20 Mart 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Namazdan sonra, "buyur" dediler. Sedat Bey araba çekmiş oraya, fayton arabası, o vakit otomobil yok, "fayton arabasına buyur efendi" dediler. Bizi fayton arabasına aldılar. "Allah aşkına bekliyoruz, gene gel buyur. Yâhu sen âyetleri hem uzun okuyorsun, hem çabuk okuyorsun, hem namazı fevkalâde güzel kıldırdın, hem çabuk kıldırdın hem de usûllere dikkat ediyorsun" filan. Hayran oldular. Şerâfettin'in kardeşiymiş, Kambur Şerâfettin'in. Bu yaptıydı işi. (Hâfız Asım Bey'i kasd ediyorlar). Sonra beni eve kadar getirdiler faytonla.
Hâfız Âsım Bey, "Ama yok efendim, eksiğiniz var, öyle makâmlar yapmışlar ki size. Öyle uşşakla, sabâyla filan değil, kürdilihicazkarlar, şunlar bunlar, filan" deyince, Efendi Hazretleri buyurdular ki,
İşte bilmiyorum, o vakit ben yapdım onlara, yapdım yudum ellerine verdim, hepsini yapdık verdik onlara.
Dokuz müezzindik. Bazen imam usûlden bî-haber olurdu, misâfir gelir, mihrâba geçer, keseriz, üç kişi yaparız müezzinliği. Dokuz kişiden üç kişiye verirler müezzinliği, başka yok. Ötekiler bozabilir. Onun için müezzinbaşı, ben, bir de A'mâ Kadir Efendi, üçümüz, ona göre idâre ederiz biz. Birinci sınıf müezzindim ben. Sonra ne olduysa bilmiyorum, sesime bir şey oldu.
Hâfız Âsım Bey, "Ben sizin Mevlûd okuduğunuz da biliyorum efendim" deyince, Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Yâhu Mevlûd de okuyordum, Mevlûd'e de çağırılıyordum. Sonra ne olduysa sesime, nazar mı değdi, bir şey mi yutturdular, ne yaptılarsa sesim bozuldu. Sonra da daha berbat oldu şimdi, makâmâtı zor yapıyorum.
Davet ettiler sonra, "Mihrâb sizin efendim, bekliyoruz, ricâ ederiz" filan. Bizim Cüneyd'den üç dört yaş büyüktüm yani o kadar.
Fakat ne aşk vardı yâ Rabbi, ne aşk vardı! Üşenmek diye bir şey yok. Kış yaz, dört mevsim ben sabahleyin minârede salâ veririm. Üşenme diye bir şey yok. Her sabah çıkarım yani. Elli sekiz sâniyede çıkıyordum minâreye, Bayezid minâresine, elli sekiz sâniye, bir dakîkâ değil. Kılıç gibi bir delikanlıydım, göbeğim möbeğim yoktu. Ne müezzinlikler yaptık. Şimdi gözümün önüne geliyor da hayâlleri, gözümden yaş geliyor.
Yok, bitti. Beş vakit namazda, beş vakit makâm değişir. Dört müezzin bir gün, dört müezzin bir gün, başmüezzin her gün gelir câmiye. Minâreye çıkmaz o. Akşam namazında gider, İkindiden sonra. Dört müezzin bir gün, dört müezzin bir gün, beş müezzinle müezzinlik yapardık yani. Beş vakitte makâm değişir.
Ne zevkliydi yâ Rabbi! Sabah namazından çıkarız, arkadaşlar gelirler, kahvede otururuz, çayı demleriz, tereyağ, bal, reçel filan alırız, sabah kahvaltısı yaparız. Saat ona kadar. Onda câmiyi açarız, Bâyezid Câmisini. Ne zevkliydik, ne zevkimiz vardı bizim, ne şen şâtırdık! Aldığımız maaş ne biliyor musun? On dört lira kırk iki kuruş. Ama benim maaşım zuhûrâtlıydı, üç yüz liraya gelirdi benim maaşım. Mebûslar beş yüz lira alıyordu, mebûs maaşı beş yüz liraydı. İlk ay yazdım aldığım parayı, üç yüz liraya geldi aylığı.
Merhûm peder, "Siz başkalarının yerine de nöbete giriyordunuz, değil mi?" deyince buyurdular ki :
Hepsinin. Câmiyi ben bekliyordum. Evliler gidiyorlardı, bana bırakıyorlardı. Ne zevkliydik! Neşe vardı, neşem vardı. Sonra öldürdüler neşemi.
Bayezid Meydanının ortasında havuz vardı. Havuzun etrâfına böyle arabalar dizilirlerdi sırayla, ben minârede salâ verirdim, hep dinlerlerdi aşağıda. Çıkarlar otururlardı otomobilin yanına, sigara içerler, çay içerler, beni dinlerlerdi. Ezan bitti mi giderler sonra. Her sabah aynı. Fırtına, kar, yaz, kış, ilkbahar, sonbahar, her sabah!
