29 Temmuz 2020 tarihinde yayınlanmıştır.
Halk şâirlerini anlamanın, bir bakıma, dîvân şâirlerini anlamaktaan güç olduğunu söyleyebiliriz. Gerçi dîvân şâirlerimizi de anlamak kolay değildir. Hele her iki edebiyatın içine, sözlüklerin yardımıyla, girebileceğimize inanmıyorum. Çünkü her ikisinde de Türk milletinin dünyâ görüşü, hayâta bakışı, hayâl âlemi,dîni, mitolojisi, âdet ve gelenekleri, inançları, duyguları, atasözleri, deyimleri, mecazları, benzetmeleri, kelimeleri, kısacası onun yüzyıllar boyunca zenginleşip gelen bir kültür birikimi vardır. Şehir hayâtı, halktan gittikçe uzaklaşarak sürdürdüğümüz öğrenim ve öğretim yolları, bugünkü dünya uygarlığının her gün sayısı artan sözcükleri ve terimleriyle dili kapsayışı, sözünü ettiğimiz güçlüğü bir kat daha arttırmaktadır. Çünkü dile dışardan giren her yabancı kelime, anadilden bir öz varlığı koparıp götürmektedir. Yabancı dillerden aldığımız her kelime, anadilden bir kayıp demektir.
Şâirlerin yetiştiği çevreye âit özellikler, onların deyişlerde yer alır. Onların bağlı oldukları mezhepler, tarîkatlar, içinde yaşadıkları manevî dünya, hayatlarının öz suyu hâline gelen kavramlar, meslekleri ve doğrudan yaşayışları ayrı bir özellik gösterir. Bektâşî-Alevî şâirlerinde, türlü tarîkat mensuplarının şiirlerinde, yeniçeri şâirlerinin, Osmanlı İmparatorluğunun kurulduğu günden çöktüğü güne değin, yüzyılları kaplayan destanlarında, türkülerinde, ağıtlarında, kendimizi bulmak için, bugün dilimizden, sözlüklerden düşüp gitmiş olan kelimeleri, deyimleri, onların hep bizim olduklarını tanıyıp, ne dediklerini anlamak için ayrı bir savaş vermemiz ve bu savaşı kazanmamız gerekmektedir. Destanlarda, ağıtlarda, taşlamalarda, türkülerde geçen yer ve kişi adlarını, bunların şâirlerince söylendiği zamanı, dile getirdikleri olayları, bunların içinde ve başında olanları, kim olduklarını belirtmek de edebiyat tarihçisine düşer. Cönklerde ve dîvânlarda yatıp gelen bu şiirleri şâir ömrünün hangi durağında söylemiştir?Bunu, hemen hemen hiç bilmiyoruz. Oysa okuduğumuz şiirlerin kapısını açmak için, aradığımız anahtarlardan biri de budur.
Kaldı ki, bizim üzerinde durduğumuz bu dili yalnız şâirler de konuşmuyor. Ben, hiçbir abartmaya düşmek korkusuna kapılmadan şunu söyleyeceğim : Türk milleti, bütünüyle şâirdir, zarîfdir, incedir ve bunlar onda iğreti değildir. Kısacası Türkçe bir mecazlar dilidir. Bu, hepimizin gurûrudur.
Birkaç tanık vermek istiyorum. Tütün içmeyen bir halk adamına, bir sigara verdiğiniz zaman o, bunu benim gibi reddetmiyor. "Ben o zıkkımı içmem" demiyor, "içeni severim" diyor. Cimriliği herkesçe bilinen birisini anlatmak için, sözlüklerde sıralanan, nâkes, cimri, pinti, hasis, elisıkı gibi hepimizin bildiği karşılıklardan birine iltifat etmiyor, "onun cebinde akrep vardır" diyor. Bu kavram için halkın dilinde bunlardan başka bir deyim vardır, hem daha da kuvvetlidir, bir bakıma. Fakat ben onu söylemiyorum burada. Halkın, ifâdesinde gerekli saydığı karşılıkları, cinsiyete bakmadan, bir deyim olarak, yeri gelince kimseden gocunmadan yerli yerinde kullandığı bir deyimlerden biridir bu. Dileyen, kadın erkek demeden, bir Kastamonu uşağına bunu sorup öğrenebilir.
Gâlip Paşa'nın dîvânındaki manzûmleri hemşehrilerinin diliyle alay edildiği şeklinde tefsir edecek yerde, onların bir çok nesnelere ad koymaktaki teşhis gücüne bağlamak daha doğru olur bence. Bu örnekleri nerdeyse bir sözlük dolusu çoğaltabiliriz. Bir tanıdığımızın ölüm haberini, "Bey ömrünü size bağışladı" diye vermek, bir ölüm acısı karşısında, "Allah acını unutturmasın" diye duâ etmek, Türk halkına vergi bir zarâfettir, bir dil zenginliğidir.
Dil, bir milletin tarihe doğduğu günden bugüne, onun, giriş bölümünde anlatmağa çalıştığımız, kültür varlığının hazînesidir. Bu yönüyle, halk edebiyatını tanımak, Türk milletinin manevi mirasına sahip çıkmak demektir. Bu da kuru bir edebiyat konusu değil, bir aşk işidir. Bir soru dilimin ucuna gelip orada kalıyor : Kitâb-ı aşkı kim anlar kiminle söyleşelim?