4 Temmuz 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Ahmed Avni Bey Fûsus Şerhinin Kelime-i Yûsufiyye'de mündemic olan hikmet-i nûriyye beyânındaki fassın başında diyor ki :
Hikmet-i nûriyyenin Kelime-i Yûsufiyye'ye tahsîs olunmasındaki sebeb budur ki, 'âlem-i misâl, 'âlem-i nûrânî ve Yûsuf'un keşfi dahi misâlîdir. Ve Yûsuf'a, suver-i hayâliyye-i misâliyyenin keşfine müte'allik olan saltanat-ı nûriyye-i 'ilmiyye zâhir oldu. O da alâ-vechi'l-ekmel ilm-i ta'bîrdir. Yûsuf'dan sonra bu ilmi bilen, o hazretin mertebesinden bilir ve onun rûhâniyyetinden alır.
İmdi nûr-i hakîkî bir nûrdur ki, onun vâsıtasıyla eşyâ idrâk olunur, fakat kendisi idrâk olunmaz. Zîrâ o, niseb ve izâfâtdan tecerrüdü cihetinden Hakk Sübhânehû ve Te'âlâ Hazretlerinin 'ayn-ı zâtıdır. İşte bunun için Efendimiz'den "Rabbini gördün mü?" diye suâl olundukda "O bir nûrdur, onu nasıl görürüm, yani o nûr-i mücerreddir, onu görmek mümkin değildir" buyurdular. Binâenaleyh 'ayn-ı zât olan nûr-ı hakîkîyi mezâhir ve niseb ve izâfâtdan tecerrüdü i'tibâriyle rü'yet ve idrâk mümkin değildir. Velâkin hicâbiyyet-i merâtibin arkasından mezâhirde idrâk mümkindir.
Nûrun zıddı olan zulmete gelince. Kendi idrâk olunmadığı gibi, kendisiyle de bir şey idrâk olunmaz. Ve nûr-ı hakîkî ile zulmetin arasında bulunan ziyânın hem kendisi idrâk olunur ve hem de onunla eşyâ idrâk olunur. Bu üçden her birinin kendisine mahsûs bir şerefi vardır. Nûr-ı hakîkînin şerefi, evveliyet ve asâlet cihetindendir. Zîrâ o, her mestûrun inkişâfına sebebdir. Ve zulmetin şerefi, nûr-ı hakîkîye ittisâl iledir. Ve bir de nûr-ı hakîkî, zulmet ile idrâk olunur. Çünkü onun zıddıdır ve her şey zıddıyla inkişâf eder. Ve ziyânın şerefi dahi, ikisinin arasında olması ve nûr ile zulmetin mümtezic olmasından vücûda gelmekle iki şerefi hâiz bulunmasıdır.
Nûr-ı hakîkî, vücûd-ı mahz olan vücûd-ı Hakk'a mugâyir değildir. Ve vücûd-ı mahz, onun zıddı olan 'adem ile ta'akkul olunur. Vücûd için nûriyyet olduğu gibi 'adem için de zulmet vardır. Çünkü zulmet idrâk olunmadığı gibi, 'adem için de 'aklen bir ta'ayyün muhâldir. İşte bunun için 'âlem dediğimiz mümkin, zulmetle tavsîf olunur. Zîrâ mümkin, nûr-i vücûd ile tenevvür edip zâhir olmuşdur ve onun zulmeti 'ademiyyeti cihetiyledir.
İşte Efendimiz Hazretlerinin, "Tahkîkan Allahu Te'âlâ Hazretleri, halkı zulmetde halkeyledi. Ba'dehû onun üzerine nûru serpdi, zâhir oldu" buyurmaları buna işâretdir. Binâenaleyh 'adem dediğimiz şey, vücûd mukâbilinde ta'akkul olunur. Ve 'adem ile vücûd-ı mahzın ayrı ayrı idrâki mümkin değildir. Bunları idrâk için aralarında bir mutavassıt lâzımdır. Binâenaleyh bunların arasında müte'ayyin olan şey, 'âlem-i misâlin hakîkatidir. Ve ziyâ dahi bu mutavassıtın sıfat-ı zâtiyyesidir. Ve fevkinde esmâ ve sıfat 'âlemleri bulunan 'âlem-i ervâha kurbundan nâşî 'âlem-i misâle nûriyyet gâlibdir. Ve 'âlem-i nûrdan ibâret olan 'âlem-i ervâh mukâbilinde olduğu için 'âlem-i kevn ü fesâdın sûretlerine de zulmet gâlibdir.
