29 Haziran 2023 tarihinde yayınlanmıştır.
Hac farîzası esnâsında bazı hârikulâdeliklerle karşılaşdım. Zâten başında aklı olup düşünme nimeti verilenler, gene başında gözü olup görmek ibretine erenler, birçok âyât u beyyinâta her yerde şâhid olabilirler. Ama hac, ayrı bir ibâdet, ayrı bir topluluk, ayrı bir neş'edir. On bir haccımın her birinde, lâyık olmadığım bir takım manevî iltifatlara nâil oldum. Onlardan bazılarını, bugün Allah nasîb ederse, konuşup, anlatmaya gayret edeceğim.
Birinci haccımda, o vakit gençdim, otuz üç yaşındaydım. Türkiye'den vapurla tek başıma, hiç bir arkadaş almaksızın, yola çıkdım. Tayyâreler de var idi fakat ben vapurla yola çıkdım. Halbuki yolda insana lâzım olan, Arabın dediği gibi, "er-refîk sümme't-tarîk"dir yani evvelâ arkadaş sonra yolculukdur. Yolculukda ilk önce, iyi huylu, cesur, sabırlı, metânetli, yardıma müheyyâ, şefîk bir arkadaşa ihtiyaç vardır, sonra yola çıkılır.
Tarîkatda da bu böyledir. Zîrâ tarîk yol, tarîkat da Hakk'a giden yol demekdir. İnsan, iyi bir yoldaşa, iyi bir yol göstericiye arkadaş olursa, kolay yollardan, vuslat-ı ilallah edebilir. Eğer iyi bir arkadaşa yani iyi bir yol göstericiye mâlik değilse yolunu şaşırabilir, yanlış yollara gidebilir. Yâhud kendi başına giderse, gideceği yani arzu ettiği yere ya vâsıl olabilir yâhud varamaz. Ama iyi bir arkadaşa, yol bilen bir arkadaşa tâbi' olan kimse, ister tarîkatda, ister maddiyyatda, ister maneviyyatda, muhakkak sûretde vuslata nâil olur, gideceği yere sâlimen vâsıl olur.
Ben bu düstûra riâyet etmemişdim ve tek başıma çıkmışdım. Gençdim, kendime güveniyordum. Gitdiğim sene de 949 senesiydi.
Hicaz toprakları Osmanlı İmparatorluğundan ayrılalı otuz üç - otuz dört sene olmuşdu. 947'ye kadar hac izni çıkmamış, Türkiye'den Ka`be'ye hiç hacı gitmemişdi. İlk hac izni 947 senesinde verilmiş, o sene iki bin Türk hacısı ilk kâfile olarak hacca gitmişdi. O sene mâlî durumum iyi olmadığı için ben bu kâfileye katılamamışdım. Çok arzum olduğu hâlde, mâlî durumumdan dolayı bu ibâdetden ve bu arzumdan geri kalmış idim. 948 senesinde yolu gene kapatdılar yani hac kâfilesine müsâade edilmedi. Fakat 949'da yol açılınca, o seneye kadar topladığım parayla ikinci mevkide, vapurun baş altında bulunmak şartıyla, hac yolculuğuna çıkdım.
Devlet gâyet de güzel bir gemi yani konforu, herşeyi yerinde olarak bir gemi tahsîs etmişdi ve hac kâfilesi içinde benden daha genci yok idi. Gece gündüz gitmek şartıyla yedi günde Cidde'ye vâsıl olduk. O vakit Cidde şimdiki gibi ma'mûr değildi. Şap dağları vardı, gemi karaya yanaşamazdı, yedi mil açıkda duruyordu. Kayıklarla şap dağları arasından geçerek karaya vâsıl olunuyordu. Cidde'ye vardığım vakitde, on dokuz Türk hacısı ki bunlar hepsi ihtiyardı, içlerinde Sultan Vahdeddin'in imâmı olan Hâfız Necâtî Efendi de vardı, bunlar bana sarıldılar. Çünkü ben biraz Arapça biliyordum. Su, ekmek isteyecek kadar, yol soracak kadar Arapçam vardı. Fakat kâfiledeki halk arasında Arapçadan bir kelime dahi bilen yok idi. Bu on dokuz hacı bana sarıldılar, "Aman evlâdım! Bizi bırakma! Biz yol bilmiyoruz, iz bilmiyoruz" dediler. Bunun sebebi de şu oldu. Türklerden iki kadın kayboldu. O kadınları gidip arayıp ben buldum, yirmi dört saat içerisinde.
