19 Şubat 2023 tarihinde yayınlanmıştır.
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretlerinin Sahaflar Çarşısındaki dükkanı her gün ziyâretçilerle dolar, Efendi Hazretleri müşteriyle, işle güçle pek alâkadar olmaz, misâfirleriyle alâkdar olurlar, onların sorularına cevâb verirler, müşkillerini hallederler, rüyâlarını tabir ederler, yerine göre nasîhatlarda bulunurlar, yerine göre ibretli hikâyeler anlatırlar, yerine göre latîfeler, nükteler anlatırlar, hâsılı pek feyizli sohbetler yaparlardı. Dükkâna her türlü insan gelirdi, hocaefendiler, müftüler, şeyhler, âlimler, hâfızlar, yazarlar, gazeteciler, akademisyenler, ecnebîler, daha kimler kimler. Herkes merâk etdiği husûsları sorar, Efendi Hazretleri suâllere tek tek cevâb verir, bazen de kimse soru sormadan konuşur, söz sözü açar, pek feyizli sohbetler yaparlardı. İşte bu da o sohbetlerden biridir. Efendi Hazretleri bu sohbetlerinde, 1960'larda İstanbul Müftüsü iken görüşdüğü, merhûm Bekir Hâki Efendi ile yapdıkları bir konuşmadan bahsediyorlar. Buyuruyorlar ki :
Müftü Efendi gelmişdi, konuşuyoruz, "Hocaefendi, müftüler böyle şeye inanmaz sen inanır mısın bilmiyorum" dedim. "Ben inanırım" dedi bana Müftü Efendi.
Hikâye bu. Bir veliyyullahın kitâbında rast geldim, yazma. Adam hacca gidiyormuş, giderken yolda, kervan durmuş. Kervan durmuş, bu adam atını sürmüş, "Ne var yâhu?" demiş. Demişler, "Büyük bir ejdarha çıkdı, yolu kesdi" demişler. Yılan yol keser ve konuşur, "übülübülübübü" diye konuşur yılan. Lisânını anlayan anlar, anlamayan anlamaz. Saldırır da kâfir. Dedim ki diyor, "Bu hayvan ne kadar vahşî olsa, insandan kaçar bu. Bunun ya karnı aç, ya hasta bu, ya susuz kaldı. Buna biraz yiyecek içecek verelim, önüne koyalım ve kenara çekilelim". Su koymuşlar, süt koymuşlar, çekilmişler. Bu gelmiş içmiş, sütü, suyu ve yol vermiş bunlara. "Oradan biz çekildik hacca gitdik" diyor. "Haccetdik. Döndük geldik bir yere, orada gece konakladık. Ben kervanda yatmıyorum" diyor, "dışarıda, açık yerde yatıyorum. Çünkü gece baskın oluyor, bedevîler basıyorlar kervanları" diyor. "Ben açık yerde yatıyorum" diyor. "Yatmışım bir yerde, bir de gözümü açdım, ne kervan kalmış, ne insan" diyor, "gitmişler" diyor. "Ben tek başıma kaldım orada, yol bilmem iz bilmem Allah'ın çölünde. Biraz durdum" diyor, "bekledim, belki farkına varırlar da beni almaya gelirler diye, kervanda eksik kişi var diye ararlar filan diye durdum. Gelen giden yok" diyor. "Derken bir hayvan geldi" diyor. "Bir deve geldi" diyor. "Gâyet fasîh lisanla dedi ki bana, sırtıma bin, seni yetiştireyim kervana dedi" diyor. "Ben de şaşırdım" diyor, "deve konuşur mu hiç insan gibi. Bindik devenin sırtına. Deve süratle yürüdü ve beni kervana yetiştirdi. Kervanı ben görünce, emniyete geldiğimi anladım ve dedim ki 'Allah aşkına söyle, sen kimsin nesin in misin cin misin? Deve hiç insan gibi konuşmaz. Sen nesin?'. 'Ben siz hacca giderken yolu kesen yılanım' dedi. 'Yapdığınız iyiliği Allah bu şekle koydu, önüne çıkardı' dedi" diyor.
Ben bu kadar anlatdım hikâyeyi. Îcâb etdi de böyle konuşduk Müftü Efendi'yle, İstanbul müftüsüyle. "Hocaefendi, hocalar böyle şeye inanmaz ama" dedim, "Ben inanırım" dedi. "Benim başıma çok şeyler geldi" dedi, "inanırım" dedi. "Gençliğimde ben bir şehre gitdim" dedi, "orada bir adam hasta üfleyip tedâvi ediyormuş, bir Bektâşî babası" dedi. "Sonra ben de kürsüye çıkdım, bu üfürmenin, okumanın aleyhinde bulundum" dedi. "Uydurmadır böyle şeyler, sakın hâ böyle şeylere inanmayın minanmayın dedim. O gece de bana olan oldu" dedi. "Her tarafım dondu kaldı, iki gözün bakıyor böyle, o uhruççuyu, o okuyucuyu bana getirdiler. Geldi, "bismillahi uhruç ve billahi uhruc, ve tallahi uhruc" püf püf okudu ve beni ayağa kaldırdı. Dedi ki, "Git kürsüye çık, gene yalan de, anlat millete". Bu da başıma geldi dedi Müftü Efendi.