İmdi iki şey beyninde mutavassıt olan bir şeyin iki taraftan birisine nisbeti lâzım geldiği vakit, gâlib olan tarafın vasfolunduğu şeyle tavsîfi iktizâ eder. İşte bu sebeble Hazret-i Şeyh bu hikmeti nûriyyetle telkîb buyurdu. Yoksa hakîkatde, nûriyyet-i mahzâ değil, ziyâiyyedir.
Bu, hikmet-i nûriyyedir. Onun nûrunun inbisâtı hazret-i hayâl üzerinedir. Ve hazret-i hayâl dahi, ehl-i 'inâyet hakkında mebâdî-i vahyin evvelidir.
Ma'lûm olsun ki, 'avâlim kesretiyle berâber beşe münhasırdır ve ona hazarât-ı hamse derler. Bu beş hazret, Hakk'ın zuhûru ve bürûzudur. Birincisi, hazret-i zâtdır ve ona gayb-ı mutlak derler. Zîrâ hiçbir kimse ondan hikâye edemez ve oraya isim ve resim sığmaz. İkincisi, hazret-i esmâdır ki, Hakk'ın onda bürûzu ulûhiyet iledir. Üçüncüsü, hazret-i ef'âldir. Yani 'âlem-i ervâhdır ki, Hakk'ın onda bürûzu rubûbiyet iledir. Dördüncüsü, hazret-i misâl ve hayâldir ki, Hakk'ın suver-i muhtelife ile bürûzunun mahallidir. Beşincisi, hazret-i his ve şehâdetdir ki, Hakk'ın suver-i müte'ayyine-i kevniyye ile bürûzunun mahallidir.
Bu sûretde hazret-i a'lâ gayb-ı mutlak ve hazret-i esfel şehâdet-i mutlak olmuş olur. Ve sen şimdi içinde bulunduğun hazarâtın esfeli olan hazret-i şehâdetden bi-tarîk-i kahkarî rücû' edersen görürsün ki, 'âlemde mahsûs olan her şey, 'âlem-i misâlde mevcûd olan her bir şeyin bir misâl ve sûretidir. Sûret ve misâl ise hazret-i rubûbiyyetin şuûnâtından bir şe'ndir ve Allah'ın isimlerinden bir ismin sûretidir. Ve her isim dahi bir sıfatın sûreti ve her sıfat da zât-ı müte'âliyenin bir vechidir ki, ekvândan bir kevnde o vech ile zâhir olur.
'Âlem-i hayâl dahi iki kısımdır. Birisi bâlâda zikrolunan dördüncü hazretdir ki, ona 'âlem-i misâl denildiği gibi hayâl-i mutlak da derler. Diğeri bu 'âlem-i misâle muttasıl olup, onun cedveli hükmünde olan ve insanın vücûdunda bulunan hayâldir ki, buna da âlem-i hayâl-i mukayyed derler. Bu hazret-i şehâdetdeki ahlâk-ı hamîde ve a'mâl-i sâlihanın 'âlem-i hayâl-i mutlakdaki misâli bağlar, bostanlar ve çiçekler ve meyveler ve enhâr, ve ahlâk-ı redîe ve a'mâl-i seyyienin misâli dahi akrepler, yılanlar ve zulümât olur. Ve dünyâda insana hangi sıfat gâlib ise, 'âlem-i berzahda, o sıfata münâsib bir sûret peydâ olur. Meselâ kibir gâlib olursa kaplan, ve gadab ve hased gâlib ise kurt, ve şehvet ve 'adem-i hamiyyet, yani kendi mahremi olan kadınların nâ-mahremlerle ihtilâtına iğmâz-ı 'ayn etmek sıfatı gâlib ise, hımâr ve hınzır, ve hırs ve emel gâlib ise fâre ve karınca sûretleri peydâ olur.
