ hulûlü yokdur. Belki vücûd-i kevnî-i mecazînin izmihlâli ve vücûd-i vâcibî-i hakîkînin zuhûru vardır ki ol kesretin zevâli bu vahdetin bekâsına âyînedir. Nitekim Kur`ân'da gelir : " لِمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَۜ لِلّٰهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ". Yani vahdet-i zâtiyye-i asliyye, kesret-i ârıza-i fer'iyyeyi makhûr kıldıkda vahdetden gayrı nesne kalmaz. Ve bu ma'nâ 'avâmma kıyâmet-i kübrâ ve havâssa kıyâmet-i sugrâ ile hâsıldır. Ve ona kıyâmet-i sugrâ dedikleri, insân sûretde 'âlem-i asgar olmakladır. Ve asgar olması dahi icmâli hasebiyledir ve illâ ma'nâda insân 'âlem-i ekber ve kıyâmeti kıyâmet-i kübrâdır ki tâmme-i kübrâ onun şekli yanında bir sugrâdır.
Ve bu makāâmda niceler ilhâda düşüp nasârâ i'tikâdına girmişlerdir. Anın içün erbâb-ı zâhirin medhûlleridir. Velâkin dahilleri fi'l-hakîka ehl-i vahdet olanlara dahi sârî olmakla hatâ-i fâhiş etmişler ve tarîk-ı dalâle gitmişler, zîrâ ehl-i vahdetin murâdların bilmemişlerdir. Ve Kâdî Adud Mevâkıf nâm kitâbında "leyse fi'd-dâri gayrihî deyyâr" diyenleri bazı fırak-ı nasârâya ilhâk eylemişdir. Fe-emmâ bu ma'nâ kâdîlikle olmaz, belki kâdîliği dervîşliğe tebdîl etmekle olur. Ehl-i vahdet hakkında yanlış kazâ etmiş. Dünyâda bu hüküm ve kazâdan rucû' etmediyse şimdi berzahda rucû' etmişdir. Ve âhiretde elli 'aded mevkıfda vukûf edeceğin bilmemiş ve kitâbının ismini Mevâkıf komuşdur. Pes, her mevkıfına göre orada bir vakfesi olmak iktizâ eyledi. Zîrâ ilhâk-ı mezkûru yazdığı mevkıfın hükmü cemî'-i mevâkıfa sârî olup suâl-i vâhidde es'ile-i kesîre müctemî' oldu ve birinin sıbgıyla cümlesi insibâğ buldu.
Ey derdmend! Kelâm-ı mezkûr ile cemî'-i ekâbir-i evliyâyı idâd-i nasârâdan kılmış oldun. Ve evliyânın irtifâ'ı nübüvvetin irtifâ'ını dahi müstelzim oldu. Zîrâ nübüvvet velâyet üzerine mebniyyedir. Pes, nasrânî kim olduğu belli oldu.
Ve kelâmımızın netîcesi budur ki "leyse fi'd-dâri gayrihî deyyâr" dememiş velî yokdur. Hattâ Seyyidü't-tâife Cüneyd el-Bağdâdî kuddise sırruh, "leyse fî cübbetî sivallah" ve Ebû Yezîd-i Bistâmî kuddise sırruh, "sübhânî mâ a'zamu şânî" demişdir ve 'alâ-hâzâ. Pes, bu makûle kibâr-ı evliyâ, kelâm-ı mezkûru ne ma'nâ üzerine binâ kıldıkları ma'lûm olmayıcak, kâilin kelâmını hilâf-ı murâdı üzerine haml ve cerh etmek mahz-ı cehldir. Ve sâir ona tâbi' olanların hâlleri dahi budur.
Ey bî-haber! Sen Hazret-i Mûsâ'dan aleyhisselâm a'lem değilsin. Ve Mûsâ Hazret-i Hızır'a aleyhisselâm etdiği i'tirâzlardan rucû' etdi. Ve sen melâikeden aslah değilsin. Ve melâike Âdem'e ta'n ve teşnî' etmişler iken âhir mülzem oldular. Eğer evvel-i emrden netîceye vukûf olaydı mes'ele bu şekle girmezdi.
