Vel 'asr. İnnel insâne le fî husr. İllellezîne âmenû ve 'amilus sâlihâti ve tevâsav bil hakki ve tevâsav bis sabr.
Sadakallahü'l-azîm.
Kalbleri nûr-i tevhîd ile münevver ve peygamberler sultânı olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâma îmân etmekle ve O'nu her şeyinden ziyâde sevmekle îmânını kemâle erdiren kıyamet gününe inanan, Hakk'ın cennetine tâlib, rızâsına râgıb, cemâline âşık olanlar!
Okuduğum sûre-i celîlede, asr-ı Nebî'ye, yâhud ikindi namazının vaktine kasem olsun ki, bütün insanlar hüsrândadır, "اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا illellezîne âmenû", îmân edenler müstesnâ, "وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ ve 'amilu's-sâlihât", a'mâl-i sâliha icrâ edenler, onlar müstesnâdır, buyrulmuşdur
Biliyorsunuz ki, âlem-i ervâhda, yani rûhlar âleminde, henüz rûhlarımız cesede girmeden, cesedler halk olunmadan önce, rûhlâr âleminde, Cenâb-ı Hakk bizlere hitâb edip, "Ben sizin rabbiniz değil miyim?" diye sordu. Bütün rûhlar "kâlû belâ" dediler yani "Evet sen bizim rabbimizsin yâ Rabbi, yâ Rab, rabbimizsin, bizim hâlıkımızsın" dediler, Hakk Teâlâ'yı oradan tasdîk ettiler. Hakk'ı tasdîk eyleyen bu rûhlardan bir kısmı, bu âleme gelip kesâfete bürününce, bu kesâfet Hakk ile aralarında bir perde oldu, Allah'a verdikleri ahdi unutdular. Hakk Teâlâ ve Sübhânehû Hazretleri kereminden ve ihsanından ve lutfundan onlara nebî gönderdi, peygamberler gönderdi. Peygamberlerin evveli Hazret-i Âdem safiyullah, sonu Hazret-i Muhammed Mustafâ, sallallahu aleyhi vesellem.
Biliyorsunuz ki bu, cesed bakımından böyle. Nûr bakımından, Resûl-i Ekrem cümle peygamberlerin evvelidir, hattâ bütün mahlûkât-ı ilâhiyyenin. Arş, kürsü, melek velvelesi olmadan Resûl-i Ekrem nebî idi. Hattâ sahabîden birise Resûl-i Ekrem'e sordu, "Yâ Resûlallah, ne vakitden beri peygambersiniz?", buyurdular ki Cenâb-ı Peygamber "Âdem henüz toprak ile su arasında idi, ben nebî idim". Hattâ Âdem'in ne toprağı vardı, ne suyu, ne suyu ne çamuru karılmışdı, Resûl-i Ekrem gene nebî idi, sallallahu aleyhi vesellem.
Ama bu ahdlerine vefâkâr olanlar, bu âlemde de Cenâb-ı Hakk'a "Kâlû belâ" dediler, Rabbü'l-'âlemîn'in vahdâniyyetini kabûl etdiler. O vakit, yani îmân eden hüsrândan kurtuldu. Çünkü Allah'a inanmayan, Peygamber'e inanmayan, kıyâmet gününe inanmayan, bu âlemden sonra tekrar haşr olup dirileceğimize inanmayan, ki bunu gözlerimiz her ân görmekde. Cenâb-ı Allah şöyle yani aklı azdan akl-ı evvele kadar hitâb ediyor, "Onlar görmüyorlar mı, biz ölü toprağı nasıl diriltiyoruz?".
