Halvet : Mâhiyeti, Hikmeti ve Esrârı

20 Ocak 2024 tarihinde yayınlanmıştır.

Zikrullah

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri Tamâmü'l-Feyz'inde buyuruyorlar ki :

Halvetîlere gelince, onların nisbeti halvetedir. Çünkü bir tekkede tek başına kırk gün insanlardan uzak kalmak, onların izlemiş oldukları yollardan biridir. Halvet, Kur`ân-ı Kerîm'de ifâde edildiği üzere Hazret-i Mûsâ için ta'yîn edilen vakitden alınmışdır. Bazen bir erba'în ile yetinmeyip daha fazla erba'înlere şiddetle ihtiyaç duyulabilir. Sâlikler bu durumda, maksûdun vechi gönül aynalarında zâhir oluncaya kadar, diğer bütün şartlarına da riâyet ederek, halvete devâm ederler.

Peygamber Efendimiz  de peygamberlikden önce Hira Dağında bazen halvete çekilmişdir. Çoğunlukla yiyeceği zeytin ve zeytinyağı idi. Riyâzat ehli yufkadan gıdalarla yetinmeyi Peygamberimizin bu tatbîkâtından almışdır. Bu tür yiyecekler, sâlikin kalb aynasında maksûdun müşâhedesine mâni' olan terâküm etmiş perdeleri inceltir. Zeytinyağı, zeytin ve yeşil mercimek çorbası bu tür yiyeceklerdendir. Et, yağ ve benzerleri ise bunun aksinedir.

Halvetin yapılışı i'tikâfın yapılışı gibidir. Halvet, kalbi mutlak olarak meşgûliyyetlerden boşaltmak ve her hayır, ihsân ve ikrâmı bahşeden, kalbe feyz veren yüce Hazret'e yönelmekdir. Sâlik, sûrî ve ma'nevî elbiselerden soyunmadıkça, zayıf ve kuvvetli sebeblerden kesilmedikçe, aynı şekilde kalbini, tohum ekmek için toprağı süren kimse gibi hazırlamadıkça, ilâhî feyze ulaşmaya ve manevî inkıta'a medâr olan sûrî inkıta için bir yol bulamaz. Zira hisler ve idrâkler, casûslar ve hırsızlar gibidir. Hissedilen ve idrâk edilen şeylerle fazlaca meşgûl olmak, vahdet cihetine teveccühe mâni' olur. Elhâsıl, halvetin başlangıcı, insanlarla ihtilâtı önce sûretâ sonra da ma'nen terk etmekdir. Halvetin sonu ise sırrın Hakk'la konuşmasıdır. Öyle ki yalnızca Hakk var, başka kimse yok ve hattâ melek bile. Halvetin bu derecesine ulaşmak ancak zikirle ünsiyet, tefekkürle iştigâl, her türlü sûret ve libâsdan 'ârî olmak, yine her türlü isim, resim, vasıf ve hükümden tecerrüdle hâsıl olur. Senin yapman gereken, nüzûlünde emânetleri aldığın gibi 'urûcunda da onları ehline vermekdir. Bunun böyle olması gerekir zîrâ insan ilâhî sûret mertebesine ininceye kadar bütün mevâtın ve makâmâta uğrar, yerin ve makâmın ahkâmıyla boyanır yani ta'ayyünât libâsının tümünü giyer. Böyle bir kimseye 'urûcu sırasında lâzım olan şey, fenâ suyuyla bu boyadan yıkanmak ve bu basit örtülerden soyunmakdır.

Eğer "Önce giyinmenin sonra soyunmanın mânası nedir?" dersen şöyle derim. Bu şekilde yapmanın büyük faydası vardır ki o da şudur. Rûhların kurb-i a'lâ-yı 'illiyyînden bu'd-i esfel-i sâfilîne inişi, ancak "قُلْنَا اهْبِطُوا مِنْهَا جَم۪يعًاۚ فَاِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ مِنّ۪ي هُدًى فَمَنْ تَبِعَ هُدَايَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ" âyetinin işâret etdiği hidâyeti elde etmek içindir. Zira şühûdî tecellîler, vücûdî tecellîlerin netîceleridir. İmkânî hakîkatlerin vücûdu ve insan hakîkatinin imkânî hakîkatlerin ahkâmına inişi, Allahu Teâlâ'dan mahzâ lutf ve rahmetdir. İnsan yüzünü ancak aynada görebilir. Şâyet ilmî ta'ayyünde kalsaydı, 'ayn bostanlarından ve şühûd bahçelerinden bir gül koklayamazdı. Onlar, çeşitli şekillerde tecellî eden esmâî ta'ayyünlerdir. Sonra bu şühûdî ve diğer ta'ayyünlerden soyunma, ancak üzerinde mevcûd bulunandan daha üstün olanını giyinmek içindir. O da mecâzî vücûddan soyunmaya terettüb eden hakkânî vücûddur. Sâlik, fenâ-yı tâmma ulaşdığı zaman mahlûkât aynasında ancak onu görür. Âşikârdır ki ayna görünür değildir. Sâlik bekâya ulaşdığında ise Hakk aynasında ancak hakkânî vücûdu ve hakîkatlerini gerçekleşdirmiş, mecâzî libâsdan soyunmuş olan nefsini görür. Bunu iyi anla. Birincisi halvetin, ikincisi ise celvetin netîcesidir. Bu konuda inşâallah ileride daha fazla açıklama gelecektir.

