20 Şubat 2023 tarihinde yayınlanmıştır.
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretlerinin 1983 senesindeki Almanya seyahatinde, bir sohbet meclisinde çoğu doktorlardan oluşan bir topluluk tıbbî konularda, hastalıklar hakkında sorular sormuşlardı. İşte o suâlleri ve cevâbları yazı diline çevirerek burada yayınlıyorum.
"Allah her hastalığa bir şifâ yaratmışdır, sôfîlerin erkânında bunun için özel usûller veya ilâçlar var mı?" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Tabii var. Nefs-i emmâre illetinden kurtulmak, nefsi tezkiye ederek, nefsin marazlarına, nefsin hastalığına şifâ bulmakdır. Ve zâhiri insan olduğu gibi bâtını da insan olmayı temîn eder tasavvuf.
"Hastalıklar rûhun hasta olmasından mı ileri geliyor?" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
İki türlü hastalık var, bir maddî hastalık var, bir de manevî hastalık var. Zîrâ insanların vücûdu iki şeyden müteşekkildir. Birisi türâbî, toprak, kürre-i arddan, biri rûhânî, rûh, yani semâvî. Biri arşî, biri türâbî. Allahu Teâlâ toprakdan vücûdu halk etdikden sonra, kendi rûhundan ona nefh eyledi. Yani arşî olan yüce, yüksek rûhu, vücûda nefh eyledi. Öyleyse, rûha vücûdu binek yapdı. Meselâ nasıl atın üzerine bir adam biniyorsa, farazâ, rûhu da vücûda öyle bindirdi Allah. Bir vücûdun rahatsızlıklarına şifâ var, yani toprakdan olan vücûdun hastalığına şifâ var, bir de rûhun şifâsı var. Fakat vücûdla rûhun münâsebetleri var. Yani karı koca gibi evlendiler. Cesede bir şey yapıldığı vakitde rûh onun acısını duyuyor. Ondan başka kelimeyle de gene vücûd inciniyor. Meselâ bir adama ağır bir söz söylesen, o hemen asabîleşiyor. Ona söz söyleyen adam ne hap yutturuyor, ne de iğne yapıyor. Bir sözle asabîleşiyor yâhud zevke geliyor. Meselâ hitâb etdi kendisine, meselâ affedersiniz "Eşek" dedi. O adam kızıyor, fenâ hâlde. Ama iğne yapmıyor, hap yutturmuyor. Sözle nasıl yapıyor bunu? Veyâhud, "Sen iyi adamsın, seni seviyorum" diyor. Deyince o adam, ona karşı bir muhabbet duyuyor. Gene ne hap yutturdu ona ne iğne yapdı. Öyleyse insanın söylediği söz ile muhâtabının vücûduna tesîr eder de, Allah'ın kelâmı tesîr etmez mi? Hattâ Kur`ân'da Allah diyor ki, "El-fitnetü eşeddü mine'l-katl, fitne çıkarmak katilden daha eşeddir" diyor. Yani sözlerin tesîri maddeden daha kuvvetlidir diyor. Sözün tesîri vurmakdan daha şiddetlidir diyor yani katilden, öldürmekden. Buna mukâbil halk da diyor ki "süngü yarası, kurşun yarası geçer ama söz yarası geçmez" diyor. Demek ki sözün çok büyük tesîri var. İster vücûdun madde kısmına, ister manâ kısmına, ister vücûdun maddî, ister manevî kısmına esmâ ile tesîr olur diyorlar. Tesîrini de az evvel söyledik, isbât etdik.
