Hazret-i Hüdâyî'nin Semâ' Risâlesi

16 Şubat 2021 tarihinde yayınlanmıştır.

Zikrullah

Sonu ayın harfiyle biten "Semâ' ﺳﻤﺎﻉ" kelimesi, lugâtde işitmek, dinlemek, güzel ses gibi ma'nâlara gelir. Sôfiyye lisânında ise mûsıkî ma'nâsına kullanıldığı gibi mûsıkî ile yapılan zikirler için kullanılmışdır. Tarîkat ehlinin, zikir meclislerinde güzel sesli okuyuculara ilâhiler ve kasîdeler okutturmasına, zikre revnak ve âhenk vermesi için bazı çalgılar kullandırmasına ve zikre iştirâk edenlerin mûsıkînin tesiriyle coşarak sağa sola dönmelerine, devran etmelerine, eğilip  kalkmak sûretiyle zikretmelerine hep bu ad verilmişdir. Dergâhlarda bu zikirlerin yapıldığı yerlere de semâ'hâne denilmişdir.
 
Mûsıkî ile zikretmenin âhkâmı ve hikmetleri hakkında pek çok eser kaleme alınmışdır. Büyük mürşidlerimizden Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri de bu risâlesinde, işte bu hikmetlerden bahseder, bu işin inceliklerini ve sırlarını beyân eder. Eserine "semâ'ın yüzünden peçeyi kaldırmak" diye isim vermesinin hikmeti de budur. 

KEŞFÜ'L-KINÂ' 'AN VECHİ'S-SEMÂ'

Hamd, gafletden ve uyuklamakdan berî olan Allah'a mahsûsdur. 
Salât ü selâm kötülükden men' edenlerin ve iyiliği emredenlerin en fazîletlisi Efendimiz Muhammed'e ve O'nun ehl-i beytine ve ashâbına ve "sözü dinleyip en güzeline uyarako yolda yürüyenlere olsun.

Bu risâle, Keşfü'l-kınâ' 'an-vechi's-semâ' adını taşımakdadır. Bilesin ki semâ', gerçek 'âşıklarda zâhir olan ilâhî bir sırdır. Bizzat zevkine varandan başkası, sema'ı gerçek ma'nâsıyla bilemez. 

Semâ' ya taklîdî olur, ya tahkîkî. Taklîdî semâ', ehl-i hâl ve vecd ashâbına dâhil olmak için, onlara benzemek maksadıyla yapılan semâ'dır. Çünkü "Kim bir kavme benzerse onlardan sayılır" buyurulmuşdur. 

Tahkîkî semâ' da iki kısımdır. Biri tabiî, diğer rûhânîdir. Tabiî semâ', güzel sesler ve latîf nağmelerle hâsıl olur. İlâhî ve rûhânî semâ' ise ancak ma'nevî hâllerden neş'et eder. Bu semâ', büyük sôfiyye ricâlinin ve tahkîk ehlinin semâ'ı olup bunlara semâ'-ı mutlak ehli de denir. Çünkü bunlar, nağmelerle mukayyed olan semâ'a kâil değillerdir. Zîrâ yüce himmetleri ve yüksek rütbeleri yüzünden onlara nağmeler te'sîr etmez.

Hikâye olunur ki; Cüneyd-i Bağdâdî ile Şeyh Nûrî bir semâ' meclisinde berâber bulunuyorlardı. Hâl kalblere te'sîr ederek bedenler harekete geçince Şeyh Nûrî, kıyâm edip semâ'a başladı ve Cüneyd'e hitâben, "Ancak işitenler da'vete icâbet eder" meâlindeki "اِنَّمَا يَسْتَج۪يبُ الَّذ۪ينَ يَسْمَعُونَۜ" âyet-i kerîmesini okudu. Cüneyd de ona cevâben, "Dağları görürsün de onları donmuş sanırsın, oysa onlar bulutların yürümesi gibi yürümekdedirler" meâlindeki "وَتَرَى الْجِبَالَ تَحْسَبُهَا جَامِدَةً وَهِيَ تَمُرُّ مَرَّ السَّحَابِۜ" âyet-i kerîmesini okudu. 

