2 Eylül 2019 tarihinde yayınlanmıştır.
"Hâ", icmâl mertebesindeki velâyet noktasından ibâretdir ki, doksan dokuz esmâ-yı husnâyı cem' eden ümmühât-ı esmâ mesâbesindeki sekiz isme işâretdir. Nitekim "Hâ" harfinin ebced değeri de sekizdir.
"Mîm", Muhammed aleyhisselâmın vücûd-i şerîfinden ve bünyesinden kinâyedir. Zîrâ "mîm" sayıda kırka tekâbül eder. İnsan bedeninin hamuru kırk sabahda karılmışdır. Sôfiyye ıstılâhındaki erbâ'în de buna işâret eder.
"Ayn", zâtullaha ve tüm isimleri kendisinde toplayan ism-i a'zama işaret eder ki, Allah lafzıdır. Çünkü "ayn" sayıda yetmişe tekâbül eder. Lafza-i Celâle de, tedâhül hesâbıyla yetmiş eder.
"Sîn" Muhammed aleyhissalatü vesselâma işaret eder. Nitekim Cenâb-ı Hakk Resûl-i Ekrem Efendimize "Yâ Sîn" diye hitâb etmişdir. "Sîn", altmış, "Mim" de kırkdır, ikisinin toplamı da yüz eder ki bu da nokta-i nübüvvete işâret eder.
"Kâf" ise tafsîl mertebesindeki nokta-i nübüvvete işâret eder, zîrâ "kâf"ın ebced değeri yüzdür. Bütün esmâyı ihâta eden sekiz esmâ da "kâf"ın tafsîlidir. Esmâ, velîde icmâl, nebîde tafsîl üzeredir. Bu itibarla "Yâ Men Hû"nun ma'nâsı, velâyet noktası ile nübüvvet noktasının bir araya geldikleri yere işâret eder.Hazret-i Şeyh, bu sûre-i celîlede hurûf-i mukâtaadan hemen sonra gelen, "كَذٰلِكَ يُوح۪ٓي اِلَيْكَ وَاِلَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِكَۙ اللّٰهُ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ Kezâlike yûhî ileyke ve ilellezîne min kablikallâhül 'azîzül hakîm" âyet-i kerîmesi ile öncesindeki hurûf-i mukâta'a arasındaki irtibâtı da şöyle beyân buyuruyorlar :
"Hâ-Mîm", âyetdeki "Azîz" ismine tekâbül eder. "Azîz", mutlak kudret sâhibi demekdir. Kudret de, icmâl üzere olan velâyet noktasına işâret eder. "Ayn-Sîn-Kâf" ise, âyetdeki "Hakîm" ismine karşılık düşer. "Hakîm", kudreti her mahalde, her işde, hikmetleriyle zâhir olan kudret sâhibi demekdir. Bu da tafsîl üzere olan nübüvvet noktasıdır.Bu îzâhı anlayamadıysanız sakın üzülmeyin. Zîrâ bunu ilâhiyat fakültelerindeki hocalar da, medrese tahsîli görmüş âlimler de pek anlayamazlar. Buna rağmen bu tefsîri sizlerle paylaşmamın sebebi şu ki, Kur`ân-ı Kerîm'i hakkıyla anlamak ve esrârına vâkıf olmak için Arapça bilmek, tefsîr okumak, tahsîl görmek, tefekkür etmek kâfî gelmez, Hakk'a kurbiyyet lâzımdır. Bu kurbiyyet de takvâ ile olur. Allah, kendisinden hakkıyla ittikâ eden kuluna, ledünnünden öyle bir ilim verir ki, o ilme değil beşer, melekler bile vâkıf olamaz. Bir önceki yazımızda bahsi geçen "وَمَنْ يَتَّقِ اللّٰهَ يَجْعَلْ لَهُ مَخْرَجًاۙ وَيَرْزُقْهُ مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُۜ ve men yettekillâhe yec'al lehû mahrecâ ve yerzukhü min haysü lâ yahtesib" âyet-i kerîmesinin bir ma'nâsı da budur. İlmi doğrudan Allah'dan alabilecek kadar Hakk'a yaklaşanlar, Allah'ın kelâmını elbette başka türlü duyarlar ve âyetlerden kimsenin istihrâc edemediği bir takım ma'nâları çıkarırlar.