Ve esmâ ile, insanların zâhiri insan olduğu gibi bâtın tarafını, rûh tarafını da insan etmeğe gayret ediyorlar ve bir takım formüller gösteriyorlar. Şimdi, insanlığa namzed olmak isteyen, yani kendini anlamak isteyen, kendini bulmak isteyen bir kimse, ki kendini bulursa, Allah'ı bulur, onun için gene hadîsle, "men arafe nefseh fekad arafe rabbeh" diyor Hazret-i Peygamber. Bu da iki kısım oluyor. Bir mübtedîler için, bir yüksek olan zevât için. İbtidâî için, insan düşünüyor, kendisi fânîdir bir bâkîye ihtiyâcı var. Evvelâ mübtedîler için, kendisi fânî olduğunu bir bâkîye ihtiyâcı olduğunu düşünüyor. Kendisinin zelîl olduğunu, ne demek bu zelîl?, bir katre menîden halk olundu, bir azîze ihtiyâcı olduğunu, kendisinin mağlûb olduğunu fakat bir gâlibe ihtiyâcı olduğunu düşünüyor. Bunu insan düşündüğü vakitde Rabbini buluyor. Âlî kısmı ise, kendisinin hâmil olduğu esrâra vâkıf olması. Ne gibi? Denizden aldığımız vakitde bir bardak suyu, bir bardak su deniz değil ama denziden de hâric değildir. Bu, âlî kısmı bu.
Evvelâ düşünüyor insanoğlu, düşünmeye vardığı vakitde, tefekküre, "Ben zayıfım, bir kavîye ihtiyâcım var". "Ben yokdum, beni vâr eden bir kuvvet vâr eyledi". Düşünüyor insan, tefekkür ediyor. "Ben yokdum, beni bu âleme kim getirdi?". "Peki getirdi ama beni yaşatan kimdir?". "Ve beni öldürecek olan kimdir?". "Niçin geldim niçin gidiyorum?". "Nereden geldim nereye gidiyorum?". Bunları insan düşündüğü vakitde, Rabbi bulacakdır. Dedik ya "men arafe nefseh fekad arafe rabbeh, nefsini kim bilirse rabbini bilir". Bu şimdi ibtidâîler için bu, mübtedîler için. Düşündükden sonra Cenâb-ı Hakk'ı buldu.
"Sağlam bir rûh sağlam bir vücûdda bulunur diye eski bir Yunan atasözü var, siz buna ne dersiniz?" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Vücûd sakat olabilir fakat rûh sağlam olur. Bazen vücûd sağlam olur, rûh sakat olur. İşte deliler böyledir. Bu söz belki yanlış ama teşvîk için o yani spora teşvîk için. Eğer öyle olsaydı, fillerin insanlardan yüksek olması lâzım gelirdi. Filin aklı daha fazla olması lâzım gelirdi. Fil kuvvetli çünkü. Yâhud arslan, yâhud kaplan.
"Rûhânî çalışmalar vücûdu hasta eder mi?" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Bazen eder bazen etmez. Bazen edebilir, bazen etmeyebilir. Ama sağlam vücûdda sağlam akıl bulunur dersek bu yanlış bir kaziyyedir.
Birisi Efendi Hazretlerinin yukarıda verdiği at misâlinden yola çıkarak "İnsan bindiği atı fazla hızlı koşturursa, atı perişân edebilir, buna ne dersiniz" deyince, Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Allahu Teâlâ, vücûdunun idâresini insanın kendisine tevdi etmiş, şunu yap, bunu yapma diye emirler vermiş, bu emirlerin altında hikmet var elbette. Ama bir vücûdun hasta olmasından dolayı kafası hasta olmaz. Neden? Eyüp Peygamber, peygamberdi, hasta oldu. Peygamberliğine zarar gelmedi ki. Hazret-i Peygamber de öyle, hasta oldu. Peygamberler de hasta olabilirler, ama hiç bir zaman nübüvvetlerine zarar gelmez. Eğer vücûdun rahatsızlığı akla ve rûha zarar verseydi eğer, peygamberlikleri giderdi ellerinden, nübüvvetleri giderdi.
"İnsân kâmil olursa, rûh ile beden arasında mesâfe mi olur?" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Mesâfe olmaz. Rûh toprak kısmına gâlib olur, vücûd onun emrine girer. İnsanda iki kuvvet çekişiyor, muhârebe yapıyor. Birisi nefis, biri rûh yâhud akıl. Nefis galebe çalarsa, ki vücûdla ilgisi vardır, şehvetle, şununla, bununla, o insan hayvandan aşağı olur. Ne vakit aklı ve rûhu nefsine galebe çalarsa, o kimse insan-ı kâmil olur. Onu söylemeye çalışıyorum deminden beri zâten.
