Fetihden Sonra Hicret Yokdur

15 Şubat 2024 tarihinde yayınlanmıştır.

İsmail Hakkı Bursevi

Büyük mürşidlerimizden İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri Kitâbü'n-Netîcesinde "لَا هِجْرَةَ بَعْدَ الْفَتْحِ" yani "Fetihden sonra hicret yokdur" hadîs-i şerîfinin bâtınî ma'nâsını îzâh ederken buyuruyorlar ki :

Yani hicret ki me'lûfâtdan inkıtâ'dır, feth-i Mekke-i kalbden evvel gerekdir, tâ ki mertebe-i mücâhede husûle gele. Feth-i mezkûrdan sonra ise mücâhede kalmaz. Zîrâ mücâhede a'dâ ile olur. A'dâ ise a'zâ ve kuvânın ahkâm ve ahvâlidir. Ve bunlarla muhârebe etmek, kalbi yed-i mubtıleden tahlîs içindir. Çünki yed-i mubtıle-i cismâniyye zâile ve yed-i muhikka-i rûhâniyye sâbite ola, usûl-i ta'allukâtdan eser kalmaz ve ahvâl-i enfüsiyye salâh kabûl edip âfâkda sebeb-i fesâd olacak nesne kalmaz. Belki mecâz âyînesinde rûy-i hakîkat zuhûr eder ve halkıyyetde hakkıyyet sûreti görünür.

Ve bundan kalb, melîkü'l-emr olduğu mütehakkık oldu. Yani enfüs ve âfâkın salâhı, salâh-ı kalbe tâbi'dir. Çünki kalb, mazbût ve mahfûz ola kâleb dahi ona tâbi' olur. Ve kâleb iki vech iledir. Biri kâleb-i muttasıldır ki bedendir ve onun zâhiri a'zâ ve bâtını kuvâdır. Ve biri kâleb-i munfasıldır ki 'âlemdir ve onun zâhiri eşyâ ve bâtını mâhiyyâtdır. Ve sultân-ı a'zam ki kalb-i 'âlemdir, sûret-i 'âlemi ıslâha nâzırdır. Ve kutbu'l-aktâb ki bu dahi kalb-i 'âlemdir, bâtın-ı 'âlemi ıslâha dâirdir. 

Pes, âlem-i enfüsde kalb îdâ' olunup cemî'-i a'zâ ve kuvâ ona merbût olduğu gibi âlem-i âfâkda dahi kalb vaz‘ olunup cemî'-i eşyâ ve hakâik dahi ona menût kılınmışdır. İşte ehl-i kalb olmak cemî'-i kemâlâtın fevkınde oldu. Ve bu mertebede insâna sâhibü'l-vahyi ve'l-ilhâm ve halîfetullâhi'l-meliki'l-allâm derler. Ve bu mertebe İsm-i Celâle'ye nâzırdır. Zîrâ Celâle mertebe-i zât ve sıfâtı câmi'dir. Ve enfüsde zât rûh ve sıfât a'zâ ve kuvâdır. Ve rûha zât denildi, nûr-i zâtın zâhiridir, mertebe-i sırr nûr-ı zâtın bâtını olduğu gibi.

Gel imdi bu feth-i mübîn hâsıl oluncaya dek mücâhede eyle ve me'lûfâtdan munkatı' ol ve usûl-i ta'allukâtı kat' et, tâ ki âfâk ile sulh olasın ve a'dâ olanlar ahbâba munkalib olup halkıyyet sûretinde hakkıyyet zuhûra gele. Zîrâ senin eşyâya eğri bakdığın nefsin i'vicâcındandır. Çünki nefsden hucüb-i hayâliyye mürtefi'a ola, hayâl 'ayna münkalib olup eşyâda esmâ ve esmâda müsemmâ görünür ve kesretden eser kalmaz, belki tecellî-i vahdet ile makhûr olur. 

Ve bundan ma‘lûm oldu ki nefs mebde-i şirkdir ve arz-ı vücûdda keferenin kıralı gibidir ki cünd-i a'zâ ve kuvâyı kendine istitbâ' etmişdir. Çünki kalbe Hakk'dan te'yîd-i melekûtî gele ve Azîz isminin hükmü vücûd bula, memleket-i küfr sâha-i İslâm olup cünd-i hevâ ve şehevât maktûl ve a'zâ ve kuvâ İslâm-ı hakîkî ile müslim olur ve bir dahi münâzi' kalmaz ve defter-i yesâr mu'attal olur. Zîrâ onun ahkâmı karîn-i cinnin âsârı idi. Karîn ise müslim olup melekden ve ilhâmdan gayrı nesne kalmadı. 