Sonra o da bu hikâyeyi anlatdı. Yerini de söyledi. Burhân-ı Kâtı'ın ikinci cildinde şu lugat altında bu hikâye var dedi Müftü Efendi. Nûşirevan-ı Âdil varmış. Bu Nûşirevan-ı Âdil kapıya bir zil yapdırmış, kim gelirse, hiç kimseye müracaat etmeden kapının zilini çaldı mı kapıyı açarlarmış, şâhın huzûruna çıkarmış. Bu Nûşirevan-ı Âdil zamânında Resûlullah Efendimiz dünyâya gelmiş. Peygamberimizin dünyâya geldiği, onun zamanı. Bir gün kapı çalınmış, sarayın kapısı, açmışlar, bir yılan. Bunu şimdi Müftü Efendi anlatıyor. Kitâbda yerini de gösterdi bana, Burhân-ı Kâtı'ın ikinci cildinde şu lugat altında var bu hikâye dedi. Kapıyı açmışlar, bir yılan. Sürünerek gelmiş Nûşirevân-ı Âdil'e, bir şeyler söylüyor. Ama başını böyle çeviriyor, geriye dönüyor, yürüyor, gene geliyor, gene dönüp yürüyor filan böyle. Şâh demiş ki, "Bunu takîb edin, bu hayvanı" demiş. "Bu bir şey söylemek istiyor". Asker vermişler bunun peşine, bu gitmiş, arkasından asker gitmiş. Bir dağa varmışlar, dağın içerisinde bir mağara, mağaraya askeri sokmuş, göstermiş. Mağara bunun mağarasıymış, dişisi varmış bunun, başka bir yılan gelmiş, bunun dişisini zabt etmiş, karısını almış elinden. Onun için şikâyet ediyor hasmını. O yılanı öldürmüşler, onun hasmını yani. Bunun mağarasını ve karısını buna vermişler. Sonra dönmüş gelmişler ve tekmil haberini şâha vermişler, bildirmişler.
Bir kaç gün sonra gene bu gelmiş. Gene kapıyı çalmış. Açmışlar, huzûr-ı şâha gelmiş, ağzında bir ot var. Otu huzûr-ı şâha koymuş. Şâh demiş ki, "Bu hayvan bu otu bana niye getirdi?" demiş. Gösteriyormuş otu, geri çekiliyor, sonra tekrar gösteriyor filan. Otu almışlar. Meğerse Nûşirevan-ı Âdil'in burnundan kan akarmış. Bu otu yakıyorlar, yakınca kan duruyor. Şimdi, o otun ismini yazmışlar lugat kitâbına ki yani burnu kanayan adam bu otu yakarsa kanı durur diye. O otun ismiymiş. Bu yılan hikâyesini de oraya böyle yazmışlar.
"Ben inanırım" dedi Müftü Efendi. Sonra da bu uhruç hikâyesini anlatdı. "Çıkdım kürsüye ben diyor, verdim verişdirdim, uhruc duâsı yalandır, böyle şeye inanmayın siz, uydurmadır, muydurmadır filan. Gece ben direk gibi donmuş kalmışım" diyor, Allah rahmet eylesin. "Ne elim oynuyor ne kolum oynuyor, yalnız iki gözüm oynuyor. O uhruççuyu getirdiler bana" diyor, "Ramazan" diyor. "Geldi, 'Bismillahi uhruc ve billahi uhruc ve tallahi uhruc', okudu, püf püf, kalkdık ayağa, kulağıma eğildi dedi ki, 'Hocaefendi, git şimdi kürsüye çık, de ki bu uhruc duâsı yalandır diye söyle halka' demiş. Rezîl oldum diyor".
Orada bulunan bir zât, "Uhruc çık demek değil mi efendim?" diye sorunca, Efendi Hazretleri, "Evet çık demek" buyurdular. Aynı zât, "Peki sürhubâd ne demek diye sorunca, Efendi Hazretleri "Sürhubad bir cinninin ismi" buyurdular. O zât, "Ama sürhubad yel manâsına değil mi?" deyince, "Doğru yel manâsına ama aynı zamanda bir cinninin ismi". O zât, "Kırmızıymış gâliba" deyince, "Kırmızısı var, yeşili var, siyahı var, sarısı var" buyurdular. "Onlara mı uhruc diyorlar?" deyince, "Evet, çıkın diyor, hangisi girdiyse".
Sonra Efendi Hazretleri çocukken başına gelen bir hâdiseyi de şöyle anlatdılar :
Benim de ayağıma cin girdi öyle, beni de bir kadın iyi etdi. Doktorlar, şeyhler iyi edemediler İstanbul'da. İncir ağacına çıkdım, altında kuyu vardı incir ağacının, oradan aşağı düşdüm. Ayağım ters döndü, öyle kaldı.
O zât, "çıkmışdır" deyince Efendi Hazretleri "Çıkmadı, hiç çıkmadı, böyle böyle" diyerek ayağının nasıl ters döndüğünü tarif etdiler ve sözlerine şöyle devâm etdiler :
Kilitlendi böyle kaldı ayağım katiyyen düzelmiyor. Doktorlar, hastaneler, hocalar, çıkıkçılar, hiç, imkânı yok. Sonra bir kadına götürdüler beni, Adliye Hanım diye bir kadın, Malta Çarşısında bir medresede oturuyordu, cenâze yıkıyormuş, hocahanımmış kendisi. O, bir ilaç çıkardı, pekmez gibi bir şey, sürdü ayağıma, sonra bu duâyı okudu, sürhubad duâsını ve ayağımı yerine getirdi bırakdı. Bugünkü gibi hatırımda.
www.muzafferozak.com