"Tasavvufda doğrudan doğruya vücûda tesîri olan formüller var mı?" sorusuna Efendi Hazretleri şu cevâbı verdiler :
Tabii var, onları anlatacağız. Hepsini anlatacağım onların söyleyeceğim. Var tabii. Olmasa tasavvufun ne hükmü kalır o vakit, ne tesiri kalır onun.
Şimdi bir defa, vücûdun iki kısmı var, iki kısma ayırıyoruz vücûdu. Hayvânî kısım, insânî kısım. Bunun da maddî kısmı var, manevî kısmı var. Manevî kısmını terbiye eder tasavvuf. Maddî kısmı da edebilir, tesîri olur. Az evvel bir söz söyledim ben. Bir adama "eşşek dedik", adama hap yutturmadık, iğne yapmadık, o adam ne yapdı asabîleşdi. İnsanı mahkemeye bile verebilir. Yâhud çeker adamı tokatlayabilir yani. Hayvânî kısmın tedâvisi iki türlüdür. Bir maddî tedâvisi var, bir manevî tedâvisi var. Manevî hastalık var yani. Manevî hastalıkları rûh, hayvâniyyeti taht-ı mahkûmiyyetine alarak onu insanlığa çevirir. Şimdi, tasavvufa girdiğimiz vakitde, bizim tedâvi edecek olduğumuz, rûhumuzdur. Rûh iyi olursa, hayvan da iyi olur. Neden? Ahlâk bakımından iyi olur. Ama topal bir adam iyi olmaz. Kolu kopmuş, yerine yapışmaz. Kafası kopdu, yerine gelmez. Ama bu adam yalancıdır, yalancılığı terk eder. Bu adam sahtekârdır, sahtekârlığı terk eder. Manevî illetlerin şifâsı vardır.
"Bu tedâvî sizin tarîkinize mi mahsûsdur, başka tasavvufî ekollerde farklı usûller mi var?" şeklindeki bir soruya Efendi Hazretleri şu cevâbı verdiler :
Tasavvuf birdir, ayrı değildir. Ama her dînin bir tasavvuf vardır. Ne gibi? Bir doktorun hastasını tedâvi şekli vardır. Tedâvi lâzımdır ama her doktor ayrı bir tedâvi şeklini kullanır hasta üzerinde. Bizim yolumuzda da, biz böyle maddî hastalıkları okumakla tedâvi ediyoruz. Duâlar ile. Misâllerini de vereceğim yani. Betül nerede? Betül'ü kaldır. Gel. Betül burada kendisi. Bu geldi bunun gözleri görmüyordu. Bir tânesi hiç görmüyordu, biri az görüyordu. Ve dedi ki doktor, "Senin gözlerin kör olacak" dedi ona.
Efendi Hazretleri tercümeyle vakit kaybetmemek için, "Kendi anlatsın" buyurdular ve sözü Betükl Hanım'a bırakdılar. O da Almanca olarak başından geçen hâdiseyi anlatdı. Daha önce bu hikâyeyi yazdığım hâlde ehemmiyetine binâen burada gene yazacağım.
Betül Hanım, Alman asıllı bir doktor olup, asıl adı Barbara idi. Bir sebeble Şam'da bulunduğu sırada zehirli bir böcek yüzünden gözlerinden biri tamamen kapanmış, diğeri de kapanmak üzereymiş. Kocası da doktor hem de göz doktoru olan bu hanım, Almanyadaki doktorlara müracaat etmiş ama maalesef yapılacak bir şey olmadığını ve gözlerinin kör olacağını söylemiş bütün doktorlar. Bu yüzden kocası da kendisini terk etmiş. Büyük bir yeis içerisinde kalan bu hanımın yolu, nasıl olduysa, Efendi Hazretleri'ne uğramış. Efendi Hazretleri onun hikâyesini dinledikden sonra okuyarak onun gözlerini açmışdı. Bu hâdise üzerine müslüman olan bu hanım Betül ismini almışdı.
