Hazret-i Hüdâyî'nin Tarîkatnâmesi

28 Haziran 2021 tarihinde yayınlanmıştır.

Şeriat
Büyük mürşidlerin kendi tarîklerine dâir temel esasları beyân etmek ve o yolun sâliklerine bir takım tavsiyelerde bulunmak üzere kaleme aldıkları eserlere tarîkatnâme tabir edilir. Bütün büyük mürşidler bu tarzda eserler kaleme almışlardır. Bu eserler, sâlikler için ve hattâ henüz sâlik olmadıkları hâlde bir tarîka girmek isteyen kişiler için dahi bir rehber mâhiyetinde olup, tarîkatın usûl ve esasları ile âdâbını beyân eder. İşte bunlardan biri de Türk velîlerinin ileri gelenlerinden, büyük Allah dostu, kâmil mürşid, Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretlerinin bu tarîkatnâmesidir. Hazret-i Şeyh'în bir de Arapça olarak kaleme aldığı bir tarîkatnâmesi vardır ki o da bunun bir benzeridir. Bu tarîkatnâmeler Celvetî dervîşleri için yazılmış olmakla beraber, bütün ehl-i tarîke hitâb eder. Zîrâ tarîkat-ı aliyyenin düstûrları ve esasları birdir, değişmez. Farklılıklar ancak teferruatdadır.

Bu tarîkatnâmede beyân edilen husûsları şöylece hulâsâ edebiliriz :
  • Tarîkat, Hakk'a giden yol demekdir, nasıl ki bilmediği bir yola giden kişi iyi bir rehbere ihtiyâç duyarsa, bu yola çıkan kişiye de iyi bir rehber gerekir. İşte o rehber, mürşid-i kâmildir.
  • Herkesden rehber olmayacağı gibi, her rehber de herkese hitâb etmez. Bu iş bir meşreb işi olduğundan, kişinin gönlüne yatan bir mürşide bağlanması esasdır. İnsan sevmediği, kendisine yakın hissetmediği mürşidden feyz alamaz velev ki o kişi devrinin en büyük bir velîsi olsun.
  • Bir mürşid bulup ona bağlanan kişi o mürşide tam manasıyla teslîm olmalı, ahdini bozmamalıdır. Zîra bu yol sıdk ve teslîmiyyet üzerine kuruludur. Rehber misalinden gidilirse, bu teslîmiyyetin gereği çok iyi anlaşılır.
  • Dervîş, yalnız şerîatın emirlerini yerine getirmekle kalmamalı, buna ilâveten az yemek, az uyumak, az konuşmak ve insanlarla az görüşmek sûretiyle nefsiyle mücâhede etmelidir. Yani mecbûr kalmadıkça ruhsat tarafını tutmamalı, dâimâ azîmet tarafına gitmelidir.
  • Sâlik, ilerlemek istiyorsa, Cüneyd-i Bağdâdî Hazretlerinin sekiz şartına riâyet etmelidir. Bu sekiz şart şunlardır. Devamlı abdestli bulunmak, halvete devam, oruca devam, az konuşmak, zikrullaha devam, kalbini her türlü düşünceden arındırmak, hâlis bir îmân ve tam bir teslîmiyyet ile mürşide bağlılık.
  • Halvet hâlinde iken kimseyle görüşmemek. Halvetin şartlarına bihakkın riâyet etmek.
  • Hem zâhirî hem bâtınî temziliğe riâyet etmek. Yani dışını temiz tuttuğu gibi içini de temiz tutmak. Hasedden, kibirden, ucubdan, kötü söz söylemekden, gadabdan kendini muhafaza etmek.
  • Dervîş, mürşidine karşı son derece saygılı olmalı, onu incitecek en ufak bir söz ve davranışdan dahi sakınmalıdır. Şeyh huzûrunda vır vır konuşmamalı, o söz verirse konuşmalı, ukâlalık yapmamalı, söz dinlemeli, hâsılı her hâl ve hareketinde ölçülü olmalı ve edebe riâyet etmelidir. 
  • Dervîş, şeyhinin verdiği vazîfeleri canla başla yapmalı, tembellik etmemeli. Şeyhin hizmetinde olan dervîş, şeyhden izinsiz bir yere gitmemeli. 
  • Dervîş, şeyhine aslâ itiraz etmemeli. En ufak bir itiraz, feyzinin kesilmesine sebeb olur. Burada da yine rehber misâli gözönüne alınmalı. 
  • Dervîş, şeyhine sû-i zan etmemeli, onda bir kusur aramamalı.
  • Sâlik, bütün uzuvlarını kötülükden korumalı, gözüyle harama bakmamalı, diliyle yalan söylememeli, gıybet yâhud iftirâ etmemeli. Kimseyi incitmemeli. Eliyle koymadığını almamalı, kötü yerlere gitmemeli. Hâsılı her bakımdan güzel bir ahlâka sâhib olmalı.
  • Sâlik, kötü insanlardan da, ehl-i dünyâdan da uzak durmalı, onların meclislerinde oturmamalı.
  • Dervîş, tevâzu sâhibi olmalı, kendini beğenip ucub getirmemeli, kendini başkalarından üstün görmemeli. Tam aksine herkesi kendinden üstün görmeli.
  • Dervîş, kendisi için ne istiyorsa başkaları için de aynını istemeli. Cümle mahlûkâta karşı şefkatli ve merhametli olmalı. Cömert olmalı, fedâkâr olmalı.
  • Sâlik, her husûsda Allah'a tevekkül etmeli, gelecek endîşesini, rızık endîşesini bırakmalı. Kaybetdiği nimetlere üzülmemeli, başına gelen belâlardan şikâyet etmemeli, nimete şükretmeli, belâya da sabretmelidir.
Bu tarîkatnâmenin aslı Türkçe olmakla beraber metinde bazı Arapça ibâreler de var. Biz bu ibârelerin tercümelerini parantez içinde gösterdik. Metinde geçen âyetler için ise yalnız meâl vermekle yetinmedik, ayrıca bağlantılar da verdik ki dileyenler âyetin hangi sûrede geçdiğini görebilsinler ve ne gibi ma'nâlara geldiğini tefsîrlerden araştırıp öğrensinler.


