Kur`ân-ı Kerîm, Resûl-i Ekrem Efendimizin en büyük mu'cizesidir. Bunu hemen hemen herkes bilir ve söyler. Üstelik Kur`ân-ı Kerîm öyle bir mu'cizedir ki her âyeti de başlı başına bir mu'cizedir. Mu'cize, 'acz kökünden gelir ve "insanı âciz bırakan şey" demekdir. Kur`ân-ı Kerîm'in her âyetinde öyle hikmetler, öyle derin ma'nâlar, öyle ince nükteler vardır ki 'allâmeleri bile 'acze düşürür. Birçok âyet-i kerîmeler, son derece muhtasar yani bir iki kelimeden ibâret olmalarına rağmen çok geniş ma'nâlara delâlet etmeleri insanı hakîkaten hayrete düşürür. İşte bunlardan biri de yukarıdaki âyet-i kerîmedir. Sûre-i Zâriyat'daki bu kısacık âyetin inceliklerinden birkaçını zikredelim : Önce âyet-i kerîmenin anahtarı olan "firrû" kelimesine bakalım. Bu kelimenin kökü "firâr"dır. Arapçada "Firâr", kaçmak, koşmak, ilticâ etmek, sığınmak gibi ma'nâlara gelir. Öyleyse, bir önceki âyet-i kerîmeye atıf için gelen başdaki "fe"den sarf-ı nazar ederek âyete şu ma'naları verebiliriz :
Allah'a koşun!
Allah'a kaçın!
Allah'a ilticâ edin!
Bir şeye doğru koşmak veya kaçmak için arada mesafe olması gerekir. Halbuki Allah mekândan münezzehdir. Öyleyse Allah ile kul arasındaki mesâfe ve uzaklık bildiğimiz gibi bir uzaklık değil ma'nevî bir uzaklıkdır ki bu da kulun Allah'dan gâfil olması demekdir. Gaflet perdesi inceldikçe kul Hakk'a yaklaşmaya başlar. Bu yaklaşma, tövbe ile başlar, sonra ibâdet ve zikrullah ile artarak devâm eder. Sûre-i Bakara'daki "وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَإِنِّي قَرِيبٌ أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ إِذَا دَعَانِ فَلْيَسْتَجِيبُواْ لِي وَلْيُؤْمِنُواْ بِي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ / Ve izâ seeleke 'ıbâdî 'annî fe innî karîb ucîbu da'veted dâ'i izâ de'âni, felyestecîbû lî velyu'minû bî l'eallehum yerşudûn" âyet-i kerîmesi bu hakîkate işâret eder.
Bir yere ya da bir hedefe doğru koşmak için önce oraya doğru yönelmek gerekir. Bu âyet-i celîledeki emr-i ilâhîye uyarak Hakk'a doğru koşabilmek için önce Allah'a yönelmek lâzımdır. Buna teveccüh denir. Sûre-i En'âm'daki "إِنِّي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذِي فَطَرَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ حَنِيفًا وَمَا أَنَاْ مِنَ الْمُشْرِكِينَ / İnnî veccehtu vechiye lillezî fataras semâvâti vel 'arda hanîfen ve mâ ene minel müşrikîn" âyet-i kerîmesi bu teveccühe işâretdir. Küfürden îmâna, şirkden tevhîde, günâhdan ibâdete, ısyândan kulluğa dönüş hep bu teveccühün tezâhürleridir.
Bir hedefe ulaşmak için sadece o hedefe yönelmek yetmez, yönü yani istikâmeti de hiç bozmamak lâzımdır. Sûre-i Hûd'daki "فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ وَمَن تَابَ مَعَكَ وَلاَ تَطْغَوْاْ إِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ" âyet-i kerîmesi bu istikâmeti beyân eder. Her müslümanın her gün her namazda okuması gereken "اهدِنَا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ İhdines sırâtal müstekîm" âyeti de bu istikâmeti tutturabilmek için Allah'dan yardım istemek demekdir.