Ve Cidde'de içecek su dahi yokdu. Eti görmek için eti, yüz binlerce sineği kovalamayınca eti göremezdin. Yollar, sokaklar dar dar, eski binâlar, araba geçmez, hacı kâfileleri yollardan dar geçer, yatacak yer yokdu, caddeler insanlarla dolu başdan aşağı. Tabii oraya gidince biz de şaşırmışdık. Benim biraz Arapça bilmemden ve yüzümün beyaz olması ve kırmızı yanaklı olmamdan Araplar beni Şamlı zannediyorlardı. Bana "Yâ Şâmî" yani "Ey Şamlı" diye hitâb ediyorlardı. Biz bir arkadaşdan kaçınırken, on dokuz tâne ihtiyar insan bana sarıldı. Yani bir gemi batdı, bir tahta parçası var, nasıl ki bir çok insanlar kurtulmak için o tahta parçasına sarıldığı gibi, onlar da bana öyle sarıldılar. İş, benim hesâbım gibi çıkmadı. Biz arkadaşlık derken, bunlara hizmete başladık, zâten insanlık da bunu iktizâ etdiriyordu. Yaşlılara su bulmak, ekmek temin etmek, yol bulmak, pasaport muamelesini yapmak filan. Velhâsıl, bu muameleler bitdikden sonra, bir kısım halk o vakit, develerle Ka`be'ye doğru hareket ediyor, bir kısmı otobüslerle. Otobüsler gâyetle basit, bir iskemleye üç-dört kişi oturmak şartıyla biniliyordu. Hani tavukları kafese doldururlar ya, aynı o vaziyetde. Mal, eşya, bavul, o şekilde. Fakat hava gâyetle sıcak, korkunç. Havada kuş uçamıyor, hemen düşüp ölüyordu. Saat sekizden sonra da otomobilleri hareket etdirmiyorlar. Çünkü çok sıcak vardı. Bir fırının kapağı açıldığı vakit içeriden sıcak nasıl insanın yüzüne vuruyorsa ve insanı tıkıyorsa, çölden o şekilde sıcak rüzgar geliyordu.
100 Türk lirası verip karşılığında 105 gümüş riyal alıyorduk. O vakit Suudinin kağıt parası yokdu. Böyle olmasına rağmen, bir kilo buz, 56 riyaldi ve bir adam bu buzu da almazsa muhakkak ölümle karşı karşıya idi. Çünkü herkesin kafasında bir buz torbası vardı ve ancak onunla durabiliyordu. Bu şekilde yetmiş kilometrelik yolu yedi saatde almak şartıyla Ka`be'ye vâsıl olduk. Gece hareket etdik. O vakit bu yeni harem yapılmamışdı, Osmanlıların bırakdığı harem vardı. Hâriçden gelen hacılar 20 bin kadar idi. Yerli hacı ile berâber 120 bine-150 bine çıkabiliyordu. Fakat şimdiki yani bu seferki hacda 3,5 milyon halk vardı. (Efendi Hazretleri burada 1980 senesinde Amerikalı müslümanlarla birlikde yapdığı hac seferini kasediyor)
Dünyâ yüzünde iken mahşer yerini görmek isteyen hacca gitmelidir. Zîrâ âhiretde ne olacaksa, dünyâda hacda onun remzleri mevcûddur. Meselâ hacca giden bir adam memleketinden çıkarken, evvelâ hısım akrabâlarına ve tanıdıklarına gider, helâllaşır, kimden ne aldıysa onu verir, kime vurduysa ondan rızâlık diler, düşmanlarından hak taleb eder ve barışır. Sonra ölüme çıkar gibi tövbe istiğfâr ederek, kefenini alarak yola çıkar yani ihrama bürünür. Müslümanlar ölülerini elbiseyle gömmezler, kefene sararlar. İhram iki parçadır, bu da kefen mâhiyetindedir. Mîkât denilen yer ki, oraya gelindiği vakitde, elbiseler çıkarılır, başa bir şey, meselâ takke yâhud fes yâhud şapka giyilmez, ayağa ayakkabı giyilmez. Ayakkabı giyilmesine müsâade edilmiş, çünkü çıplak ayakla taşa basmaya imkân yokdur. Çünkü taşlar ateş gibi kızmışdır, ayaklar pişer. Onun için üstü açık ayakkabıya, yalnızca tabanını kapatacak kadar bir ayakkabıya şerîat müsâade etmekde. Çünkü ölümün aynısıdır, ölüm hâlinin. Müslümanlar öldüğü vakitde, üstünden elbiselerini alırlar, anasından doğduğu gibi çıplak bırakırlar ve yıkarlar, sonra kefene sararlar. Mîkâta da bir hacı geldiği vakitde, her şeyini soyunur, dikişli hiç bir elbise bırakmaz, yıkanır, cenâze yıkandığı gibi yıkanır ve ihrâma sarınır ve Allah'a teslîm olur, "Lebbeyk allahümme lebbeyk" diyerek Cenâb-ı Hakk'a telbiye eder.