Halbuki insanoğlu yaradılmadan, modeli yokken, Cenâb-ı Hakk, yaradan, modeli yokken yaradan, modeli oldukdan sonra yaratması ona daha kolaydır. Estağfirullah. Yani bir sineğin hilkatiyle kâinâtın hilkati, Allah indinde birdir, müsâvîdir. Sinek deyip büyük gitdim, yani büyüğe gitdim, sineğe, bir mikrobun hilkatiyle bu kâinât yani gördüğünüz ecrâm-ı semâ, yıldızlar, aylar, gökler, arş, kürsü, ne varsa, bilinen ve bilinmeyen, görünen ve görünmeyen. Allahu Teâlâ Hazretleri, Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri bir şeyi yaratmayı murâd etdi mi, o şeye "ol" der, hemen zâhir olur. Hiç bir şey itiraz edemez Cenâb-ı Hakk'a. Bir anda yıkar, bir anda yapar. Her ânda her esmâsı zâhir olmakdadır Allahu Teâlâ'nın. Meselâ Allahu Teâlâ'nın Muhyî ve Mümît sıfatları her ânda zâhirdir. Yani insanlar hemen ölür ve dirilirler, her ânda. Ân kelimesi bile çok. O kadar süratli olur ki bu iş, yaşıyoruz zannederiz. Elektriğin sönüp yanması gibi, çok süratli olduğu için hep yandığını görüyoruz. Cenâb-ı Hakk'ın bütün esmâsı, tecelliyâtı, ef'âl-i ilâhiyye, esmâ-yı ilâhiyye, her ân, her ân cârî ve tecelliyâtda.
Evet, "elestü bi rabbiküm" hitâbında "kâlû belâ" dediklerini bu âlemde unutmayanlar, onlar, nebîlere "kâlû belâ "dediler ve peygamberlere tutundular. Allah ile kul arasında peygamberlik müessesesi vardır. Bir kısmı da, "kâlû belâ"da Allah'a verdiği sözü hiç unutmadı. Onlar, büyük velîler, Cenâb-ı Hakk'ın lutf etdiği, seçdiği, ıstıfâ etdiği velîlerdir.
Abdullah el-Mübârek hacdan geliyormuş. Büyük âlim, büyük sôfî, islâmın ileri gelenlerinden bir zât-ı ekrem. Geliyormuş, bakmış bir çocuk, oturmuş, toprakları yığıyor, ortaya getiriyor, gülüyor, sonra toprakları dağıtıyor ve ağlıyor. Uzakdan düşündüm, diyor, bu çocuğa selam vereyim mi vermeyeyim mi diye. İçerimden bir kuvvet, selâm verme, çocukdur selâmın kıymetini ne bilir, dedi diyor. İçimden bir kuvvet. Düşündüğün vakit, seninle beraber başkaları da vardır içerde. Birisi yap der, biri yapma der. Sonra diğer bir kuvvet dedi ki, diyor, selâm ver, sen aklını Resûl-i Ekrem yoluna kurbân et, akılla düşünme, Resûl-i Ekrem'e teslîm ol. Çünkü Resûl-i Ekrem çocuklara selâm verirdi. Hattâ başlarını okşardı ekseri zamanda. Resûl-i Ekrem hangi çocuğun başını okşadıysa, o akşam onu bilirlerdi, yani Resûl-i Ekrem'in kokusu onun başına geçerdi. Ve geldim, çocuğa selâmün aleyküm yâ veledî dedim, diyor. Yâ veledî, Arapça evlâdım demek. Evlâdım selâmün aleyküm, dedim. Bilmediğim bir şehir, diyor, hacdan geliyordum, diyor, başını kaldırdı, yüzüme bakdı, ve aleykümselâm yâ Abdullah el-Mübârek dedi bana, diyor. Şaşırdım, diyor, Oğlum sen beni nerden tanıyorsun diye sordum, âlem-i ervâhda aynı safdaydık, demiş, ordan beri seni unutmadım ben.
Onun üzerine dedim ki diyor, bundan istifâde edeyim, bunda bir ezelî ilim var. Bu, Allah mektebinde okumuş, âlem-i ervâhı unutmamış. Bu topraklarla niye oynuyorsun diye sordum. Dedi ki, insan vücûdu, toprakdan meydana gelir, rûhu arşîdir, semâvîdir, binek toprakdandır. İnsan, binâ olduğu vakitde yani meydana geldi mi, bir binâ-yı ilâhî olur. Kalb, ya Allah'ın evidir, ya Şeytan'ın evidir. Mü'minlerin, îmânları kemâle erenlerin kalbleri, tecellîgâh-i ilâhîdir. Rabbü'l-âlemîn yani semâvâta sığmayan Allah, onun kalbine tecellî eder. Sen Allah'ı gökde arama! Allah'ın kahr u galebesi her yeredir, göğe, yere, arşa, ferşe her yere. Fakat semâvâta ve arda sığmayan Allah, kalbe sığar, kalbe tecellî eder. Kalblerde ara sen O'nu. Hele bâhusûs kırık kalblerde ara. Onun için bir kalbi kırmak, bir kalbi yıkmak, Ka`be'yi yıkmakdan daha kötüdür. Çünkü Ka`be'nin binâsını Hazret-i İbrâhîm Halîl binâ etdi, kalbi Allah binâ etdi. Birisi mecâzîdir, Allah Ka`be'de oturmaz, beytullah deriz, Allah'ın evi deriz, izâfetle kudsiyyetini haber veririz. Allah ne Ka`be'de, ne Kudüs'de, her yere hâzır ve nâzırdır. Allah'ın mekânı yokdur, bütün mekânların mekânı Allah'dır, Celle Celâluhû Hazretleri.