Nağmelerle hâsıl olan tabiî semâ' ile ma'neviyatdan kaynaklanan semâ' arasındaki fark şudur. Tabiî semâ', Iahn ve nağmelerin te'sîriyle meydana gelir ve bu semâ' sâhibinin hareketi, feleğin devri gibi dâirevîdir. Onun dâirevî hareketi, semâ'ın tabiî oluşuna delîldir. Zîrâ bu semâ'ın menşe'i, rûh-ı hayvânîdir. Rûh-ı hayvânî ise tabîatın ve feleğin tesiri altındadır. Fakat latîfe-i insâniyye felek cinsinden değildir. Aksine Hakk Te'âlâ tarafından nefh olunan rûh-i menfûh nev'inden olup mekân tutmadığı gibi, feleğin fevkinde âlî bir cevherdir. Latîfe-i insâniyyenin bedende 
ne dâirevî, ne de başka bir türlü hareketi sözkonusu değildir. Semâ'-ı ilâhî sâhibinin üzerine kuvvetli bir vâridât vâki' olsa, onun meydana getireceği nihâî netîce, bedeni yere yatırmak, onun hislerini dumura uğratmakdır. O bedenden hiçbir vechile hareket sâdır olmaz. Bu gibi ahvâlde 
semâ'-ı ilâhi sâhibinin kibâr ve sıgârdan olması müsâvîdir.

Semâ'-ı ilâhî ile semâ'-ı tabiî arasındaki bir fark da şudur. Tabiî kaynaklı vâridâta sâhib olan kimse dâirevî bir hareket ile aklını yitirmiş gibi bir takım tavırlar içinde olur. Vârid-i ilâhî sâhibi ise böyle değildir. O yan üstü yere yatar. Zîrâ neş'et-i insâniyyede anasır-ı erba'adan en büyük unsur toprakdır. Nitekim Allahu Teâlâ buyurur : "
مِنْهَا خَلَقْنَاكُمْ وَف۪يهَا نُع۪يدُكُمْ وَمِنْهَا نُخْرِجُكُمْ تَارَةً اُخْرٰى". Yani "Sizi toprakdan yaratdık, yine oraya döndüreceğiz ve bir kere daha ondan çıkaracağız". Ve yine şöyle buyurur : "اِنَّ مَثَلَ ع۪يسٰى عِنْدَ اللّٰهِ كَمَثَلِ اٰدَمَۜ خَلَقَهُ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ قَالَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ". Yani, "Allah katında Îsâ'nın durumu, Âdem'in durumu gibidir. O'nu toprakdan yarattı".