Eğer "Zamanımızdaki sôfîlerin yapdıkları şekliyle halvet, sonradan ortaya çıkmışdır, ilk asırda yokdu" dersen, şöyle derim. Evet, yokdu, fakat bizim için meşrû bir aslının bulunması yeterlidir. Her asrın kendinden öncekinden farklı bir hükmü vardır. İnsanlar bunun sırrından gâfildirler. Onların, aradaki vâsıtaları kaldırarak doğrudan Peygamber'e, ashâbına ve müctehidlere intisâb etmek istediklerini görürsün. Halbuki o vâsıtalar, sünnetin meşâyihi ve onların Allahu Teâlâ'dan ilhâm olarak aldıkları ve yine Allahu Teâlâ'nın "لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنْكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجًاۜ" sözünün sırrının tahakkuku olarak tutdukları yollarıdır. 

Peygamber, her ümmeti ta'zîm etmek ve hakîkatlerinin kendi hakîkatinde birleşdiklerine işâret etmek için onlara yollar bırakmışdır. Görmez misin ki Muhammedî velâyetin kaynağı birdir. Ümmetin 'âriflerinden her biri için husûsî bir çeşme vardır. Nitekim, "قَدْ عَلِمَ كُلُّ اُنَاسٍ مَشْرَبَهُمْۜ" buyrulmuşdur. 

Peygamber'in şu sözü sana kâfî değil mi? "Mü'minlerin güzel gördüğü şey Allah katında da güzeldir". Bu hadîsde geçen mü'minden murâdın, esnaf, asker ve benzeri mukallid avâmdan bir kimse olduğunu mu zannediyorsun? Hayır, bilakis o ferd-i mutlak, muhakkik, ilmi ve aynı cem' etmiş kimsedir. İşte böyle biri ve onun görüşü, nefsinden ve nefsinin tedbir ve tasarrufundan fânî olduğu, Hakk'ın sârî hüviyyeti ve takdîriyle bekâya erdiği için Allahu Teâlâ katında güzeldir. Yine böyle bir kimse konuşduğu zaman Allah ile konuşur, susduğu zaman Allah ile susar, koyduğu zaman Allah ile koyar, kaldırdığı zaman Allah ile kaldırır.

Şaşılası bir şey de Allah'ın gölgesi yani insân-ı kâmile tecellî eden hakîkat-i câmi'anın yeryüzündeki gölgesinden yani sultandan söz veya fiil gibi bir şey sâdır olduğunda insanlar onu aralarında kânûn yerine koyarlar, onu kânûn gibi görürler ve ona riâyet ederler. Niçin? Çünkü o şey sultândan sâdır olmuşdur. Büyükden sâdır olan da büyükdür ve şânına uygun bir şekilde ona itinâ göstermek gerekir. Ey a'mâ, bak! Sultân, söz söylediği veya bir iş yapdığı zaman halk tarafından ta'zîm ve kabûl görüyor. Halbuki o bir gölgedir ve bu, câmi' hakîkate nisbet edilir. Gölge bu şerefi güneşden kazandığı gibi o da bu izâfetden kazanmışdır. Peki, bu böyle iken kendisine nisbet edildiği zât ve O'nun koyduğu kânûn hakkında ne düşünürsün? O, havâss arasında nasıl kabûl görmez? Sen varlık hicâblarını yakma husûsunda O'na muhtâc olduğun hâlde aradaki vâsıtayı nasıl kaldırırsın? Halkdan Hakk'a 'urûc ile Hakk'dan halka nüzûl olmaksızın ve fark, cem' ve her ikisinin cem'i ile yükselmeksizin sadece mücerred 'illî ve limmî burhân bilgisi sana fayda vermez. Ümmetin evliyasıâın makâmına ulaşman şöyle dursun aklın onların sözlerini bile anlamakdan 'âciz iken, nasıl olur da onlara incitici dil uzatırsın? 

İlmin sûreti, 'âlem aynasında bâkî kalsın diye, ki medreselerin kurulması buna dayanır, kitâbların tedvîn edilmesinin Hicret'den ancak yüz yirmi yıl sonra gerçekleşdiğini okumadın mı veya duymadın mı? Bu kitâbların sonradan tedvîn işi dînin zâhir kısmında sahîh bir maksad için övülen bir şey olmuşsa, 'ulemâ-yı billâhın dînin bâtın kısmında 'ilmin ma'nâsını ibkâ etmek için, ki tekkelerin kurulması buna dayanır, ortaya koymuş oldukları usûl ve esas hakkında ne dersin? Eğer sen perdesi ince ve kapıları açık bir kimse olsaydın, Allahu Teâlâ ile enbiyâ katında, keşf ve yakîn ehli nezdinde vaz' edilen övülmüş yollarla ve medhedilmiş meşrû' sebeblerle perdeni inceltmeye ihtiyaç duymazdın. 

Şübhe yokdur ki hak zâhirdir ve çalışan ile çalışmayanın birbirinden ayırd edildiği gibi bâtıldan ayırd edilir. Hakk'a sarıl, bâtıl olandan sakın! Câhil seni aldatmasın ve denizin çeri çöpü, köpüğü seni denizin inci ve mercanlarından mahrûm etmesin. Kuşkusuz Allahu Teâlâ denî işlere buğz eder, yüce işleri sever.

Listeye geri dön