Vücûd meydana geliyor, bir müddet sonra dağılıyor. "Küllü şey'in yerci'u ilâ aslihî" yani herşey aslına rücû' ediyor. Vücûd toprağa dağılıyor, rûh arşa, semâya urûc ediyor.Binâ-yı Hakk oluyor, sonra yıkılıyor, rûh çıkıyor. Mü'minse birinci kat semâya. Zâhidse, âbidse ikinci kat semâya. Zâhidler, âbidler, sâlihler, bunlar ikinci kat semâya yükselir. Sonra velîlerin makâmı gelir. Kâfirlerin rûhuna semâya yol verilmez, ordan onları geri çevirirler, felek-i kamerde haps olunurlar onlar, yani hapishânede haps olunurlar, hapis.
Üç kısımdır. Onu da söyleyelim, söylemeden geçmeyelim. Birisi, hükmü yemiş, idâmını bekliyor, bunlar kâfirlerdir. Kabirde yani âlem-i berzahda. Hüküm yemiş, idâmını bekliyor. Çünkü kâfirler yevm-i kıyâmetde hesâba çekilmez. Cenâb-ı Hakk, hangi kimseyi hesâba alırsa, o bilsin ki nihâyetinde kurtuluş ve afüvv vardır. "يُعْرَفُ الْمُجْرِمُونَ بِس۪يمٰيهُمْ فَيُؤْخَذُ بِالنَّوَاص۪ي وَالْاَقْدَامِۚ Yu'raful mücrimîne bi sîmâhüm fe yu'hazu bin nevâsî vel akdâm", Sûre-i Rahmân'da. Mücrimler yüzlerinden bilinir, onlara hiç hesâb sorulmaz, tutulur ve cehenneme, nâra ilkâ olunur, bitdi o kadar. Allah hangi kulu hesâba çekerse, o da bir iltifatdır kul için. "Niçin yapdın?" derse bil ki kurtulacaksın, "Neden yapdın?" derse kork! Öyle demişler. Geçiyorum. Bu niçini nedeni senin iz'ân ve irfânına terk ediyorum.
Toprak dağılacak, rûh urûc edecek. Evet, onun için mamûr oluyor, beytullah oluyor, sonra dağılıyor, ona ağlıyorum. Vücûd mamûr olduğu vakit, ona gülüyorum, dağıldığı vakit, ona ağlıyorum, dedi. Peki niye oynuyorsun? Çocukluk iktizâsı, dedi, çocuğum ben, dedi, oynamak ihtiyâcındayım, dedi.
Şimdi ben sana hitâb ediyorum. Çocuğun oynayacak çağında çocuğunu bırak, oynat, oynasın. O hakkı ver çocuğa. Eğer çocuğu çocukluk çağında oynatmazsan oynamayacak çağında oynar sonra. Altmış yaşında oynar sonra, elli yaşında oynar. Ama evvelâ yanındaki bulunan arkadaşlarına çok dikkat et. Çocukların felâketi kendi arkadaşlarından olur, civârından olur, cemiyyetinden olur. Babalar! Size söylüyorum. Baba namzedleri! Size de hitâb ediyorum, kardeşler.