İnsan ayakda iken, otururken ve rükû hâlinde asl-ı a'zamı olan, neş'et etdiği toprağa uzak sayılır. Çünkü ayakda durmak, oturmak ve rükû, onun aslına göre teferru'at, dal ve budak mesâbesindedir. Vârid-i ilâhî gelip de insanın rûhunu kuşattığı zaman, insan debbir'de fânî olur ve kendini idâreden âciz kalır. Ayakda durmayı ve oturmayı sağlayan kuvvetini yitirip aslına yani toprağa döner. Bu dönüş, yere düşmesi ve boylu boyunca yere uzanması şeklinde olur. Rûh-ı insânî bu vâridâtın telakkîsinden kurtulunca tekrar bedene döner ve insan yeniden ayağa kalkar. Peygamberlerin, vahyin nüzûlü esnâsında sırtüstü yatmaları bundandır. Ancak hiçbir peygamberin vahyin nüzûlü esnâsında mecnûnlar gibi yakışıksız hareketler yapdığı aslâ görülmemiş ve işitilmemişdir. Peygamberlerin vahiy gelirken sırtüstü yere uzanmaları Cebrâil vâsıtasıyla vahiy aldıkları zamanlara mahsûsdur. Bu duruma göre vasıtasız olarak telakkî edilen vâridatın nasıl olacağını bir kez düşünmek lazımdır. Rûhânî vâsıtalar bulunmaksızın meydana gelen vârid-i ilâhî, insanın her tarafına sirâyet eder, her uzvunu, daha doğrusu cevher-i insanı kaplar. Bu vâridâtdan latîf ve kesîf bütün uzuvlar nasîbini alır. Ancak yanında bulunan kimse bile, onun bundan duyduğu zevki ve lezzeti farkedemez. O kimse yediğinde, içdiğinde, konuşmasında değişiklik göstermez. Beşeriyyet hâline vârid-i ilâhî mâni' olmaz. Çünkü vârid-i ilâhî bütün vücûdu ihâta eder. Nitekim Allahu Te'âlâ buyurur : "
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْۜ" yani "Her nerede olursanız olun, O, sizinle beraberdir".
Şeyhü'l Ekber Hazretleri der ki, "Eğer tabii semâ' ashâbından birisi, 'Bizim semâ'ımız lahn ve nağmelerle hâsıl olan semâ' değildir. Aksine sôfiyye büyüklerinin semâ'ı gibi ma'nâdan kaynaklanan semâ'dır. Eğer öyle olmasaydı hareket edip sallanmazdık' diye iddiâ edecek olursa onun bu sözünü ihtiyatla karşılamak lâzımdır. Güzel sesli bir okuyucu, muhrik nağmelerle zikre başlayıp nefs-i hayvânîye hâl sirâyet edince ve vücûdlar hareket-i devriyye ile sallanmaya başlayınca bu iddiânın sâhibi olan kişi de hareket eder, devreder veya bir tarafa sıçrayıp devr etmeden hislerinden gaybet üzre kalırsa, bu hal ortadan kalkınca kendine bu hareketinin sebebini sor. Eğer derse ki, 'Ben okuyucuyu dinledim, onun sözlerinden şu şu ma'nâları anladım ve bu ma'nâlar beni tahrîk etdi", sen ona de ki, 'Seni harekete geçiren o ma'nâ değil, güzel nağmedir. O ma'nâyı hissetmen güzel nağmeye kapılmanla oldu. Bu durum ise senin tabîatının hayvâniyyet üzre bulunduğunun delîlidir. Nağmenin tesîri bakımından deve ile senin aranda ne fark var ki?'. Bu söz ona ağır gelip de sana, 'Sen benim hâlimi anlamadın' filan diyecek olursa, o zaman sus. Bir müddet sonra bazı meşgûliyetlerden dolayı ona gaflet ârız olunca bu ma'nâyı ifâde eder tarzda söze başlayarak Kitâbullah'dan bu meâlde bir âyet-i kerîme oku. Onda bu âyet-i kerîmenin ma'nâsını gerçekden kavraması sebebiyle bir hâl, bir hareket ve bir fenâ hâli meydana gelmez de aksine sadece o ma'rifete âid ma'nâyı güzel bulduğunu ve bu âyet-i kerîmenin o ma'nâyı mutazammın olduğunu söylemekle yetinirse o zaman müddeî, iddiâsında rüsvây olmuş demekdir. Bu durumda sen ona de ki, 'Geçen defa seni sema'a sevkeden bizzat bu ma'nâ idiyse, hayret, neden o zaman bu ma'nâ ile sana hâl sirâyet etdi de şimdi bu kadar tahkîka rağmens hâl sana sirâyet etmiyor? Meğer sana o zaman şeytân gâlib imiş, semâ'-ı ilâhî değil'.