Betül Hanım'ın açıklaması bitdikden sonra Efendi Hazretleri Betül Hanım'ın kendisine gönderdiği kanserli bir Alman doktordan bahisle buyurdular ki :
Sonra Betül bir doktor gönderdi bana, kanserli. Burada doktor. Demişler ki buradaki doktorlar, "Sen üç aya kadar öleceksin". Bütün malını dağıtdı bu adam ve bana geldi İstanbul'a. Ben onu okudum, hâlâ hayatda, doktorluk yapıyor şimdi. İşte şâhidi burada.
Meselâ sarılık hastalığı, bir maddî hastalıkdır. Bize getirirler sarılık hastasını, biz okuruz onu. Bir hafta içerisinde iyi olur, geçer. Sonra ellerde siğil olur, doktorlar elektrikle yapıyorlar, biz onu okuruz, geçer. Gene kabakulak diye bir hastalık var. Biz onu yazarız, bağlarız, geçer.
Bunun, bizim tarîkat-ı aliyyeden gelmesinin sebebi, Hazret-i Îsâ nasıl ölüleri diriltiyordu, ekmeh ve ebrasa çâre buluyordu, yani cüzama çâre buluyordu, bizim peygamberimiz de öyle, işte o mucizâtın vârisi olarak bize Cenâb-ı Hakk vermişdir bunu.
"Bu, sadece şeyhlerin bildiği bir şey mi?" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Peygamberlerin bir takım sıfatları var, onlara vâris olan zevât vardır. Peygamberlerin mücizât sıfatına şeyhler vârisdir, ilim sıfatına ulemâ vârisdir.
"Ayrıca bir ilim mi var bu husûsda,?" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Yok bu ilimle filan değil. Bu el vermekledir bizde. Manevî olarak el verir şeyhi ve o ocak olur. Kitablarda yazılıdır bunlar, havas kitâblarında filan. Ama yaparsın olmaz, mutlakâ izinli olacak. Şeyh "Ben sana izin verdim" diyecek. Meselâ ben birisini halîfe yapdığım vakitde diyeceğim ki ona, "Ben Hazret-i Muhammed'den aldığım Nefes-i Muhamediyyeyi sana veriyorum" diyeceğim ben ona. Vereceğim, o vakit olur. Yoksa izin olmayınca olmaz. İlmen tarîf olmaz bu. Bu manevî bir alışverişdir.
"Tedâvî için okuduğunuz âyetlerin manâları açık mıdır gizli midir?" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Gizli. Bakıyorsun zâhirde bir âyet okuyoruz, o âyetin manâsına gelince, o hastalıkla onun hiç bir ilgisi alâkası yok. Bazısının âyetle ilgisi oluyor, görülüyor ilgisi. Meselâ göz rahatsızlığındaki âyetde belli. Bazısı var hiç alâkası yok. Meselâ dalak rahatsızlığında, hastanın karnı böyle şişer, ayakları zayıflar, buna okuduğumuz vakitde "İnnâ ataynâ" sûresini okuyoruz.
Tercümanlık yapan zât, "Yakında bir komşunun âilesi dalak hastası, epeyden beri onlar uğraşıyor, hastahânede yatıyor ama bir türlü geçmiyor" deyince, Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Geçmez. Çarşamba sabahı güneş doğmadan siyah saplı bir bıçak getirin bana, biraz da kaya tuzu, onu ben keseceğim güneş doğmadan evvel. Hasta soracak bana, "Ne kesiyorsun?" diyecek, ben diyeceğim "Dalak kesiyorum" ve böyle dâire yapacağım. Kaya tuzunu toprağa gömeceğim, üzerine okuyacağım ve su dökeceğim. Kaya tuzuna, ona değil, hastaya ilişmeyeceğim ben. Kaya tuzu üzerine suyu dökeceğim, o tuz eridikçe, onun karnı eriyecek ve düzelecek.
"İnnâ a'taynâ" sûresi okuyorum. Hastalıkla bunun hiç ilgisi yok. Biz sana kevseri verdik. Namaz kıl, kurban kes. Sana buğz eden, ebter odur" diyor, manâsı bu. Yani alâkası yok. Onun için söyledim bunu.