Çocuğum onun için oynuyorum, dedi. Hemen aklıma geldi, diyor. Rûh ile nefsin farkını sorayım ben bu çocuğa, bunda ilm-i ledünn var dedim, diyor. "Oğlum, rûh ile nefsin farkını bana söyler misin?" Çünkü rûhun arkadaşı akıldır yani onun müsteşârı. Şöyşe güldü, gülümsedi. Sen karşıdan gelirken, bu çocuğa selâm vereyim mi vermeyeyim mi diye düşündün, içinden bir kuvvet dedi ki sana, verme, çocukdur, selâmın kıymetini ne bilir, dedi. Diğer bir kuvvet ise, sen aklını kurbân et, yani akl-ı meâşını, Resûl'e ittibâ eyle, ResÛl-i Ekrem çocuklara selâm verirdi dedi, sen Resûl-i Ekrem'e uydun, selâm verdin. İşte birisi senin rûhun ve aklındır birisi senin nefsindir dedi. Yani seni kötülüğe sevkeden nefsindir, iyiliğe, hayra sevkeden, Resûl-i Ekrem'e ittibâya sevk eyleyen, rûhun ve aklındır dedi.
Bazıları da böyle âlem-i ervâhda Allah'a verdiği sözden başka, âlem-i ervâhda hangi safda kimler vardı, onları dahi biliyorlar. Çünkü ne varsa insanoğlunda var, insanda var. Ne varsa âdemde var. Çünkü ard, semâ, arş, kürsü, melek, felek, hepsi âdem için halk olunmuşdur. Âdem olmadan yaradıldı, ziynetsiz kaldı. Âdem geldi, ziynetlendirdi. O âdemin içinde de bir âdem var ki, O'nun abdiyyeti bütün âdemlerin abdiyyetinden ağırdır. O da Muhammed Mustafâ'dır, sallallahu aleyhi vesellem. Onun için Peygamberimizin abdiyyeti, risâletinden evvel gelir. "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûluh". Cümle enbiyânın, cümle insanların, hepsinin abdiyyetini, öyle farz edelim, bir terâzinin gözüne koyalım, diğer gözüne de Cenâb-ı Peygamber'in abdiyyetini koyalım, Resûl-i Ekrem'in abdiyyeti ağır basar. "Efendim, nasıl olur bu?" deme bana.
Bir misâl daha vereyim sana. Hazret-i Dâvûd'a Cenâb-ı Hakk mîzânını gösterdi. Dâvûd Peygamber dedi ki Cenâb-ı Hakk'a, "Yâ Rabbi, bu mîzânı ne doldurur acaba?" dedi. Mîzânın ma'nâsı terâzi, Arapçada mîzân terâzi ama senin bildiğin bakkal terâzisi değil, Allah'a mahsûs bir terâzi.
Dikkat edersen hattâ, adliyyenin üzerine terâzi resmi koyarlar. Neden? Çünkü terâzi adâleti temsîl eder. Onun için terâzi resmi koyuyorlar. Yoksa hâkim içeride terâziyle hak tartmıyor, bakkal gibi.
Gözün bir tânesine yedi kat semâyı yedi kat ardı koysalar dolmayacak, o kadar geniş. Dâvûd Peygamber hayret etdi ve şaşırdı ve dedi ki Cenâb-ı Hakk'a, "Yâ Rabbe'l-âlemîn, hangi amel bu terâziyi doldurur?" dedi. Buna imkân yok. Yani vücûd-i beşer, ömr-i beşer, buna kâfî gelmez. Hakk Teâlâ buyurdu ki, "Yâ Dâvûd, bir kerre "lâ ilâhe illallah"ı, terâzinin bir gözüne vaz etseler, bütün semâvât ve ard da bir göze konulsa, tevhîd ağır gelir" dedi. Tevhîdi talîm eden kimdir? Hazret-i Muhammed Mustafâ'dır. Sana isbât edeyim ben. Sallallahu aleyhi vesellem.
"اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا illellezîne âmenû", ille îmân! Allah'ın hakkıdır Allah'ı tevhîd etmek. Allah'ı şerîkden berî kılacaksın. Allah'ı noksan sıfatdan münezzeh, kemâl sıfatlarıyla muttasıf bileceksin. Rabbü'l-âlemîn'e hüsn-i zan edeceksin. Allah'ı seveceksin. Allah'dan korkacaksın. Hattâ şöyle korkacaksın ki, "Eğer Rabbim bana kulum demezse benim hâlim nice olur", bu korku kalbine gelsin. Eğer İbrâhim gibi halîl olursan, İbrâhim'in nûru, nâr-ı Nemrûd'u söndürdüğü gibi, senin de nûrun nâr-ı cahîmi söndürür. Allah'a halîliyyet yap yani dostluk yap Allah'a. Her şeyini Allah için yap, gösteriş için yapma, kullar desin diye yapma sakın ha! Allah için yap, Allah bilsin sana kâfî gelir o. Kuluna Allah kâfîdir. Celle Celâluhû Hazretleri.