Ebu'I-Kâsım Cüneyd-i Bağdâdî anlatıyor, "De
rvîşândan bir toplulukla Tûr-ı Sinâ'da bir nasrânî manastırının altındaki pınara indik. Dervîşlerin içinde güzel sesli bir okuyucu da vardı. O, bazı şeyler okumaya başlayınca arkadaşlarımızda vecd zâhir oldu ve ayağa kalkıp hoplayıp zıplayarak zikretdiler. Manastır sâhibi yukardan bize bakıyordu. Bir ara bize seslendi ama hiç kimse oralı olmadı. Vecd hâli sükûnete erip herkes oturunca manastır sâhibi tekrar bize bakıp, "Üstâdınız kim?" diye seslendi. Cemaat beni gösterdi. O da bunun üzerine, "Üstâdım, içinde bulunduğunuz bu semâ' topluluğu ve bu hareketleriniz sizin dîninizde husûs üzere midir, umûm üzere midir?" diye sordu. Ben de cevaben, "Zühd şartına bağlı olarak havâssın amelidir" dedim. Bu sefer râhib, "Îsâ aleyhisselamın İncil'inde Muhammed aleyhisselamın ümmetinin semâ' ânında hareket edeceğini ve bunun zühd erbâbına mahsûs bir amel olduğunu, semâ' ehlinin libaslarının aba ve yamalı esvablar olacağını, dünyadan azıcık bir rızka râzı bulunacaklarını gördüm", diyerek kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu ve ölünceye kadar da İslâm üzere yaşadı.

Rivâyete göre Cüneyd-i Bağdâdî bir gece, dervîşlerinden birinin evine da'vet olunur. Eve girdiğinde cemaat arasında onların hâline yabancı bir adam görüp üzülür. Bu şahıs aralarında bulundukça vakt-i safâ erişmeyeceğini anlar. Hırkasını çıkarıp o şahsa vererek der ki, "Çarşıya git de bir şahsa bunu rehin olarak ver ve dervişler için şeker al da gel". O zât hırkayı alıp evden çıkınca Cüneyd-i Bağdâdî, "Hırka senin olsun ve bir daha buraya gelme" der ve kapının kilitlenmesini emreder. Oradakiler şaşkın şaşkın bakışırken Cüneyd-i Bağdâdî, "Ne şaşıyorsunuz? Hırkamı verip o yabancıyı burdan çıkarmakla 
ben size safâ-yı vaktinizi satın alıverdim" der. Cüneyd-i Bağdâdî, "Semâ' üç şeye muhtacdır, zaman, mekân ve ihvân" der. 

Şeyh Ebu'l-Gays el-Yemenî'den şöyle dediği rivâyet edilmişdir, "İlk zamanlar sema'ı inkâr ederdim, sonra bu inkârdan rücû' etdim. Sebebi de şudur. Ehl-i semâ'dan bir şeyh, dervîşleriyle bizim oturduğumuz kasabaya geldi. Ben bunu duyunca kasaba halkına 'Çıkın bunlarla savaş edin' dedim. Kasaba halkı ile beraber onlarla savaşmak için çıkdık. İki taraf birbirine yaklaşdığında beni semâ' hâli aldı ve başladım onlarla birlikte devreyleyip semâ' etmeye. Kasaba halkı da şaşırıp bana 'Sen bizi bunlarla savaşmak 
için çıkarmadın mı?' dediler. Ben de dedim ki, 'İzzet sâhibinin izzeti hakkı için ben keşfen gördüm ki gökyüzü onlarla beraber dönüyor. Ben de başladım dönmeye"

Rivâyet olunur ki, bir fakih, Şeyh Muhammed bin Ebî Bekr 
el-Yemenî'yi semâ'ından dolayı redd ve inkâr edermiş. Bir gün semâ' esnâsında Şeyh el-Yemenî, o fakihe, "Kaldır başını bak" demiş. O fakih başını kaldırınca meleklerin havada sôfîlerle beraber döndüğünü görmüş. 