Bizim tarîkimizde bize verilen, şeyhimizden bizim aldığımız emânet, rüya tabiri, iki, sarılık hastalığını okuma, üç, çocuklara ağırlık basar, al basdı derler, havâle. Siğil filan bunları hep okuruz.
"Hastalığın sebebini bilirsek tedâvi etmek daha kolay olmaz mı?" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Bazen hastalığın sebebini de biliriz. Ama o maddî tıbbın vazîfesidir. Ama biz de biliriz bazen. Îsâ Peygamber'e getirdiler bir cüzamlı adam, misâl, sormuyor ki o bu neden cüzam oldu filan filan, okuyor geçiyor. Tamam o kadar. Misâl yani. Peki neden olur cüzam? Diyor ki bizim kitâblarımız, "Kadın erkek yatdıkdan sonra yıkanmazlar, ellerini yıkamazlar filan, hastalığın sebebi oradan başlar" diyor. Yani meniden başlar diyor. Onun için müslümanlar ne yapıyorlar, cimadan sonra yıkanırlar. Yâhud biri geldi, aspirin yutdu yâhud bilmem ne yutdu, baının ağrısı geçmiyor. Geliyorum ben okuyorum geçiyor. Ya bu adam başını üşütmüşdür, terlemişdir rüzgara durmuşdur, o doktorun işi bene enterese etmez o. Ama ben öyle düşünmüyorum. Aspirin yutdum geçmiyor kaç gündür. Yâhud dişim ağrıyor. Kaç gündür dişimin ağrısı geçmiyor. Ben alıyorum okuyorum onu, tahtaya çakarım ben onu, durdururum ben onun dişinin ağrısını, bi inâyetillah.
"Sizin okumanızla rûhânî bir şey mi oluyor da hastalık kayboluyor" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Allah şifâsını halk ediyor. Allah, şifâsını halk ediyor. Meselâ bir adam vardı, kendisi hâkim idi, diyordu ki bana, "Siz okuyorsunuz, okunan adam da sana inanıyor, inandığı için geçiyor" diyordu. Şimdi Avrupa'da yani garbda bu düşünce var. "Şeyhe gelip okunuyor, inanıyor evvelâ, inandığı için kendi kendini tedâvi ediyor inanmasıyla" diyorlar. Böyle söylüyorlar. Ben dedim ki o hâkime, "Bana bir adam getiriniz, o adam, karşımdaki şeyhdir, hocadır, papazdır bilmesin". Bir çocuk getirdiler, kundakda, ben okudum iyi oldu. Dedim, "Çocuk beni biliyordu da inandı mı bana yani?".
İşte o gelen doktor, Alman doktor güldü bana, kanser kendisi, dediler, "üç aya kadar öleceksin". Ben dedim, "Okuyacağım, sen ölmeyeceksin, bir şey olmayacak sana" dedim ben ona. İnanmadı o, güldü bana. İnanmıyordu çünkü bana o. Ben okudum onu, şimdi hâlâ sağ, gitdi vazîfe aldı şimdi. Yarın akşam da gideceğimiz yere gelecek o doktor, beni ziyâret etmeğe. Evet Hannover'e gelecek beni ziyâret etmeğe. Her ay beni masrafa sokdu. Kahve gönderiyor bana her ay, ben hükûmete para veriyorum, gümrükden kahveyi alıyorum.
Ama bunların hepsi Allah'ın izniyledir. Bazısını okursun iyi olmaz. Allah murâd etmedi, ben ne yapacağım. Bende ne kudret var. Sonra bunların hep şartları vardır. Haram bir şey yersem, okursam, iyi olmaz. Bilmeyerek bir şeyim, haramdır o, okunduğu vakit iyi olmaz. Şübheli bir şey yerim, haram olduğunu bilmem, çağırır beni birisi, bana yemek yedirir, içerisinde Allah'ın sevmediği haram vardır, ben bilmiyorum onu, yedim onu, o vakit duâ kabûl olmaz. Çünkü vücûda haram girerse duâ kabûl olmaz.