Hacca giderken de kimi deveyle, kimi arabayla, kimi otomobille, kimi otobüsle, kimi yayan olarak gider ki, yarın mahşer gününde kabirler şakk olduğu vakitde, insanlar kabirlerinden kalkıp arsa-yı mahşere giderlerken kimi Allah'ın gönderdiği bineklere binecek, kimi yayan yürüyecek, kimi sürüklenecek, kimi yer üstünde emekleyecek, onu remz eder. Bu remzin aynısını hacda görürsün. İşte gitdiniz siz de gördünüz. Bütün halk, pâdişah da içinde olsa, yalınayak başıkabak, sırtında kefeni, bir kölenin yanında bir efendi, bir hizmetçinin yanında bir patron, bir zengin bir fakir, bir hasta bir sağlam, bir çirkin bir güzel, bir siyâhînin yanında bir beyaz, bir sarışın bir kırmızı yüzlü, hiç kimse kimseden ayrılmaz, herkes müsâvî olur. Çünkü Allah yanında insanların birbirine hiç bir fâikiyyeti yokdur, ancak takvâ iledir.
Evet, bu hâl ile Mekke'ye vardığımız vakit, Allah'ın beytini, Allah'ın evini gördük ki Allah orada değildir, Allah'ın beyti demek, oraya şeref vermek içindir. Allah orada oturmaz, Allah oraya şeref verdiği için oraya beytullah tabir edilir. Meselâ İsâ aleyhisselâma rûhullah denmesi de Ka`be'ye beytullah denmesi gibidir. Îsâ Allah'ın rûhu değildir. Kudretullah ile babasız halk olunduğu için ona rûhullah denilmişdir. Ka'be'ye de beytullah denilmesi, Allah'ın evi olduğu için değil, o şerefi bahşetmek içindir. Gitdiğimiz vakitde bu hevesle, aşkla, gördük ki Allah'ın beytini halk akın akın bu şekilde böyle tavâf etmekde Kabetullah'ı ki, melâike-i kirâm hazerâtı her â nda da, "وَتَرَى الْمَلَائِكَةَ حَافِّينَ مِنْ حَوْلِ الْعَرْشِ ve teral melâikete hâffîne min havlil arş" Allah'ın arşını melekler tavâf ederler. Hacılar da Allah'ın beytinin etrâfında, ne yapıyorlar, rengârenk, cins cins, lisanları ayrı, renkleri ayrı olmasına rağmen bir gönülde toplanmışlar, bir îmânda birleşmişler, hepsinin kalbinde, lisânları ayrı olduğu halde, Allah aşkı ve Muhammed aşkıyla Ka`be'yi tavâf ediyorlar. Öyle gördüm.
Tavâfdan sonra zemzem kuyusundan su içirildi, o mukaddes sudan. Bunun da remzi şudur ki, kıyâmet gününde, mahşerin şiddet ve dehşetinde, Hazret-i Muhammed'in havzı vardır, o havzdan Hazret-i Ebâbekir ve Ömer ve Osman ve Ali ve Hasen ve Hüseyn Efendilerimiz ümmet-i Muhammed'e su vereceklerdir. Ka`be'nin o sıcaklığı ile o tavâfdan sonra zemzemden su içdik ki zemzem bize bu remzi göstermekdedir. Kevserin etrafındaki kapların yani bardakların semâdaki yıldızlar kadar çok olduğunu Peygamberimiz haber veriyor, sallallahu aleyhi vesellem.