Hâlis bir îmân, temiz bir îmân. Resûl-i Ekrem'in talîm etdiği gibi. Biliyorsunuz îmân kısım kısım. İslâmı var, îmânı var, ihsânı var. Geçen hafta söylemişdim, her ef'âl ü harekâtında Rabbin senin gördüğünü bileceksin, sen Rabbini görmesen de. Halbuki nereye dönersen Allah'a dönüyorsun. " فَاَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّٰهِۜ fe eynemâ tuvellû fesemme vechullah". Nereye dönsen, Allah'ın cemâline dönersin. Hakk Teâlâ gözsüzlere pünhândır. Kalb gözü kör olanlar göremezler Hakk'ı. Her yerde Hakk, her yere Hakk, her şeye kâdir Hakk. Hep O'nun, sen de O'nunsun, ben de O'nunum, her şey O'nun. Lâ mevcûde illâ hû. Her şey ancak O'nun emriyle halk olunmuş, O'nun isteğiyle yapılmışdır, Cenâb-ı Hakk Celle ve Tekaddes Hazretlerinin.
Şimdi size büyük bir sır tevdi edeceğim. Sakın unutmayınız, defterinize yazınız, size çok lâzım olacak. Resûl-i Ekrem'in, o Kerîm olan, Rahîm olan, güzel Allah'ın güzel Resûl'ü, Muhammed Mustafâ, taraf-ı ilâhîden îmâna müteallik ne getirdiyse, hangi maddelerse, onları lisân ile ikrâr, kalb ile tasdîkdir îmân. Fakat böyle olmasına rağmen, hepsini sen cem edemezsin, ben de edemem, o da edemez. Şöyle de, "Âmentü billah alâ murâdillah, Yâ Rabbi senin murâdın üzerine îmân etdim ve Resûlullah'ın murâdı üzerine îmân etdim, ne getirdiyse kabûl etdim ben, bilmesem de". Bilmek lâzım, bilmek lâzım ama hepsini bilemezsin. Her esrâra vâkıf olamadın, herkes olamadı. Onun için "Âmentü billah alâ murâdillah, Yâ Rabbi senin murâdın üzerine îmân etdim, Resûlullah'ın murâdı üzerine îmân etdim" diyeceksin. Bunu kulağından çıkarma, benim konuşduğum sözü. Bir kenara koy, lâzım olacak. Ama bunu böyle zâhiren söyleyip, bâtınen söylememezlik değil, lisânen ikrâr, kalbinle tasdîk et bu söylediğim sözü. "Yâ Rabbi, taraf-ı ilâhînden îmâna müteallik ne gönderdinse, senin murâdın ne ise öyle îmân etdim ben Yâ Rabbi" de. O kadar. Sana mühim bir anahtar verdim.
Îmân olmayınca bir vücûdda, o vücûd karanlık bir şatoya benzer, bir eve. Ne peneceresinden nûr çıkar, ne kapısından nûr girer. İçersi Şeytan evi olmuşdur. İçerisi kînle, gayzla, gadabla, hasedle, ucubla, hubb-i mâl ile, hubb-i câh ile dolmuşdur. "İntikam, intikam, intikam!" diye bağırır. Makbûl bir kalb değildir, Şeytan oturmuşdur oraya. Hattâ şunu da söylemeden geçmeyelim, geldi, zuhûr etdi şimdi.
Bir gün demişler ki Cenâb-ı Peygamber sallallahu Aleyhi veselleme, "Yâ Nebiyallah, Ey Allah'ın nebîsi, senin Hazret-i Ali'ye karşı olan muhabbetini, Hayder-i Kerrar'a karşı olan muhabbetini görüyoruz, fazla ziyâde muhabbet ediyorsun, bunun sebebi nedir?" demişler ashâb-ı kirâm. O meclisde İmâm-ı Ali yokmuş. Cenâb-ı Peygamber döndü, yüzü simsiyah ve kalbi nûrdan ak olan Bilâl-i Habeşî'ye.