Ve bundan ahz olundu ki şeytân, hâdim-i nefs ve melek hâdim-i kalbdir. Ve ba'de'l-feth melekden gayrı hâdim kalmaz ve arz-ı vücûd semâ gibi melâike ile meşhûn olup sûret-i tenezzülde terakkî hâsıl olur. Bu sebebdendir ehl-i kemâle arz ve semâ birdir. Zîrâ sûretleri arzda ve sırrları semâdadır ve cesedleri arzda medfûn olup rûhları a'lâ-yı 'ılliyyîne merfû' olduğu budur. İşte ervâh-ı tayyibe ecsâd-ı latîfeyi müstetbi' olmakla neş'e-i âhirede ervâh ve ecsâd ma'an makâmât-i 'âliyyeye râkıye olmak iktizâ eyledi ki onun sûreti cennet ve hakîkati makâm-ı kurbet ve 'indiyyetdir. Ve kezâlik ervâhı habîse ecsâd-ı kesîfeyi istitbâ' etmekle neş'e-i sâniyede ikisi dahi siccîne nüzûl etdi ki sûreti cehennem ve hakîkati derekât-i bu'd ve katî'atdır. 

Ve 'âlem-i sûret âhir küffâr elinde kaldığı rûh-i insânînin müfârakatine göredir. Yani beden-i 'âlemde rûh-i insânî oldukça hüküm rûhundur. Çün ki bu rûh olmaya, hüküm nefsindir ve nefs sûret-i cesed ile birdir. İmdi, bu dünyânın evvel ve âhiri bî-rûhdur, vasatı bâ-rûh olduğu gibi, kalb ve rûh-i Muhammedî'nin tecellîsidir. Pes, bir zamân olur ki bu tecellî müstetir olup 'âlem muzlim olur ve rûh-i 'âlem beden-i berzaha ta'alluk edip gayrı 'âlem zuhûr eder ki bu 'âlemin kalbidir. Ve rûz-i kıyâmetde kalb, ehl-i kalbi cem' edip cennete îsâl ve kâleb dahi ehl-i kâlebi biribirine zamm edip cehenneme idhâl etse gerekdir. İşte "فَرِيقٌ فِي الْجَنَّةِ وَفَرِيقٌ فِي  السَّعِيرِ"  budur. Onun için bunlara ferîk ıtlâk olundu. Zîrâ orada sûreten ve ma'nen biribirlerinden müfterıklardır. Eğerçi dâr-ı dünyâ dâr-ı imtizâcdır. Yani sûretde mevtın cihetinden iftirâk yokdur. Eğerçi ma'nâda vardır ki biri 'ulvî ve biri süflîdir.

Pes, bu dünyâda olan ahvâlin netîcesi bi-hasebi's-sûret âhiretde zuhûr eder ki "يَوْمَ تُبْلَى السَّرَائِرُ"  budur. Zîrâ ızhâr-ı serâirden murâd, her sırrı bir sûret-i mahsûsaya komakdır. Zîrâ 'âlem-i 'ademde olan hakâik ve mâhiyyât, sûret-i vücûd-i dünyevî istid'â etdikleri gibi 'âlem-i butûnda olan esrâr-ı müstecinne dahi sûret-i vücûd-i uhrevî iktizâ eder. Onun için "فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ" dedi. Yani tenbieden maksûd, a'mâl-i kalbiyye ve kâlebiyyeye sûret vermekdir.

Bu lisâna âşinâ olmayanlar için kısaca îzâh edelim :

Hicretin enfüsî ma'nâsı insanın alışık olduğu şeylerden uzaklaşmasıdır. Mekke'nin fethi de kalbin fethine karşılık düşer. Bu itibarla hicret fetihden öncedir. Yani sâlik önce alışkanlıklarını terk etmek sûretiyle nefsiyle mücâhede eder tâ ki fetih müyesser oluncaya kadar. Fetih gerçekleşince artık mücâhedeye gerek kalmaz. Çünkü mücâhede düşmanla olur. Düşmanla yapılan muhârebe kalbi bâtıl kuvvetlerden kurtarmak içindir. Ne zaman ki kalb düşmandan temizlenir, rûh hâkim kılınır, insanın iç âlemi huzûra kavuşur, dış âlemde de fesad çıkaracak bir şey kalmaz. O zaman mecâz aynasında hakîkat görünür, mahlûk üzerinde Hakk'ın sıfatları müşâhede edilir. 

Kalb, pâdişah hükmündedir. İç âlemin salâhı da dış âlemin salâhı da, kalbin salâhına bağlıdır. Kalb sağlam olursa, kalıp da sağlam olur. Kalıbın da iki vechi vardır. Biri, zâhiri uzuvlar, bâtını kuvvetler olan bedendir. Diğeri, zâhiri eşyâ bâtını mâhiyetler olan âlemdir. Zâhirde lâemin kalbi mesâbesinde olan hükümdarlar, âlemin sûretini ıslâha, bâtında âlemin kalbi mesâbesinde olan kutbu'l-aktâb ise âlemin bâtınını ıslâha bakar.