Ka`be'ye gittik ve tavâf etdik Ka`betullah'ı. Orada kudretullahı müşâhede etdik. İnsanları gördük, insanların bir îmân altında nasıl toplandıklarını ve nasıl birbirlerine sarıldıklarını, nasıl birbirleriyle bağdaşdıklarını, nasıl sevişdiklerini gördük. Aynı zamanda Hicaz topraklarına ayağımızı basdığımız vakit, memurlarını yani Arap memurlarını muamelede biraz şiddetlice bulduk. Çünkü biz onların lisanlarını bilmiyoruz, onlar da bizim lisânımızı bilmiyor. Sert muameleler yapdılar ve bizden pasaport aradılar. İşte insanlar da âhirete gitdiği vakitde, kabre girer girmez, Allah hükûmetinin askerleri olan melekler, onlardan pasaport sorarlar yani îmân pasaportu sorarlar. Bu da ona remzdir.
Kıyâmet gününde "يَوْمَ لَا يَنْفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَۙ * إِلَّا مَنْ أَتَى اللَّهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ yevme lâ yenfe'u mâlün velâ benûn illâ men etallahe bi kalbin selîm", kıyâmet gününde mal-mülk, kasa-kese, rütbe-evlad fayda vermez, ancak kalb-i selîm sâhibi olanlar o günün şiddetinden kurtulurlar, arşın gölgesinde gölgelenebilirler. Ka`betullah'da bu esrâr da vardır. Herkes kendi derdine düşmüş, herkes kendi derdiyle meşgûl olur, başka biriyle meşgûl olamaz. Bazen bazı zevât çıkar insana hizmet ve yardımda bulunur, şefâatçi olur, onlar da yevm-i kıyâmetde peygamberlerin ve evliyânın bazı halk üzerinde şefâatlerini göstermekdedir.
Ve orada bol bol Allah tekbîr edilir ve zikrullah olur. "Lebbeyk allahümme lebbeyk lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk innel hamde ve'n-nimete leke vel mülk lâ şerîke lek, Allahüekber, Allahüekber" diye nidâ edilir. Bu feryâd u figânlar da kıyâmet gününün şiddet ve dehşetiyle halkın Allah'a bağırmasına, seslenmesine işâretdir.
Ka`be'yi tavâf ettikden sonra Safâ ile Merve arasında sa'y ettik yani Hacer aleyhisselâmın sünnetini icrâ ettik. Hazret-i Hâcer, İsmâil'ini Ka`be'nin dibine koymuş, su aramak üzere aşağı yukarı koşuyordu, onu remz etdik. Bunun da ma'nâsı şudur ki, kıyâmet gününde herkes oradan oraya, oradan oraya koşarak yardım ve hizmet isteyecek yani yardım arayacakdır, kendisine bir şefî' arayacakdır. Aşağı yukarı koşarak sa'y etmek onu göstermekdedir.