Onu da söylemeden geçmeyelim, demişler ki, "Yâ Resûlallah" demişler, Bilâl hakkında da, onu da söyleyeyim, "Bilâl'in yüzü çok siyah, bunun sırr-ı hikmeti nedir?" demişler. Siyahlığı yani zenci kendisi. Buyurmuşlar ki, "Cennet-i a'lâda hûri kızlarının yanağına O'nun siyahlıkları ben olacak" demiş. Bilâl-i Habeşî, müezzin-i evvel, Resûl-i Ekrem'in müezzini. Kâfir elindeydi, üzerine ağır ağır taşları yatırırlar, O'nu îmândan çevirmeğe çalışırlardı, "Allahu Ehad Resûlu Ahmed" diye bağırırdı. Hattâ Ebûbekir Sıddîk oradan geçiyormuş, radıyallahu anh, dedi, "Yâ Bilâl, sakla îmânını". Dedi, "Saklarsam îmânımı tahammül edemem Yâ Ebâbekir, âşikâr kılacağım" dedi. "Zevk alıyorum, acı duymuyorum" dedi. Ağır taşları üzerine koyuyorlar, kemikleri çıtırdıyor. "İzhâr etmekle îmânımı, Allahu Ehad Resûlü Ahmed demekle, zevk alıyorum" dedi. Sonra aldılar onu, Cenâb-ı Peygamber âzâd etdirdi, Hazret-i Ebâbekir Sıddîk'a.
"Yâ Bilâl, git Ali'yi çağır" dedi. Hazret-i Bilâl gitdi Ali'yi çağırmağa. İyi dinle! Cenâb-ı Peygamber ashâb-ı bâ-safâya nazar etdi, Allah cümlesinden râzı olsun, çok kıymetli ashâb-ı kirâm, hepsine tardiye oku. Hepsi ayrı ayrı kıymetde. Hepsi birer hidâyet yıldızı. Dedi ki, "Ey benim arkadaşlarım, ashâbım! Size bir adam bir fenâlık yaparsa, karşılığında ona ne yaparsınız?" dedi. Müslümana lâyık olan nedir? Hemen cevâb verdiler, dediler, "Yâ Resûlallah, affederiz ve ona ikrâm ederiz" dediler.
Ehlullah böyle yapmışlar. Hattâ Bayezid-i Bistâmî'nin kafasına birisi bir odun vurmuş, bir asâ, iki parça olmuş, Hazret-i Bayezid-i Bistâmî, o zâta bal göndermiş bir de yeni âsâ göndermişdir, asâsı benim yüzümden kırıldı diye.
Gene Belh sultânı, sonra gönül sultânı, İbrâhim Edhem de öyle. Bir gün halkı irşâd için, kabristanı gösterdi, sonra sarayları gösterdi, "Siz bunların ma'mûr olduğuna bakmayınız, bunlar yakın zamanda harâb olacak, burayı ma'mur edin" dedi. Oradan birisi bilmeyerek İbrâhim Edhem'e bir tokat atdı, "Bu softalar da her şeye bir şey uydururlar" diye. Vurunca dediler ki,"Sen ne yapdın yâhu, pâdişahın babası o, eski pâdişâhımız". Adam, "Deme yâhu!" dedi eline sarıldı, "Aman beni affet, ben sizi bilemedim" deyince Hazret, "Yok evlâdım sen beni affet, vurduğun vakit elin acımışdır" dedi. "Bana vurduğun vakitde senin elin acımışdır, hakkını bana helâl et" dedi.
Sen yapar mısın yapamaz mısın, orasını bilmiyorum ben. Biz yalnız anlatıyoruz. Bunları işittiğin vakit, bunları hayâtına tatbîk etmeye çalış. Hemen kötülüğe kötülük yapma. Bir vurana bir vurmak câizdir ama iyi değil, makbûl değil. Sabredersen daha hayırlı olur. Kalbinden kînlenirsen onu da çıkarman lâzım, senin için daha hayırlı olur. İkrâm edersen senin için daha da hayırlı olur. Çünkü o senin kardeşin, senin sevdiğini o da seviyor, senin îmân ettiğine o da îmân etmiş, Allah bir demiş, Muhammed hak demiş. Onun hürmetine affet.