İlim zarûrîdir, yani âhiretde 'avâmma nisbetle. İlim zarûrîdir, yani dünyâda havâssa nisbetle. İlim husûlî ve kesbîdir, yaani dünyâda evvelkilere nisbetle. İlim huzûrî ve vehbîdir, yani dünyâda sonrakilere nisbetle. Çünki sen bu ilmin yüzüne verâ-i perdeden nazar edesin, a'mâ hükmündesin. Ve çünki 'ayndan göresin, darîr isen de basîr menzilesindesin. İşte bu 'âlem-i kevnin sûretinde kalanlar ve ma'nâsını bulanların hâlleri ve farkları budur. Gerek sen fark eyle ve gerek fark eyleme. Ve fark ve 'adem-i fark da'vâ ile olmaz, belki ma'nâ ile olur. Bu cihetden mâddesine göre ehl-i ma'nânın fark ve 'adem-i farkı mu'teberdir, gayrının değil. Yani ehl-i ma'nâ mertebe-i îmânda mü'mini mü'minden fark etmez, belki mertebe-i ihsânda fer' eder. Çünki mertebe-i ihsâna vâsıl olmaya, mahcûbdur der.
Ehl-i da'vâ ise hilâfın söyler. Meselâ ehl-i vahdete mülhid ve ehl-i kesrete sünnî der ve 'aks-i hakîkat eder. Zîrâ kusûr-i 'ilmi olmakla farka kâdir değildir. Bu yüzden ehl-i rüsûmdan ekall-i kalîldir ki kelâmı halt ve galatdan sâlim ola. Ve 'adem-i şu'ûrlarından evrâkı galatât ve hayâlât ile doldurmuşlardır. Nâr nûr olmaz, nûr nâr olmadığı gibi. Şeytân melek ve melek dahi şeytân olmaz. Ve ehl-i cehennem ehl-i cennet olmaz ve bi'l-'aks. Ve hayâlât, 'ilm-i sahîh olmaz ve bi'l-'aks. Ve kâmil nâkıs olmaz ve bi'l-'aks. Ve vâsıl ehl-i hicrân olmaz ve bi'l-'aks. Ve zulmet nûr olmaz ve bi'l-'aks. Ve müstakîm mu'avvec olmaz ve bi'l-'aks ve 'alâ-hâzâ. Şol ki 'ayn-ı zerdir, sen ona nuhâs deme ve illâ ismi isme halt etdin, maahâzâ taayyünleri fârukdur. Yani ta'ayyünde evsâf-ı rediyye olıcak nuhâs ve pâk olıcak zeheb denilir. Pâk ise nâ-pâk olmaz. Ve a'mânın altına bakır demesiyle hükm sahîh olmaz. Pes, 'ulûm-i evliyâ zerdir. Zîrâ nefsleri evsâfı rediyyeden pâk olmuşdur. Ve âyîne pâk olıcak sûret ona göre görünür. Ve gayrılarının ekseriyâ 'ulûmu nuhâsdır. Zîrâ, şevb-i fikr ve hayâlden halâs olmamışdır. Pes, o makûle 'ulûma yine ehl-i fikr ve hayâl rağbet eder ki mücânisdir. Ve nakkâd gerekdir ki ciyâd ve züyûfu biribirinden temyîz eyleye. Ve şol kimsenin ki nuhâsı vardır, sarrâf yanında onu altın yerine harc edemez. Ve herkesin kesesinde ne bulunursa hârice çıkan dahi odur. Ve kîse-i isti'dâdda olan ahvâl ve 'ulûm dahi böyledir. Ve erbâb-ı kemâlin hazâini çokdur. Zîrâ melikü'l-mülûk ve mâlikü'l-emlâkden ahz ederler. Ve ehl-i noksânın hâlleri za'îfdir. Zîrâ zu'afâdan istifâde ederler.
Pes, bu ma'nânın kemâline ermek isteyenler dâmen-i kfaâmile teşebbüs ederler. Zîrâ kâmilin yedi, "يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْد۪يهِمْۚ" sırrıdır. Nitekim âyet-i mübâya'adan ma'lûmdur. Ve mübâya'a şerâi'a göre hakk-ı nefs ve hakâika göre hakk-ı rûhdur ki vücûd-i insânîde bu iki gıdâ nefs ve rûha lâzım gelmişdir. Onun için mübâya'a vâcib mertebesine ermemişdir. Zîrâ mübâya'a-i 'âmme ancak şerâi'a göredir ve mübâya'a-i hâssa şerâi' ve hakâika şâmildir. Zîrâ hakâik şerâi' üzerine mebniyyedir. Onun için dediler ki : "Şerîatin reddetdiği hakîkat merdûddur". Pes, zü’l-cenâhayn olmak akvâdır. Ve butûn-i Kur`ân'a vâkıf olan ehl-i zâhir değildir, belki ehl-i bâtındır. Zîrâ ehl-i zâhir yalnız zâhirini ıslâh ile mukayyeddir. Ehl-i bâtın ise zâhir ve bâtını câmi'dir. Ve zâhiri Kitâb ve Sünnet'in zâhiri ve bâtını bu ikisinin bâtınıdır. Bunu böyle bil.