Namaz da aynı, o da kıyâmet gününün remzini göstermekdedir. Meselâ kıyâmda huzûrullaha duruyoruz. Kıyâmet gününde halk Allah'ın huzûrunda durduğu vakit, "kitâbını oku!" diyecek. Çünkü herkesin yapmış olduğu amelleri mukayyed olan kitâb, boynunda asılı olacakdır. Sûre-i İsrâ'daki, este'îzübillah, "وَكُلَّ إِنسَانٍ أَلْزَمْنَاهُ طَآئِرَهُ فِي عُنُقِهِ وَنُخْرِجُ لَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ كِتَابًا يَلْقَاهُ مَنشُورًا * اقْرَأْ كَتَابَكَ كَفَى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَسِيبًا ve külle insânin elzemnâhu tâirahû fi 'unukihî ve nuhricu lehû yevmel kıyâmeti kitâben yelkâhu menşûrâ. İkra' kitâbek kefâ bi nefsikel yevme 'aleyke hasîbâ". "Oku kitâbını!" denecekdir. Okuyacak, kitâbda günâhlarını görünce mahcûbiyyetinden eğilecek, " سُبْحَانَ رَبِّىَ الْعَظِيمِ sübhâne rabbiyel 'azîm" yani "Ey 'azîm olan Allah, seni noksan sıfatlardan tenzîh ederim" diyecek. Allah diyecek ki, "Kaldır kafanı! Oku kitâbını! Oku bak dünyâ âleminde neler yapdın sen!". Tekrar okuyacak. İkinci sayfayı açacak, bakacak, daha büyük günâhlar irtikâb etmiş, onlar da kaydolunmuş, ne küçüğü kalmış ne büyüğü, hepsi tesbît edilmiş. Allah yine "Oku kitâbını!" diye emredecek ve o kişi okuduğu vakit daha büyük günâhlarını gördüğü vakit, secdeye kapanıyor ve "سُبْحَانَ رَبِّىَ ا‘عْلَى sübhâne rabbiyel a'lâ" yani "Ey a'lâ olan Allah, seni noksan sıfatlardan tenzîh ederim" diyor. Allah yine "Kaldır başını secdeden, oku kitâbını!" diye emrediyor, yine okuyor, yine günâhlarını görünce tekrar secdeye kapanıyor. Sonra yine "Kadır başını" emri geliyor, yine kaldırıyor "Oku kitâbını!" emrini alıyor, kitâbı okuyor ve mahcûbiyyetinden böyle boynu bükük duruyor, sonra sağa ve sola başını çeviriyor yani selâm veriyor. Bunun ma'nâsı, etrâfından, sağında, solundan şefâatçi aramakdır. İşte tıpkı bunun gibi, Hazret-i Hâcer'in Safâ ile Merve arasında aşağı yukarı koşarak kendisine yardımcı araması gibi sa'y etmek de kişinin kıyâmet gününde sağa sola koşarak kendisine yardımcı ve şefâatçi aramasına işâret etmekde, onun remzini göstermekdedir.
Sa'yden sonra, Ka`be'den çıkdık ve bizi aldılar ve Arafat'a doğru sevketdiler. Yani mahşer yerinden kurtulup, bir yerden bir yere gidiyoruz, başka tarafa. Orada, Hakk'ın varlığına, birliğine, kudretine ve noksan sıfatdan münezzeh olduğuna, evlâd u 'ayâlden münezzeh bulunduğuna vâkıf olup Allah'ı bilmek yani ârif olmak için. "Meş'ari'l-harâm"da Allah'ı zikrediyoruz , "Amân Yâ Rabbi! Amân Yâ Rabbi! Amân Yâ Rabbi!" diyerek Allah'a sesleniyoruz. Sonra günâhlarımıza da vâkıf olduk, fakat İslâm dîninde intihar etmek harâm olduğu için, kendimize bedel olarak bir kurban alıyoruz, "Yâ Rabbi! Yapdığımız günâhlar yüzünden kendimizi katletmemiz lâzım gelir ama sen nefsimizi katletmeyi bize haram kıldın. Biz de nefsimize bedel olarak, bu hayvanı kurbân ediyoruz" diyerek kurban kesiyoruz. Kurbanı kesdik, bayram sabahı. Bütün bu işler bitdikden sonra bayram yapıyoruz. Bayram da refah ve saâdet ânını gösteriyor ki, mahşerden kurtulduk, Allah'ın affına mazhar olduk ve cennete girmek ma'nâsına geliyor.
Ve bayram günü, aynı zamanda, Allah ile mülâkât etdiğimizden dolayı yani bu rızâ-yı Bârî'yi kazandığımızdan dolayı, Allah'ın sevmediği sıfatları Şeytan'ın başına atıyoruz. Bunu da taşla remz ediyoruz ki bu da Hazret-i İbrâhîm aleyhisselâm ile Hazret-i İsmâil'in Şeytan'ı taşladığı gibi biz de aynı yerde aynı şeyi îfâ ediyoruz. Kurbanla, aynı zamanda, Hazret-i İbrâhim ile Hazret-i İsmâil aleyhisselâmın kıssasının remzini meydana getiriyoruz.