Cenâb-ı Hakk'ın, "yürüyün" demeyip "koşun" demesindeki hikmet, ömrün kısa, gidilecek yolun ise uzun olmasına işâretdir. "Ulaşın, varın, gelin" denilmeyip "Koşun" denilmesinin hikmeti de her koşanın menzil-i maksûda varamayacağına fakat bu emre uyarak Allah'a koşanların mücâhedeleri ölçüsünde ecir ve derece alacaklarına işâretdir. Bu yarışda öne geçenlere "Sâbikûn" denir. "أُوْلَئِكَ يُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِ وَهُمْ لَهَا سَابِقُونَ" âyet-i kerîmesinde ve diğer bazı âyet-i kerîmelerde "sâbikûn"bu ma'nâya gelir. Bir de onlar kadar ileri gidemeseler de onlara tâbi olup onların arkalarından gidenler vardır. Bunlara Kur`ân'da "ashâb-ı yemîn" denir. Sûre-i Tevbe'deki "وَالسَّابِقُونَ الأَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِرِينَ وَالأَنصَارِ وَالَّذِينَ اتَّبَعُوهُم بِإِحْسَانٍ رَّضِيَ اللّهُ عَنْهُمْ وَرَضُواْ عَنْهُ وَأَعَدَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي تَحْتَهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ" âyet-i kerîmesi de bunlara işâret eder.
Dünyâya gelen insan, ten kafesinde haps olmuşdur. İnsanın çektiği sıkıntıların sebebi bu hapis hayâtıdır. Mücâhede ederek nefs hapishânesinden rûhunu kurtarabilenler necâta ve felâha erer. Âyet-i kerîmedeki firâr, rûhu mâsivâ hapsinden firâr ettirerek vatan-ı aslîsine döndürmeye işâretdir. Sûre-i Fecr'deki "ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَّرْضِيَّةً" âyet-i kerîmesi işte bu dönüşü emreder.
Nice bir emmârelikde eyleye nefsin karâr
İşidip "firrû ilallâh"ı et ol yana firâr
Cenâb-ı Hakk'ın, "kaçın" demesindeki hikmet, insan için en kötü hâlin Allah'dan uzak kalmak olduğuna ve mâsivânın insan için öldürücü bir zehir ya da yakıcı bir azâb olduğuna işâretdir. İnsan, yangından, selden ya da başka bir felâketden canını kurtarmak için nasıl kaçarsa, rûhunu kurtarmak için de mâsivâdan yani kendisini Hakk'dan ayıran her ne varsa onların hepsinden Allah'a kaçması gerekir. Sûre-i Şuarâ'daki "يَوْمَ لَا يَنفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَ * إِلَّا مَنْ أَتَى اللَّهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ Yevme lâ yenfa'u mâlun ve lâ benûn. İlla men etallahe bi kalbin selîm" âyet-i kerÎmeleri buna işâret eder.
Cenâb-ı Hakk'ın, "Bana ilticâ edin" buyurmasının hikmeti, Hakk'dan uzak kalan insanın muhakkak helâk olacağına ancak Hakk'ın emânında olanların kurtulabileceğine işâretdir. "وَمَن دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا ve men dehalehû kâne âmina" âyet-i celîlesi buna işâretdir.
Âyet-i kerîmede emrin cemî' sîgasıyla gelmesi yani hitâbın topluca yapılması ve "Hepiniz birden koşun/kaçın/ilticâ edin" denilmesinin hikmetlerinden biri, cemâ'atden ayrılmamaya işâretdir. Diğer bir hikmeti de, seyr-i sülûk edenlerin bu ma'nevî yolculuklarında birbirlerine destek olmalarına işâretdir. "Sûre-i Kehf'deki "وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُم بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْ تُرِيدُ زِينَةَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَلَا تُطِعْ مَنْ أَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَن ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوَاهُ وَكَانَ أَمْرُهُ فُرُطًا / Vasbır nefseke me'allezîne yed'ûne rabbehum bil gadâti vel 'aşiyyi yürîdûne vechehû ve lâ ta'du 'aynâke 'anhum, turîdu zînetel hayâtid dünyâ ve lâ tutı' men ağfelnâ kalbehû 'an zikrinâ vettebe'a hevâhu ve kâne emruhû furutâ" âyet-i kerîmesi buna işâretdir.
Âyet-i kerîmenin işâret ettiği ma'nâlarıdan biri de, insanın bütün sıfatlarından kurtularak Hakk'ın sıfatlarına bürünmesi ve cümle varlığından geçerek Hakk'da fânî olmasıdır. Bu hâl, tıpkı bir yağmur damlasının, denize kavuşmasına benzer. Dere tepe aşarak, sağa sola çarparak, kâh yerin altına girip kâh üstüne çıkarak, kâh sâkin akıp kâh çağlayarak sonunda denize kavuşan damla, Allah'a koşan ve sonunda O'na ulaşan insanın remzidir. Sûre-i Kamer'deki "فِي مَقْعَدِ صِدْقٍ عِندَ مَلِيكٍ مُّقْتَدِرٍ / Fî mak'adi sıdkın 'inde melîkin muktedir" âyet-i kerîmesi de bu vuslata nâil olan kudsî insanlar hakkındadır.