"Sizin yazdığınız bir kitâbda 99 esmânın tesirleri var" denilince Efendi Hazretleri, "Hepsini yazmadık oraya. Hepsini yazsak sonra onu fenâya kullanırlar" buyurdular. "Asıl tesir Allah'ın isimlerinde ise, herhangi bir kimse de bunu yapabilir mi?" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
O da olabilir. Onun için saklarız biz onu. Ama bana düşen vazîfe evveliemirde izin almamdır. İkincisi kendimi muhâfaza etmemdir ahlâkî bakımdan. Ama bakarsın bir adam alır eline, o esmâyı çeker, Allah da onun sözünü kabûl eder, bir şey yapabilir, olabilir yani. Allah yalnız benim Allahım değil ki herkesin Allahı. Bakarsın bir kötü adam da, Allah'a der ki, "Ben bunu istiyorum" der, yapar, olabilir, olabilir. Bu işler iki türlüdür. Bir rahmânî vardır, bir de şeytânî vardır. Nasıl sihirbazlar sihir yapdılar Mûsâ Peygamber'e. Bak demek ki şeytânî olan kısmı da var. Dünyâda insanlar da böyledir. Rahmânî kişiler var, şeytânî kişiler vardır. Bazen şeytânî kişiler galebe çalar rahmânîlere, icâb etdiği vakitde. İlaç çocuğun eline bırakılmaz, çocuk yiyiverir. Yâhud silah çocuğun eline verilmez, patlatır. Onun için o yazdığımız Esmâ-yı Husna'da her şeyi âşikâr kılmadık, hepsini oraya doldurmadık yani. Kâfir de olsa insanları saâdete götürecek havasları koyduk oraya. İnsanlara fenâlık yapmak için değil, iyilik yapmak için.
"Esmâ-yı Husnâ'nın kötü tesîri olabilir mi?" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Olur tabii. Silahı alan adama bağlıdır o. Kötü bir adamsa adam öldürür. İyi bir adamsa, kötülüğü imhâya çalışır. Şerîat diyor ki, İslâm şerîatı, meselâ kadın çok güzel, hoşuna gitdi senin, kocasından ayıracak onu, kendisine alacak. Bu haram. Ama karı koca arasında muhabbeti ilkâ edecek, çekişiyorlar, dövüşüyorlar, ev yıkılacak, onları birbirine muhabbet ettirmeğe müsâade ediyor. Kötülüğe müsâade etmez.
"Manevî yolla tedâvî olurken maddî ilaçları almak câiz mi?" diye sorulunca, Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Câiz, câiz, câiz, câiz. Bizim Türkiye'de bugün, böyle okumaklar, üfürmekler yasakdır kânûnen. Ama tıb elini çekerse, bize gönderiyorlar. İkincisi, niçin yasak olduğunu da söyleyeyim. Bu bir gayb ilmidir, gizli ilimdir, herkes ben yapıyorum diye çıkıyor, halkı dolandırıyor. Buna mâni olmak için devlet bunu yasak etdi. Ama doktor elini çekdi mi, diyor ki doktor, "Bizim bildiğimiz ilim buraya kadar, tıb ilmi buraya kadar gelmişdir" dedi mi, onu aşdı mı o vakit bakıyorsun, bize gönderiyorlar. İşte rûh hastalarını gönderiyorlar tımarhâneden yani. Onları gönderiyorlar ekseriya. Maddî olan da oluyor ama ekseri bu şekilde. Tıb elini çekdi mi sonra bize geliyor. Sen diyeceksin ki, "Hasta geliyor, sen okuyorsun, peki para?". Hayır biz para almayız. Para almayız. Para yok. Bana para vermek isteyen oluyor bazen, yok ben istemiyorum para mara. "Sen bu parayı fukarâya ver" diyoruz, "Allah sana şifâ verir".