Nasıl ki enfüsî âlemde bütün uzuvlar ve kuvvetler kalbe bağlıdır, dış âlemde de bütün eşyâ ve hakîkatler kalbe bağlanmışdır. Onun için ehl-i kalb olmak, bütün kemâlâtın üstündedir. Bu mertebeye erişen insana, vahiy ve ilhâm sâhibi ve Allah'ın halîfesi derler. Bu mertebe Allah ismine dönükdür. Çünkü Allah ismi zât ve sıfat mertebelerini cem eder. İç âlemde zât rûha, sıfat da uzuvlara ve kuvvetlere karşılık düşer. Rûha zât denilmesinin sebebi, zât nûrunun zâhiri olmasındandır. Zât nûrunun bâtın kısmına sırr denildiği gibi. 

Şimdi gel, bu fetih gerçekleşinceye kadar nefsinle mücâhede et ve alışkanlıklarından uzaklaş, bağlandığın şeyleri terk et. Tâ ki dış âlemle sulh olup düşmanlarını dost yapasın. Böylece mahlûk üzerinde Hakk'ın tecelliyâtını müşâhede edesin. Zîrâ senin mahlûkâtı eğri görmen, nefsinin eğriliğindendir. Ne zaman ki nefsden hayâl perdeleri kalkar, hayâl hakîkate dönüp, eşyâda esmâ ve esmâda müsemmâ görünür ve vahdet tecellîsi ile kesretden eser kalmaz. 

Bundan anlıyoruz ki nefs, şirk kaynağıdır ve vücûd memleketinde kâfir kıralı gibidir. Öyle ki bütün uzuvları ve kuvvetleri kendisine tâbi kılmışdır. Ne zaman ki kalbe Allah'dan yardım gelir ve Azîz isminin hükmü ortaya çıkar, küfrün hâkim olduğu memleket, İslâm diyârına döner ve hevâ ve şehvet askerleri öldürülür, uzuvlar ve kuvvetler tam manâsıyla teslîm olur ve artık nizâ kalmaz ve günah defteri kapanır. Zîrâ insanın günaha girmesinin sebebi şeytanlarla arkadaş olmasıydı. İnsan şeytanlardan kurtulunca geriye melekler ve onların ilhâmı kalır.  

Bundan bilindi ki, nefsin hizmetkârı şeytan, kalbin hizmetkârı melekdir. Fetihden sonra melekden başka hizmetçi kalmaz ve vücûd memleketi gökler gibi meleklerle dolup iniş sûretinde çıkış meydana gelir. Bu sebebdendir ki kemâl ehline yer ve gök birdir. Zîrâ sûretleri yerde ve sırrları gökdedir. Cesedleri yerde gömülü olduğu hâlde, rûhlarının a'lâ-yı 'ılliyyîne yükselmesi de bundandır. Temiz rûhlar, latîf bedenleri kendilerine tâbi kılmakla, âhiret âleminde ruh ve cesed birarada yüce makâmlara yerleşmeleri îcâb etdi. Bu yüce makâmın sûreti cennet, hakîkati ise Allah'a kurbiyyetdir. Habis rûhlar ise kesîf bedenlere tâbi olmakla, âhiret âleminde ikisi birden siccîne düşdü. Siccînin sûreti cehennem, hakîkati ise Allah'dan uzak olmakdır. 

Sûret âleminin, kâfirler elinde kalması, rûh-i insânînin ayrılığı itibarıyladır. Yani âlemde rûh-i insânî oldukça, hüküm rûhundur. Bu rûh olmazsa, hüküm nefsindir ve nefs, bedenin sûreti ile birdir. Bu dünyânın başı ve sonu rûhsuzdur, ortası rûh ile olduğu gibi, kalb ve rûh-i Muhammedî'nin tecellîsidir. Öyle bir zamân olur ki bu tecellî ortadan kalkar ve âlem kararır ve âlemin rûhu beden berzahına bağlanıp başka bir âlem zuhûr eder ki bu âlemin kalbidir. Ve kıyâmet gününden kalb, kalb ehlini toplayıp cennete, kalıp da kalıp ehlini toplayıp cehenneme soksa gerekdir. İşte "فَرِيقٌ فِي الْجَنَّةِ وَفَرِيقٌ فِي  السَّعِيرِ"  âyetinin sırrı budur. Onun için bunlara ferîk tabir edildi. Ferîk, farkdan gelir, ayrılığı tazammun eder. Zîrâ orada sûreten ve manen birbirlerinden ayrılmışlardır. Halbuki dünyâda ikisi biraradadır. Yani sûret bakımından ayrılık yokdur ama manâ bakımından vardır. Çünkü biri ulvî biri süflîdir.

Bu dünyâdaki ahvâlin netîcesi âhiretde ortaya çıkar. İşte "يَوْمَ تُبْلَى السَّرَائِرُ" âyetinin sırrı budur. Sırların ortaya çıkmasından murâd, her sırrı bir belli bir sûrete koymakdır. Zîrâ ervâh âlemindeki hakîkatler ve mâhiyyetler dünyevî sûretlerle ortaya çıkdıkları gibi, bâtın âlemindeki gizli sırlar da âhiretde sûret bulacakdır. "فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ" âyetinin hikmeti de budur. Yani bildirmekden maksûd, kalbin ve kalıbın amellerine sûret vermekdir.

Listeye geri dön