Dediler ki, "Yâ Resûlallah, fenâlık yapana iyilik yaparız" dediler. "Sonra aynı adam aynı fenâlığı size icrâ etse ne yaparsınız?" dedi Cenâb-ı Peygamber. Gene cevâb verdiler Resûl-i Ekrem'e, "Gene iyilik ederiz Yâ Resûlallah". Sonra bir daha teklîf etdi Peygamber, "Gene aynı adam size fenâlık yapdı, ne yapacaksınız?". "Gene iyilik ederiz Yâ Resûlallah" dediler. Dördüncü sefer Peygamber gene tekrar söyledi, "Gene aynı adam size fenâlık yapdı, ne yaparsınız?". Hepsi boyunlarını aşağı indirdiler. Yani haklarını müdafaa edecekler. Onun üzerine İmâm-ı Ali Hayder-i Kerrâr teşrîf buyurdular, meclise geldiler. Efendimiz hemen o daha ayakda iken sordu, "Yâ Ali, Sana bir adam fenâlık yapsa ne yaparsın?". "İyilik ederim Yâ Resûlallah". "Gene aynı adam fenâlık yaparsa?". "İyilik ederim, affederim". "Sonra yine fenâlık yaparsa?". "Gene iyilik ederim ve onu affederim". "Sonra gene aynı?". "Yâ Resûlallah, kıyâmete kadar bana fenâlık yapasa, ben her seferinde ona iyilik ederim" dedi. Deyince, ashâba döndü, "Ali'yi bundan seviyorum" dedi.
Sen bilmiyor musun, işitmedin mi? Haydi söyleyelim, sonra keselim dersi. Haftaya inşaallah anlatırız, çünkü vakit daraldı.
İbn Mülcem denilen hâin, Esedullah'a kasd etdi. Vaktiyle adamıydı O'nun, Hazret-i Ali'ye hizmet ederdi İbn Mülcem. Onun için ekmek verdiğin, iyilik etdiğin kimse leîmse eğer, kötüyse, ondan kork. Yapdığın iyiliğe karşılık kötülük yapabilir. Sen ondan iyilik bekleme, sen bir iyilik yap at denize, balık bilmezse Hâlık bilir. Unutma bunu. Fenâlar da belâsını bulur. İyiler de mertebelerine ererler. Hiç üzülme. Zamanla. Zamanla koruk helva oluyor, dut yaprağı da ipek oluyor. Onun için sabır lâzım biraz, Allah hemen acele etmez öyle. İmhâl eder, ihmâl etmez. Hiç kimsenin yapdığı yanında kâr kalmaz, onu haber vereyim, hiç bir ferdin! Kimseyi Allah unutmaz.
"Yani sen beni Allah'a vuslat etdireceksin" dedi ona. O dedi ki, "Yâ İmâm, beni öldür, katlet. Ben böyle bir şeye nasıl cesâret ederim. Beni katlet". "Yok" dedi, "Fiil icrâ edilmeyince, ahkâm tatbîk olunmaz. Yoksa zâlim oluruz" dedi. "Sen o fiili yap ki sana o ahkâmı tatbîk edeler. Ve illâ zâlim oluruz" dedi. Yapmadan yapacak diye adam öldürülür mü? Herkes için aynı şey olabilir. Herkes aynı fiili yapmak kudretine mâlikdir. Ve netekim de işte, uzatmayalım tarihî vukûâtı, o adam, hazret-i Ali'yi vurdu. İmâm-ı Ali sabah namazına câmiye gelirken vurdu. Yâhud namazda vurdu İmâm-ı Ali'yi. İki rivâyet var. Bir rivâyete göre, gelirken önüne kazlar çıkmış, Cenâb-ı İmâm'ın eteklerine sarılmışlar, mescide gelirken.
Kaz hayvanı çok zekî bir hayvandır. Hayvanlarda bazı hâssalar vardır, insanlar haberdâr olmaz, hayvanlar daha evvel haberdâr olurlar, li hikmetillahi teâla. Görene, köre ne! Zelzele olacağı vakit hayvanlar daha evvel duyarlar. Çok acâibdir. Hep bilirsiniz.