Yine rivâyet olunur ki, bir fakih, sôfîlerin sema'ını inkâr ve reddederdi. Bir gün bir zât o fakihi ziyârete geldiğinde onu semâzenler gibi devreylerken gördü. "Bu ne işdir?" diye sorunca, o fakih, "Şu anda zor bir mes'elenin halli müyesser oldu. Bundan dolayı çok sevindim ve dönmeye başladım" diye cevâb verdi. O zât da bunun üzerine, "Bir mes'elenin hallinden dolayı böyle ferah ve sevinç hâsıl olduğuna göre Allah Subhânehû ve Teâlâ ile ferahyâb olanların semâ'ını ne hakla inkâr ediyorsun? Çünkü bu durumda olan kimse Hakk Teâlâ ile tam bir şevk ve zevk hâsıl etmiş durumdadır" der.

Başka bir rivâyete göre, bir fakih sôfiyyenin büyüklerinden birine, "Defdeki gürültü ve curcunayı işitmiyor musun?" deyince, o zât, "Biz ondan Allah Allah sadâsından başka birşey duymayız" diye cevâb vermişdir.

İmâm Ali kerremallahu vecheh bir çan sesi işittiğinde, "Bu çan ne der bilir misiniz?" diye sorar. Orada bulunanlar, "Bilmeyiz, siz söyleyin" deyince, İmâm Ali, "Sübhânallahi hakkan hakka, inne'l-mevlâ samed yebkâ" diye tesbîh ediyor demişdir.

Şeyhülislâm der ki, "Ebûbekir Râzî'den semâ' hakkında sorulduğunda, "Fitnedir, fitneden de sakınmak gerekir", dedi. Bu söz üzerine kendisine, "Sôfiyyenin büyükleri bunu yapmadı mı?" diye sorulunca, "Sizin hâliniz de sôfiyyenin büyüklerinin hâli gibi safâ üzre olsun, siz de yapın" diye cevâb verdi.

Şeyh Ebu Hafs, Vesâyâ'sında oğlu Şeyh İmâduddin'e şöyle vasiyet 
eder, "Semâ' meclisinde çok oturmak kalbi öldürür. Ama semâ'ı redd ve inkâr da etme ki, sema'ın da ehil ve erbâbı vardır. Semâ', kalbini saflaştırmış olanlara ve nefsini öldürmüş olanlara zarar vermez" dedi. Ehl-i hâl olmayan kimsenin namaz, oruç ve evrâd ile iştigâli semâ' ile iştigâlinden evlâdır".

Şeyh Ebû Tâlib el-Mekkî buyurmuşlardır ki, "Biz semâ'ı herhangi bir kayd ve tafsîle tâbi' olmadan topdan ve mutlak ma'nâda inkâr eyleyecek olursak yetmiş sıddîkı inkâr etmiş oluruz. Gerçi inkâr, âbid ve zâhidlerin kalblerine daha uygun gelmekdedir. Şu kadar var ki biz, 'Onların bilmediklerini biliriz. Sahabe ve tâbiinden, ensârın işitmediklerini bile işittik" şeklinde bir ifâde kullanmayız.

Mervîdir ki, Ömer ibn Hattâb virdlerinde bazı âyet-i kerîmeleri okuyunca, düşüp bir-iki gün evinden dışarı çıkamayacak derecede etkilenirdi. Bilmeyenler onu hasta sanıp ziyâret ederlerdi.  

Zeyd ibn Eslem buyurmuşlardır ki, "Übeyy ibn Ka'b, Hazret-i 
Peygamber'in huzûrunda Kur'ân okuduğunda sahabilere rikkat hâli ârız oldu. Bunun üzerine Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem, "Hâl-i rikkatde duâyı ganîmet bilin, zîrâ bu hâlde yapılan duâ rahmetdir" buyurdu.