Birisi "Beni tanıdığım bazı kişiler var ki onlar para alıyorlar" deyince Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Alabilir. Benim meşrebime göre ben almam. Çünkü parayı aldığım gün ben Türkiye'de ben takîbâta uğrarım. Yani beni mahkemeye verirler. Parasız olursa bir şey demezler. Ondan da korkmuyorum ben, benim meşrebime göre bir fukarâya vermesi daha iyi. Bazıları mutlaka vereceğim diyor, o vakit bizim kutu var, kutuya koyuyoruz parayı, kedilere, kediler var, sâhibsiz köpekler var, onlara veriyoruz, garîb kediler var onlara harcıyoruz. Niçin böyle yapdırıyorum biliyor musun? Peygamber diyor ki sallallahu aleyhi vesellem, "dâvû merdâküm bi's-sadaka, siz hastalarınızı sadakayla tedavi ediniz" diyor. Efendimiz de okumuş çünkü hastaları getirmişler okumuş. Duâlar var, okuduğu duâlar var.
"Şifâ duâları hakkında tavsiye edebileceğiniz kitâblar var mı?" diye sorulunca, Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Var, çok şeyler var. Şemsü'l-Maârifi'l-Kübrâ var Şümûsü'l-Envâr var, Ahmed Deyrebî var, Ebû Maşer Felekî var, Saâtü'l-Haber var.
Aklıma geldi şimdi. Az kalsın dayak yiyordurk Suudi Arabistan'dan ben sordum bunu. Dövecekdi beni adam. Bir kitapçıya sordum Medîne'de, çok fenâ kızdı bana. Kovdu, "Çık, uhruc yâ şeytân!" bilmem ne filan.
"Hastalıkların sebebleri hakkında ne düşünmeliyiz?" diye bir soru sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Cenâb-ı Hakk bazı kuluna hastalık verir. Bu bir imtihandır yâhud günahına kefâretdir. Umûmî olarak söylüyorum.
Sorular bana sağlam gelmiyor çünkü acâib şeyler soruluyor. Şimdi, evveliemirde bir soru soruldu, bu soru hastalığın sebeblerini aramak. Her insan biraz tahsîl etdi mi, kendisine ne yarar ne yaramaz, nereden hasta olur, nereden hastalık gelir, nereden baş ağrısı gelir, bilir bunu. Bilmese olmaz. Çünkü gene Peygamber buyurmuş ki, "el-ilmü ilmân, ilmü'l-ebdân sümme ilmü'l-edyân, ilim ikidir, evvelâ beden ilmi, sonra dîn ilmi" demiş. Bunun manâsı şu. Bunun iki manâsı vardır, bir maddî manâsı vardır, bir manevî manâsı vardır. Bir adam hayatda olduğu müddetçe, hayvan bile, hastalanıyor, gidiyor bir ot yiyor, buluyor oradan yiyor.
Şeyhlerine ziyârete gitdiklerinde hepsi hasta olan dervîşler şaşırmışlar, "Bizim niyetimiz iyi bir şeydi, hemen hemen hepimiz hasta olduk" demişler. Şeyhlerine sormuşlar, şeyh demiş ki, "Hastalıklar Allah'dan gelir". Bunu söylediklerinde Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Hepsi Allah'dan gelir, bize göre. Allah'dan başka bir varlık yok ki o hastalığı versin. O vakit şirk olur. Şimdi, Kur`ân-ı Kerîm'de diyor ki Cenâb-ı Hakk, esteîzübillah, "وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْاَمْوَالِ وَالْاَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِۜ وَبَشِّرِ الصَّابِر۪ينَۙ veleneblüvenneküm bi şeyin mine'l-havfi ve'l-cûi ve naksin mine'l-emvâli ve'l-enfüsi ve's-semerât, ve beşşiri's-sâbirîn". Manâsı, "Ben sizi her hâlde bir şeyle imtihan edeceğim, hastalıkla, yoklukla, sizi öldürmekle, elinizden malınızı almakla, çocuğunuzu, evlâdınızı almakla imtihan edeceği" diyor Cenâb-ı Hakk. Hepsi bizim için bunların, hep Hakk tarafından. Böyle. Ama biz gelelim baş tarafa, konuşacağımız şeye.