Bayramın üçüncü günü Ka`be'ye indik, artık hacı olmuşduk, bunların remzlerini anlamışdık, görmüşdük, bayram yapıyorduk. Bayramın dördüncü ve beşinci günleri de hep Ka`be'de namaz kılıyorduk ve Allah'ın beytini tavâf ediyorduk. Bir gece, ben gece yarısı, Ka`be'de namaz kılarken bir de bakdım ki, benim İstanbul'dan tanıdığım ve sevdiğim bir hanım, Saadet Hanım diye bir hanımefendi vardı, kocası ile berâber onlar da hacca gelmişlerdi. Hattâ bizim niyetimiz, üçümüz berâber gelmekdi fakat ne olduysa oldu, onlardan ayrı gelmişdim. İşte o Saadet Hanım'ı Ka`be'yi tavâf etciğini gördüm. Ben "Makâm-ı Hanefî"de namaz kılıyordum, o Ka`be'yi tavâf ediyordu.
Bu arada çok mühim bir şey anlatacağım. Bu benim için hakîkaten çok mühim, bunu kitaba da yazdım. Bu hâdiseye şâhid olanlar bugün İstanbul'da hayatdadırlar. Arafat'a çıkdığımız gece, Haydar Bey nâmında bir fabrikatör bizimle berâberdi. O adam vefât etdi, öldü Arafat'da. Ölüsü yatarken, biz "ne yapacağız, bunu burada nasıl yıkayacağız, nasıl gömeceğiz" diye düşünürken, gökden bir kağıt uçarak geldi ve onun göğsüne kondu. İçimizden bir kuvvet bize "O kağıdı okuyun" dedi. Yalnız bana değil, Avukat Mahmut Veziroğlu ile Musâhib İsmâil Hakkı Bey de oradaydı. Kağıdı aldık, kağıdın üzerinde, "Rahmetullahi aleyh ve rahmeten vâsia" yazılıydı. O kağıdı rüzgar üfürerek getirdi ve onun göğsüne koydu. Allah'ın geniş rahmeti onun üzerine olsun diyor. Nûrdan bir yazıyla yazılmışdı. Ve bunu ben kitâba yazdım ve aynı zamanda bu Haydar Bey'in oğlu bugün İstanbul'da Vaniköy'de yağ fabrikası vardır, ona da bildirmişdim, kendisine bildirdim yani. Yine biz bahsimize dönelim.
Ben Yatsı namâzını kılarken bakdım Saadet Hanım, Ka`be'yi tavâf ediyor. Ben hemen selâm verdim ve arkasından koşdum, Saadet Hanım diye seslendim. Saadet Hanım, "Ooo Hoca Efendi burada mısın!" dedi. Çünkü o vakitler ben onların mahallesinin imâmıydım. "Aman berâber gidelim" dedi, kocasını kasd ederek, "Mâhir Bey biraz rahatsız olduğu için tavâfa gelemedi. Bize bir Arap evini kiraladı. Bize çok iyi muamele etti. Bize iyi ikrâmlarda bulundu. Fakat biz onun lisânını hiç bilmiyoruz, teşekkür dahi edemiyoruz. Gel berâber gidelim, hem Mâhir Bey'i gör, hem de o zâta bizim teşekkürlerimizi bildir" dedi. Saadet Hanım'la yürüyerek gitdik. Bâbü'l-Cihâd'dan çıkdık, Türk Mahallesi dedikleri yere gitdik. Mâhir Bey'i gördük, orada bana yemek çıkardılar, yemek yedim. Hâne sâhibi Arap da orada oturuyordu, ona misâfirlerinin kendisine medyûn-i şükrân olduğunu bildirdim, söyledim, teşekkür etdim filan.