Evzai, Zühri'den, Zühri de Urve'den Urve Hazret-i Aişe'den rivâyet eder ki, yanında iki câriyenin def çalıp şarkılar söylediği Resûlullah'ın da elbisesine bürünmüş bir halde bulunduğu esnâda Ebûbekir çıkageldi, derhal câriyeleri şarkı söylemekden ve def çalmakdan men' etdi. Bunun üzerine Resulullah, yüzünü açarak Ebûbekir'e hitâben, "Bırak onları yâ Ebâbekir! Bu gün bayramdır" dedi. 

Yine Hazret-i Âişe'den rivâyet olunur ki, "Hazret-i Peygamber'in mübârek ridâsıyla beni örterek habeşlilerin oyunlarını usanıncaya kadar bana seyrettirdiğine şâhid olmuşumdur".

Şeyh Ebu'l-Hasan ibn Salim'e soruldu, "Seyyidü't-tâife Cüneyd el-Bağdâdî, Seriyy es-Sakati ve Zünnûn el-Mısri gibi sâdât-ı sôfiyye câiz gördüğü halde siz, sema'ı nasıl redd ve inkar ediyorsunuz? Zira münker olan sema'daki lehv ve la'bdır". O da cevâben dedi ki, "Evet bu söz doğrudur. Şunu bilmek gerekdir ki, semâ' hakkında pek çok görüş vardır. Bazıları semâ' ile fıska düşerler, bazıları da bu konuda mübâlağa edip sema'ın vazıh bir hak olduğunu ve aşkdan kaynaklandığını isbâta çalışırlar. Lâkin sözün en güzeli, hâl-i i'tidâl üzere olandır. Kabûle lâyık olan doğru söz odur ki, semâ' âdâbına uygun olarak erbâbından sâdır olursa sahîh ve makbûldür. Bu makâm tafsîle muhtâcdır. "
Allah hakkı söyler ve doğru yola iletir".

Şunu bilmek lazımdır ki, semâ' mes'elesinde halel, ya dinlenen sözün kendisinde olur veya bizzat dinleyende olur. Dinlenen sözdeki halel, okunan kelimelerin ehl-i hevânın şiirlerinden olması, bu sözlerde kadın güzelliğinden ve fânî câzibelerden bahsolunması, geçici güzelliklerin medh ve vasfolunmasıdır. Takvâ sâhiblerine yakışan, bid'at ehlinin ve hevâsına düşkün olanların sözlerini dinlememekdir. Fakat âyet, zikir, cennet ve cehennemi anlatan, âhirete teşvîk ve tergîb eden, âlem-i ervahdaki ahdi hatırlatan ve gaybın yüzünden perdeyi kaldıran sözlerden meydana gelen şiirleri ve kelimeleri redd ve inkâr eylemek mümkün değildir.

Dinleyicide bulunan halele gelince, samîmiyyet izhârında yalancı olmakdır. Çünkü diri bir nefs, şuur ve his ile hareket eden kimse, şeytânın maskarası ve vesveselerin oyuncağı olacağı gibi Allah indinde ve insanlar nezdinde de merdûd olur.

Hâl galebesinden dolayı nefsi veya aklı ile semâ' eyleyeni akıllı olan redd ve inkâr eylemez. Zîrâ şiir ve mûsıkî dinleyen kimse bu sayılan sıfatlardan hâlî değildir. Yani bunlardan birine dâhildir. Şimdi bir kimse güzel nağmeler ve hoş Iahinler sebebiyle bir şeyi dinleyecek olsa onun bu dinlemesi nefsiyledir. Bunun alâmeti de semâ' ânında hareket etmekdir. Eğer nefs ile semâ' eden kimse, hâl galebesiyle hislerinden sıyrıldığından hareket eyliyorsa onun hâli sahîhdir. Hislerden sıyrılma onun hâlini düzeltmişdir. Fenâdan ve hareketden sonra sâhib-i nefs olan kimsede ilim, yani hakîkate ıttıla bulunmaz. Bir kimse semâ'da hareket ile ilmin arasını cem' eyleyse o kimse yalancıdır, sâdık değildir. Böylelerinin sözlerine iltifat olunmaz. Zira o kişi, hakâyıka karşı câhil demekdir. Aklıyla semâ' eyleyen herşeyde semâ' eder, herşeyden semâ' eder ve herşeye semâ' üzere olur. Asla bir kayd ile bağlanmaz. Aralarındaki benzerlik, sadece şaşkınlık ve kendinden geçmedir. 