Namazda İmâm-ı Ali'yi vurdu, kılıçla, zehirli kılıçla vurdu hâin. Hazret-i İmâm'ı aldılar, huzûr-i Rabbü'l-âlemîn'deyken. Zâten İmâm-ı Ali kerremallahu vecheh namaza duracağı vakit bazen yüzü bembeyaz olur, bazen sararır, bazen kızarırdı. Sormuşlar bunun illetini. Demiş ki, "Huzûrullaha çıkıyoruz, elbet öyle olması lâzım" demiş. Sonra aldılar mihrâbdan, onu çağırtdı İmâm-ı Ali. Halkın huzûrunda dedi ki, "Sen niye bana bunu lâyık gördün, bana vurdun kılıçla? Senin nâmûsuna mı ilişdim ben? Malını mı aldım? Sana zulum mü etdim?". "Hâşâ hâşâ hâşâ hâşâ!". "Peki niye yapdın böyle bunu?". "El-hükmü lillah, hüküm Allah'ındır" dedi. Çünkü hâricî idi. Hüküm Allah'ın deyince, "Sözün sadık, sözün hak ama niyetin bâtıl" dedi İmâm-ı Ali. "Kaldırın bunu haps edin" dedi. Götürdüler haps etdiler. İyi dinle! İmâm-ı Hasen'i çağırdı. İmâm-ı Hüseyn'i yanına çağırdı. Diğer Ehl-i Beyt-i Mustafâ'yı çağırdı, Muhammed Hanefî'yi çağırdı, orada bulunanları. Dedi ki, "Dinleyin beni. Bu adamın kılıcıyla ben ölecek olursam eğer onu bir kılıç darbesiyle katl ediniz. Ahkâm yerine gelsin, kânûn yerini bulsun, adâlet yerini bulsun" dedi. "Ammâ iyi olursam onun hakkındaki muâmele bana âiddir. Ona ne yapacağımı ben biliyorum. Bana âid bir şey. Ve işitdim ki ceddiniz Muhammed Mustafâ'dan, bir köpek dahi kudursa, onu eziyet cefâ ile öldürmeyiniz, öyle buyurdu. Siz de ona eziyet cefâ yapmayın beni vurdu diye" dedi. Sonra Hazret-i Ali'ye süt getirdiler. İmâm-ı Ali sütü içmedi, "Bunu alın zindandaki garîbe götürün" dedi. "Kim o garîb yâ İmâm?" diye sordular, "Beni vuran" dedi, "O beni vurduğu için şimdi kimse ona bakmaz, onun için garîb o, sütü ona götürün" dedi. Götürdüler, hâin, içmedi sütü. "İçine zehir koydunuz, bilmemne yapdınız" filan dedi, "beni öldüreceksiniz" dedi. Sütü getirdiler, "İçmiyor Yâ İmâm" dediler. "Eyvâh! Ne diyor?". "Zehir koydunuz" diyor. "Hiç Ehl-i Beyt-i Mustafâ süt diye zehir verir mi, buna tenezzül eder mi Ehl-i Beyt-i Mustafâ" dedi. "Eğer bize muhabbet edip, bize itimâd edip, sütü içseydi, yarın yevm-i kıyâmetde cennetin kapısına ayağımı koyar, evvelâ kâtilimi cennete sokar sonra kendim girerdim" dedi Hayder-i Kerrâr Efendimiz.
İşte îmânsız kalbin içerisinde kîn, adâvet, gadab, her türlü fenâlık vardır. Îmân girdi mi, işin rengi değişir. İnşâallah haftaya gerisini anlatacağız. Gene aynı âyet üzerinde duracağız.
Yâ Rabbi, bizim kalbimizden senin sevmediğin sıfatları çıkar. Nazargâh-ı ilâhî olan kalbler meyânına bizim kalblerimizi idhâl et. Bizi birbirimizle sevişdir, tanışdır, birbirimizin hak ve hukûkuna riâyet eden kullardan eyle. Bizim sûretimizi insan kıldığın gibi bâtınımız da insan eyle Yâ Rabbi. İnsanlığa cümlemizi hâdim eyle. Evladlarımızın gönüllerini nûr-i Kur`ân ile münevver kıl. Dîn ü devlet, vatan u millet uğrunda çalışanları iki cihânda azîz eyle.
Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin müstakîm.
Efendi Hazretleri, bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde 11 Mart 1983 (26 Cemâziyyülevvel 1403) tarihinde îrâd buyurmuşlardır. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.