Gece saat üç raddeleri vardı. Oradan döndüm. Artık ihrâmı çıkardığımız için, bayramda elbiselerimizi giydiğimiz için, benim sırtımda Arap elbisesi vardı, başımda agel vardı, boynumda da bir çanta vardı, kapalı ve geniş bir çanta. İçerisine paramı, pasaportumu, bazı eşyâlarımı koyuyordum. O Bâbü'l-Cihâd'a geldiğim vakit, orada bakdım ki ekmek satıyorlar, ufak ufak pideler var, onlardan on tâne kadar aldım çünkü arkadaşlarımız yaşlı, onlardan dışarı çıkamayanlar ve belki aç kalanlar vardır diye düşünerek on tâne ekmek aldım, çantama koydum, Ka`be'nin içine girdim. Ka`be'nin içerisi tamâmen fukarâ hacılarla, yayan gelen hacılarla doluydu. Yerleri yok, delîle gitmemişler. Bizim mezhebimiz Hanefî'dir, bizde kuvvet-i mâliyyeye ve kuvvet-i bedeniyyeye mâlik olan hacca gider. Fakat Mâlikî mezhebinde ve diğer mezheblerde fakîr de olsa hasta da olsa ihtiyar da olsa Ka`be'ye gelmekle mükellefdirler. Yayan yürüyerek gelenler var. Onlar yatıyorlar taşların üzerinde, binlerce insan!
Daha önce de dediğim gibi, benim Türk olduğumu Araplar dahi bilmiyorlar, beni Şamlı zannediyorlardı. Ben o fakîrlerin üzerinden atlayarak geçerken, orada yatanlardan birisi, arkamdan bana "Türk! Türk!" diye seslendi. Ben kimdir diye geriye döndüm. Orası biraz karanlıkdı, loş bir yerdi. Geriye döndüm bakdım, bir esmer adam, saçları omuzuna kadar uzanmış, yatanların arasından kalkmış, bana eliyle işâret ediyordu, çağırıyordu beni. Ve gitdim, yanına sokuldum. Bana Türkçe olarak dedi ki, "Siz buraya vapurla rahatça geldiniz, biz buraya dört senede yürüyerek geldik". Ama nereden geldiğini söylemedi. "O çantanın içinde ekmekler var, onlardan bir tânesini bana ver" dedi. Sonra bana yine hitâb etdi, dedi, "Çantanda bulunan riyallerden de ver" dedi. Ben bir avuçla gümüş riyalleri çıkardım ve kendisine dedim ki, "İstanbul'da olsa sayısını aramayız ama burada bizim de paramız sayılıdır, yani fazla veremeyeceğim kusura bakma" dedim. Bir avuç çıkardım böyle, uzatdım, yirmi yirmi beş riyal vardı içerisinde, "Yoook, biz onların hepsini almayacağız, bana bir tânesi kâfîdir" dedi. Bir tâne aldı içerisinde, sonra elini kaldırdı, dedi ki, "Allah sana burayı kerrât ve merrât ile nasîb etsin, gel buraya". İşte O'nun duâsıyla ben on bir defa Ka`betullah'a gitdim. Şunu da îzâh edeyim ki, o çantanın içinde ekmek olduğunu kimse bilemezdi, kapalı bir çantaydı, içi görünmüyordu yani.
Oradan Medîne-i Münevvere'ye hareket etdik. O vakit üç günde Medîne'ye vardık. Vakit dar olduğu için sözü kısaltıyorum. Medîne-i Münevvere'de Uhud Muhârebesinin olduğu yere gitdiğimiz vakitde, Hazret-i Hamza'nın şehâdetini ve yetmiş parçaya ayrıldığını ve onun ciğerini çiğnediklerini düşünerek ağladım. Medîne'deki delîl Türkçe biliyordu, bana geldi, dedi ki, "Senin çok aşkın var, ağlama, ben senin niye ağladığını biliyorum" dedi, arkamı ovaladı. O gece rüyâmda Cenâb-ı Fâtımatü'z-Zehrâ'yı gördüm, Peygamber Efendimizin kızını, bana bir takım hediyeler verdi. Fakat yüzünü göremedim. O'nun evindeymişim, bana hediyeler veriyor, öyle gördüm. Sabahleyin kalkdım, üzüldüm, niye yüzünü bana göstermedi diye. Sonra Türkiye'ye dönmek üzere vapura bindik, Türkiye'ye ineceğim gece, gökde ayı nasıl görüyorsak, Hazret-i Fâtıma'yı öyle gördüm ve iltifâtına mazhar oldum.
Bu seyahatimiz kırk altı gün sürmüşdü. Birinci hacdaki intibâlarımdan bir tânesini size bahsetdim. Diğerlerini de inşallah zaman gelirse, vakit bulursak, nasîb olursa yine anlatırız.