Semâ'-ı beriyye, semâ derecelerinin en üstünüdür. Bu sema', semâ'-ı akla râcidir. Zîrâ aklın iki sem'i vardır. Bunlardan biri fıtrî, diğeri de vaz'îdir. Aklıyla vaz'î olarak işitene "ma'nevî derecesiyle işitti" denir. Nitekim Hazret-i Peygamber'in Allah Sübhânehû ve Te'âlâ'dan naklen buyurduğu, "Ben onun kulağı olurum ve o benimle işitir" hadîs-i kudsîsi katında vukûf eyler. Semâ'-ı beriyye erbâbının hallerinin delîli de, "Ben onun kulağı olurum" kavl-i şerîfidir. Bu ma'nâ hakkında semâ'-ı beriyye erbâbı vukûf edip hâl ile muttasıf olurlar. Hâsıl-ı kelâm semâ'-ı beriyye erbâbı yüce rütbeye vâsıl olunca gâyeler gâyesine ulaşmış olurlar.

Bilesin ki, hâl sâhibi bir kişiden bazen âh ü vâhlar, sayhalar, çağrışmalar, göğüs hırıltıları ve gayr-ı mevzûn hareketler sudûr eyleyebilir. Ekseriya sâhib-i hâlden zuhûr eyleyen devrândır. Zîrâ insanın şekli dâirevîdir. Devrân da bunun gereğidir. Hakâyıkda kusûru olan fukahâdan o meclisde bulunanlardan bazısı bu hâli inkâr ile der ki, "Vâridât Hazret-i Peygamber'e de vâki' olurdu ama O'nun sayha etdiği de, bayıldığı da görülmemiş ve işitilmemişdir. Kezâ selef-i sâlihînin durumu da böyledir". Ehl-i hâl için yol, böylelerinin sözüne kulak vermemekdir. Zîrâ onların kalbleri kasvet istilasıyla mühürlü ve gaflet perdeleriyle örtülüdür.

Bunlar kâmillerin ekseri sema'ının akıl ile hâl erbâbının semâ'ının nefs ile olduğunu bilmezler. Bu ikisi arasındaki farkı sen pekâlâ bilirsin. Her birinin sema'ı, semâ' bahsinde sahîh, her iş ehli katında kolaydır. Bunu anlayamayan ancak sâhib-i cehldir. Sen istersen sâhib-i nefs ol, dilersen sâhib-i akl. Zâhirin zâhirinde kalan ehl-i kışrın inkârdaki ifratlarına kulak verme. Zîrâ onların ne sağlam bir zevki vardır, ne de habîs ile temizi tefrîk kâbiliyyetleri. Yine ehl-i bid'atın sema'ını ve bâtıla ittiba eyleyip emr-i dîni küçümseyerek hevâ cânibini ihtiyâr eden ve şeytanın sözüne kulak veren mülhidlerin tavırlarını makbûl ve mu'teber saymayasın. Zîra onlar, yola âdâbıyla sülûk etmemişler, evlere kapılarından girmemişlerdir. Samîmî bir dervîşe lâzım olan salihlerin yoluna devamla peygamberlerin sünnetine uymak, Hakk kapısında sâbit-kadem olmakdır.

Allahım senden bidâyetde de nihâyetde de muvaffakiyyet, hidâyet ve yardım dileriz.
Listeye geri dön