Birisi, "Bir de Silivri meselesi var, değil mi efendicim" deyince "Yaa, Silivri meselesi de var. Silivri'yi ayağa kaldırdık, Silivri'yi. Zeki'yle beraber, Zeki Altunses'le beraber" buyurdular. Hâfız Âsım Bey, "Peynirli pideler hâlâ hâtırınızda mı?" diye sorunca, "Hâlâ hatırımda, unutur muyum hiç, evi bulurum gitsem. Evi bulurum evi. Tam minârenin karşısındaydı. Minâre böyle ev böyleydi. Evin balkonundan minârenin şerefesi görünüyordu". Âsım Bey, "Yemek hatırınızda mı efendim?" diye sorunca, "Hatırımda, dolma. Sonbahardı. Dolma, kıymalı. Zekii çok mahcûbdu Zeki. Hâlâ öyledir ağırbaşlıdır çok, benim gibi değil" buyurdular ve o mâcerâlarını şöyle anlattılar :
Hâfız İhsan Efendi mektup yazmış. Biz kahveye geldik, hocaların kahvesi vardı orada. Bana mektup yazmış, "Muzaffercim, Silivri'ye gidiyoruz, hatim var, isteseniz gelin akşama". "Ne dersin?" dedim Zeki'ye, "Gidelim" dedi. "E peki, sende kaç para var?". "Doksan kuruş". Bir lira o vakit Silivri'ye gitme. Sekiz saatde gidiyor ama Silivri'ye. "Gider miyiz?", "Gideriz". "Pekâlâ, sende ne kadar var?" dedi. "Bende bir lira var" dedim. "Bende doksan kuruş". İkimiz bindik arabaya. On kuruş kaldı ikimize yiyecek. Yüz paraya birer simit aldık, tâze simit, onu yedik. Gittik. Tâ akşam ezanı Allahuekber demiş, namaz kılınıyordu biz İbrahim Paşa'ya vardık. Düşün bak. On birde filan çıkdık.
Câmiye gittik, "Ekşinozlu Ahmet Bey'in evi nerede" dedim, sordum. Sakallı bir müezzin, Rumelili çıtak, "Ne olacağmış ba" dedi. Dedim, "Hatim için İstanbul'dan geliyoruz biz, davet var, çağırdılar" dedim. "Hatimi okudu döndü onlar gerisi geriye" dedi. Felâketin büyüğü! Anadolu değil ki, kapıyı çalıp da, "Biz hocayız, biraz ekmek verin bize, burada yatalım" diyelim yatırsınlar. Trakya bu. Kaldık ortada. "Kardeşim gittiler onlar" dedi. "Çorlu Müftüsü Eyüp Efendi'nin bir işi varmış" dedi, "hatimi okudular gittiler, dağıldılar" dedi. Ulan ne yapalım. Vâsıta da yok. Nerede yatarız. Sonbahar. Para yok. Olsa da gelemezsin zâten. Vesâit öyle bol değil ki, vâsıta yok. Sekiz saatte gidiyorsun Silivri'ye. "Sen bana baksana, şu hatim okunan evi sen bana göster" dedim o adama. "Te şuradan çık" dedi, "yokuşdan yukarı çıkın" dedi, "te orada büyük kapılı olan ev" dedi. Gittik. Zeki korkarak geliyor arkamdan benim. Ben önden o arkadan, gittik. Tak tak kapıyı çaldım, bir adam içeriden seslendi, "Kim o?" dedi. "Açar mısın lütfen kapıyı?". Açdı. "Şu kağıdı okur musun?" dedim. "Neymiş o?" dedi. "Hâfız İhsan Efendi yazmış, hatime gidiyoruz, akşama hatime gelin diye. Kalkdık geldik" dedim, "hatimi gündüzden okumuşlar, gitmişler. Biz kaldık sokakda" dedim. "Şimdi bizim yatacak yerimiz yok, yiyecek yemeğimiz de yok" dedim. "Gel bakalım içeri" dedi. Dedim, "Ben yalnız değilim, gel Zeki içeri".
Neyse girdik içeriye. Yatacak yeri bulduk. İyi, hoş. "Karnınız aç mı?" dedi. Zeki, "Benim karnım tok" demesin mi! Ölüyoruz açlıkdan. Sıkılgandır Zeki. "Benim karnım aç" dedim ben. Sofrayı kurdu, bize dolma, hiç unutmuyorum yani, dolma biberi çıkardı, kıymalı. "Bunu yiyin bakalım, başka bir şey yok. Bugün cenâze kaldırdık" dedi. Peki, onu da yedik. İkimize yere iki yatak yapmış, üst katta bir yere. Yatsı Namazını kıldık yattık.