Nitekim Hazret-i Mevlânâ Mesnevî'de buyurur :
Gönülde yer tutan her bir hayâl, rûz-ı mahşerde bir sûret olacakdır. Senin vücûdun üzerine gâlib olan bir sîretin tasvîriyle haşrin vâcibdir. Rûz-ı mahşerde her arazın bir sûreti vardır, her bir arazın sûretine nevbet vardır. Vaktâki senin elinden bir mazlûma zahm erişdi, o zahm bir ağaç oldu ve ondan zakkûm peydâ oldu. Bu senin yılan ve akrep gibi olan sözlerin, yılan ve akrep olup senin kuyruğunu tutar.
Bu zikrolunan sıfatlardan halâs olanlar ancak tezkiye-i nefs ve tasfiye- i kalb etmiş olan zevât-ı kirâmdır. Hayâl-i mukayyede, yani hayâl-i insânîye gelince. Onun bir tarafı 'âlem-i misâle ve bir tarafı da insanın kendi nefsine ve bedenine muttasıldır. İhtilâl-i mizâc veyâ uyku sebebiyle, 'âlem-i süflî sûretlerinden bir sûret hayâl-i insânîde muntabi' ve mürtesem olduğu vakit, bilmelidir ki, bu sûretler ancak hayâlât-ı fâside veyâhud adgâs u ahlâmdır ve aslâ hakîkati yokdur. Meselâ bir kimse hasta olmakla kendisine birtakım hayâlât 'ârız olur, sayıklar. Ve kezâ bir kadına muhabbet edip onun tasavvuruyla kendisine şehvet galebe eder, uyuduğu vakit onun hayâli zuhûr ederek mülâkât etmekle ihtilâm olur. Veyâhud çok tuzlu yemek yer, uykusunda susuzluk galebe eder, rü'yâsında birtakım akarsular ve çeşmeler görür.
Fakat âyîne-i kalbi envâ'-ı riyâzât ve mücâhedât ile musaffâ ve fikri ağyâr ve şehevâtdan hâlî olan bir 'ârifin mir'ât-ı hayâlinde mer'î olan sûretler 'âlem-i misâlden mün'akis olmuş ise, ister hâl-i nevmde ve ister hâl-i yakazada olsun, hak ve sâbitdir. Zîrâ 'âlem-i misâl hizâne-i 'ilm-i Hakk'dır, ondan hatâ sâdır olmaz. Binâenaleyh tasvîrât-ı hayâliyye iki kısım olmuş olur.
Birincisi, suver-i mahsûsâta mutâbakatı olan suver-i hayâliyyedir ki, buna keşf-i mücerred ve suver-i gaybiyyeye ıttılâ ta'bîr olunur ve bu kısım te'vîle ve ta'bîre muhtâc değildir. Nitekim Resûlullah Efendimiz Hudeybiye'ye hurûcdan evvel, rü'yâlarında kendilerini ashâbıyla berâber, başlarını tıraş etdirmiş oldukları hâlde, emn üzere Mescid-i Harâm'a dâhil olmuş gördüler. Hicretden altı sene sonra bu rü'yâ 'aynıyla zuhûr etdi.
İkincisi, suver-i mahsûsâta mutâbakatı olmayan suver-i hayâliyyedir ki, buna keşf-i muhayyel derler ve bu kısım ta'bîre muhtâc olur ve bu ta'bîr dahi görülen suver-i hayâliyyeye münâsebeti bulunan suver-i mahsûse ile te'vîl sûretiyle vâki' olur. Nitekim Efendimiz'e rü'yâsında bir kâse süt verildi. İçip cür'asını Hazret-i Ömer'e verdi. Bu rü'yâyı ashâb-ı kirâm hazarâtına takrîr buyurdukda, "Yâ Resûlallah, bunu ne ile te'vîl buyurdunuz?" dediler. "İlm ile te'vîl etdim" buyurdular. Vech-i münâsebet budur ki, süt gıdâ-yı bedendir, ilm dahi gıdâ-yı rûhdur.
Ve ta'bîr-i rü'yâda bir kâide ve kânûn yokdur. Binâenaleyh suver-i hayâliyyenin keşfine müte'allik olan ilm-i nûrâniyyet, bir kimseye 'atâ olunmazsa, mer'î olan sûretlerin hakîkatini anlamadan 'âciz olur.