"Halîfe ﺧﻠﻴﻔﻪ" sözlükde "birisinin ardından giden, birisinin yerine geçen, birisinin nâmına iş gören, vekîl" gibi anlamlara gelir. "Halîfe" kelimesinin aslı "Halif"dir ve fa'îl vezninden geldiği için hem fâil hem de mefûl ifâde eden mübalağalı bir ism-i fâildir. Istılahda ise, Peygamber Efendimizden sonra onun yerine geçen rüşd sâhibi halîfeler, bir mürşidin icâzet verip kendi adına bazı işleri görmesi için vazîfelendirdiği kişiler ve bir mürşidin yerine kâim olan kimseler için kullanılır.
Halîfe ve hilâfet mefhumlarının hakîkatini anlamak için kitabullah'a bakmak îcâb eder. Kur`ân-ı Kerîm'de gerek halîfe lafzı gerek bazı müştakları bir çok yerde geçer. Bu âyetlerden en dikkat çekici olanı Sûre-i Bakara'daki"وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً" âyet-i kerîmesidir. Cenâb-ı Hakk bu âyet-i kerîme ile insanı yeryüzünde halîfe olarak yarattığını beyân etmekdedir. Peki insan kimin halîfesidir? Sôfiyyeye göre Allah'ın halîfesi, insandır. Ancak burada birkaç veche vardır. İnsanın gerçekden halîfetullah olabilmesi, kâmil bir insân olmasına bağlıdır. Bunun da sebebi kelimenin anlamından bellidir. Madem ki halîfe, halîfesi olduğu zâtı tam ma'nâsıyla temsîl etme kâbiliyyeti olan bir vekîldir öyleyse Allah'ın halîfesi olacak insan da Hakk'ın sıfatlarına mâlik olmalıdır. Bu da ancak mücâhede-i nefs ile tasfiye-i kalb ederek tevhîd-i ef'âl, tevhîd-i sıfât ve tevhîd-i zât mertebelerine ermekle yani varlığını tam ma'nâsıyla Hakk'ın varlığında eritmekle mümkün olur. Kâmil mürşidlere halîfe ünvânı verilmesinin bir hikmeti de budur. İnsân-ı kâmil olanların hilâfetine hilâfet-i hakkânîyye denir çünkü bunlar Allah tarafından halkı irşâda me'mûr edilmişlerdir.
Hilâfetin diğer bir vechesi, hilâfet-i insâniyyedir ki insanın kendisinde bulunan kuvvetleri doğru yola getirmesi demekdir. Hilâfetin diğer bir vechesi, insanlardan zuhûr eden ef'âlin cümlesinin aslında Cenâb-ı Hakk'ın ef'âli olmasıdır. Her ne kadar insanları çoğu bundan bî-haber olsa da Allah yapacağı işleri kulları vasıtasıyla yapar. Hilâfetin diğer bir vechesi de maddî vechesidir ki, bu da insanları idâre eden devlet adamlarına mahsûsdur. Nasıl ki hilâfet-i maneviyye sâhibi olan mürşidler insanların iç dünyâsını tanzîm ediyor ve onları zabt u rabt altına alarak nefslerini ıslah ve terbiye ediyorlarsa, devleti idâre edenlerin de vazîfesi halkı kanun ve nizamlarla zabt u rabt altına almak ve her işin adâlete uygun şekilde yürütülmesini sağlamak ve memleketin dirlik ve düzenini, sulh ve sükûnunu, rahat ve huzûrunu sağlamakdır. Pâdişâhlara halîfe ve zıllullah denilmesinin hikmeti de budur. "أَمَّن يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ وَيَجْعَلُكُمْ خُلَفَاء الْأَرْضِ" âyet-i kerîmesinde geçen "hulefâ" yani halîfeler, hilâfetin bütün bu vechelerine işâret etmekdedir.