Sabaha karşı, "tak tak tak" kapı çalındı. Kalktık, "Ne var?". "Kalkın bakalım" dedi, "hâfızlığınızı gösterin şimdi. Hâfızmışsınız mâdem, görelim hâfızlığınızı" dedi. Peki, kalktık biz abdest aldık, hazırlandık filan. "Nereye?" dedi, "Gitmeyin câmiye, balkona çıkın" dedi. Balkonu açtı, balkona çıkardı bizi. Ev tepenin üstünde, câmi aşağıda kalıyor, biz üstteyiz. Zeki bir tarafa ben bir tarafa geçtik. O vakit ses bende parlak, yüksek sesim var. "Tanrı Elçisidir Muhammed". O vakit Türkçe salâ veriyoruz, Türkçe, "Salât sana, selâm sana", dilkeşhâverân, başladık salâ vermeğe. Bir taraftan ben okuyorum, bir taraftan Zeki.
Zeki'nin sesi çok güzeldi. Benim sesim yüksekti ama onun sesi çok güzeldi. Yani benimki de dinlenirdi. Zeki'ninki çok güzeldi. Karşılıklı okuyoruz. Bütün Silivri'nin ışıkları yandı. Herkes kalktı ayağa, ne oluyor diye. Ama nasıl bağırıyoruz, bildiğin gibi değil Muzaffercim, kaldık orada çünkü. Daha bir de dönüş var çünkü, nasıl geleceğiz.
Ben Zeki'ye diyorum ki gece yattığımız yerden, "Yarın tellalı çağırtırız, tellalı bağırtırız, milleti câmiye toplarız, Mevlûd okuruz, ben duâ ederim, derim ki, 'Ey ahâlî! Âbâ u ecdâdınızın rûhuna bağışladık bu Mevlûd'ü, biz burada beş parasız kaldık, bir yol parası verin bize İstanbul'a gidelim' deriz, para toplarız, öyle gideriz" diyorum ben akşam. Onu kuruyorum kafaya.
Efendime söyleyeyim, bir salât, arkasından, "Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed'sin Efendim", Şeyh Gâlib'in, onu koyverdik. Bir o, bir ben karşılıklı. Bütün millet câmiye hücûm etti, ne oluyor diye. Bizim Ağa dört köşe oldu. Dedi ki, "Ulan" dedi, "hakîkaten hâfızmışsınız siz" dedi, "ulan pezevenkler toplanıp geldiler buraya, apuldu kapuldu paraları aldılar gittiler dürzüler" dedi, "yüzümü ağarttınız benim be" dedi. "Haydi bakalım namazı kim kıldıracak?". "Ben kıldıracağım" dedim, geçtim ben mihrâba. Bak unutmadım hiç, birinci rekatta, "lâ uksimu bi yevmi'l-kıyâme", ikinci rekatda "izâ semâun fetarat" okudum. Bak bugünkü gibi hatırımda. İbrahim Paşa Câmisinde, orada okuduk. Oradan çıkdık, "buyrun" dedi kahveye, peynirli pideler yaptırmış, tâze fırından çıkarmış, çaylar, peynirli pideler, orada yedik içtik. Otobüsün de ön tarafından bize yer tutmuş adamcağız, sarsılmayalım diye. Birer de zarf cebimize. "Çok teşekkür ederim" dedi. "Beni âbâd ettiniz" dedi. "Beni memnûn bıraktınız. Hakîkaten hafızmışsınız" dedi. "Pezevenkler toplanıp geldi buraya" dedi, "bir alay pezevenk" dedi, "apuldu kapuldu paraları alıp gittiler" dedi.
Neyse bindik oradan otobüse biz, döndük geldik. Allah rahmet eylesin, Hâfız İhsan bizimle dalga geçiyor, "Silivrililer geliyor!" diyor, bizi görünce karşıdan. (Hâfız Âsım Bey, "Zarfı açmadınız mı?" diye sorunca) Açmaz olur muyum açtım, otuz beş kağıt. Maaş on dört lira. Otuz beş lira bana, otuz beş lira Zeki'ye koymuş. Gittik oraya, inanmıyor. (Hâfız Emin Işık Efendi, "Beş lira o zaman değil mi?" diye sorunca) Beş lira tabii. Gittik, Hâfız İhsan Efendi, "Allah'ını seversen doğru söyle" diyor, inanmıyor. "Vallahi zarf cebimde, al, otuz beş lira". "Vay anasını ulan" dedi, "bize beşer lira verdi herif" dedi. Onlar beşer lira almışlar, biz otuz beş lira. Ama biz herifin yüzünü ağarttık" dedim. Silivri Seferi bu. "Ulan apuldu kapuldu, paraları aldılar gittiler" dedi. Ekşinozlu Ahmet Bey, Allah rahmet eylesin.
Birisi "Meşhûr Yoğurtçu değil mi efendicim" deyince, "Yoğurtçu" buyurdular. "Ama okuduk biz de. Orada kalacağız diye nasıl okuyoruz bilsen, can havliyle. Sekiz saat o vakit Silivri, yol sekiz saat".