Bir çocuk dünyâya geldi, sıhhatli bir çocuk dünyâya geldi, büyüdü biraz yetişdi, annesi ne yapıyor ona, bir takım tıbbî şeyleri öğretiyor. "Oğlum kapıda durma cereyanda, terli su içme, hasta olursun, öksürürsün". Ya "Şöyle yapma, çişin geldiği vakitde çişini yap, bekletme". Öğretiyor böyle. Çocuk anneden babadan bir tıb ilmi alıyor evvelâ. Bu çocuk bir defîne sâhibi oluyor evvelâ böyle. Anlatacağım çok mühim. Şimdi, hepimiz doktor değiliz ama bir tıbbî bilgilerimiz var. Tecrübeyle, annemizden babamızdan duyduğumuz, doktorlardan işittiğimiz bir tıbbî tecrübemiz var. Meselâ terliyken su içersek öksürük oluruz, ya hasta oluruz. Biliyoruz bunları. Yani hastalıkların sebeblerini biliyoruz. Bazısının. Bazısının bilmiyoruz. Ama bazen hasta oluyoruz, sebebini bilmiyoruz. Bazısını biliyoruz. "Ha ben terliydim su içdim, öksürük oldum". Yâhud, "Terliydim rüzgara karşı durdum soğuk aldım, hasta oldum". Biliyoruz. Bazı hastalıklar geliyor, bunların sebeblerini bilmiyoruz. Bana sorduğu soruya cevâb veriyorum. O bana soru sordu. Bunun sebebini araştırmak için gidiyoruz doktora müracaat ediyoruz biz. Diyoruz ki, "Ben hasta oldum, beni muayene et". Doktor bakıyor, tık tık, çıt pıt pıt, diyor ki, "Sen hastasın". "Neden oldum ben hasta?". "Senin miden çalışmıyor" ya "pankreasın kesilmiş" yâhud "safra kesen tıkanmış, safra kesende taş var senin" diyor. Ondan öğreniyoruz biz. Herkes hastalığını bilemez ki. Araştırdık hastalığımızı, doktor dedi ki, "Senin şu hastalığın var" dedi ve o hastalığı tedâvi etdi doktor. İlaç verdi, iğne verdi, ameliyat yapdı. Geçmedi. Ne yapacağız? Hasta âciz kaldı mı o vakit maneviyyâta mürâcaat etmesi lâzım.
Büyük ilaç firmalarının yöneticilerinin bir itirafda bulunduklarını, "Hastalıkların büyük bir kısmı için ilacımız yok" dedikleri söylenince Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Bitmez. Ne hastalık biter, ne ilaç biter. Çünkü dünyâ yüzünde bütün insanlar ayrı ayrı yaradılmışdır. Hiç bir insan bir insanın aynı değildir, ne sesi, ne sözü, ne dudağı, ne kalbi, ne boğazı ne gözü. Allah'ın vâsi esmâsına dâhildir. Kansere ilaç bulsalar, arkasından Allahu Teâlâ başka bir şey çıkaracak. Çünkü neden? Allah ilân etmiş, diyor ki, "Ben sizi dünyaya getirdim, sizi imtihan edeceğim" diyor. "Hastalık vereceğim" diyor, "Ölüm vereceğim" diyor. Ve insana aczini gösterecek. İnsana aczini gösterecek Allahu Teâlâ, gösteriyor. İşte haydi bakalım, "Ben şunu yaparım, bunu yaparım" derken, ufak bir mikrop giriyor, kıvrım kıvrım kıvrandırıyor. Bitti her şey. Bu dünyâ âleminde insanlık devâm ettiği müddetçe hastalık devâm edecek, ölümler devâm edecek.
Efendi Hazretlerinin okuyarak iyileştirdiği hastaların haddi hesâbı yokdur, bunların sayısını ancak Allah bilir. Bunların bir kısmı maddî hastalıklara mübtelâ olanlar, bir kısmı da manevî hastalıklara tutulanlardır. Öyle bir kuvve-i kudsiyyeye mâlikdi ki O, her türlü hastalığa şifâ verirdi. Hattâ îcâb ederse körün gözünü açar, doktorların ümîd kesdiği kanser hastasını bile iyi ederdi Hazret. Nitekim bunların birer misâli bu sohbetde zikredilmişdir.