TARÎKATNÂME
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله الذي تجلى بذاته لذاته فأظهر ما ظهر
والصلاة والسلام على من بلغ الرسالة وأنذر عشيرته الأقربين وبشر من بشر 
وعلى آله وأصحابه وأحبابه المتأدبين بآداب من تأدب بمازاغ البصر
Bismillahirrahmanirrahim.
(Zâtıyla zâtı için tecellî eden, zâhir kıldığını zâhir kılan Allah’a hamd olsun. Salât ve selâm, risâleti tebliğ eden ve yakın akrabâlarını inzâr eden ve müjdelediğini müjdeleyen o Resûl'e ve Hakk'dan gayrısına aslâ meyletmeyen o Resûl'ün edebi ile edeblenmiş olan âline, ashâbına, sevenlerine olsun).

İmdi, tarîk-ı Hakk'a sâlik olmak isteyenlere ma'lûm ola ki, işbu tarîk, eşref-i turuk ve e'azz-i sübül olmağın, 'akl-ı kâsır kifâyet etmeyüp, tâlibleri matlûba îsâl ider bir mürşid-i kâmil ve müeddib-i hâzık lâzım olmuşdur. Hattâ Resûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem "ان الله أدني فأحسن تأديبي" (Beni Allah terbiye etdi ve ne güzel yapdı terbiyemi) buyurmuşlar. Öyle olsa mürîd-i müsterşide lâzımdır, evvelâ, meşâyihden bir, kalbi karâr edip gönlü dölendiği şeyhe bey‘at ede. 'Ahdini bir vechile muhkem tuta ki, serrâda ve darrâda, şiddetde ve rahâda ol 'ahdi nakz etmeyip, bey‘atinde sâbit-kadem ola. "من ثبت نبت" (sebât eden gelişip yetişir) buyurulmuşdur.

Ashâb-ı güzînden, rıdvânullâhi te'âlâ 'aleyhim ecma'în, Avf bin Mâlik, radıyallahu anh, eydür, "Birkaç kişi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem katında idik. 'Allah ve Resûlü’ne bey‘at etmez misiz?’ dedi. Biz eyitdik, ‘Yâ Resûlallah, biz sana bey‘at etmedik mi?’ Yine kelâm-ı şerîflerini i'âde buyurdular. Biz dahi elimiz uzatıp, ‘Neyin üzerine bey‘at edelim yâ Resûlallah?’ dedik. Buyurdular ki, ‘Allah’a ibâdet edesiz, şirkden hazer edesiz, beş vakit namazı kılasız, hak sözü dinleyesiz, itâ'at edesiz ve kimseden nesne istemeyesiz’. 
Râvî eydür, "Ol cemâat 'akd-i bey‘atı şöyle sakındılar ki, hattâ ba‘zının elinden asâsı düşdükde, kimseden alıvermek istemediler”. 

Ve dahi mürîd, şeyhden sırrını ketm etmeyip, şeyhi buyurduğu emrden gayrı ve onun telkîn eylediği zikirden gayra meşgûl olmaya. Ve dahi sâlik, olduğu tarîki, hayr-ı tarîk i‘tikâd edip, âdâbını ri'âyetde ihtimâm üzere ola. Ve dahi açlığa ve uykusuzluğa ve sükûta ve halkdan 'uzlete müdâvemet ede.

Cüneyd-i Bağdâdî kuddise sırruhu, sıhhat-i inkıtâ' ve sülûkdan fâide tahsîline sekiz şart buyurmuşlar. Evvel, devâm-ı vudû', ikinci, devâm-ı halvet, üçüncü, devâm-ı savm, dördüncü, devâm-ı sükût, beşinci, devâm-ı zikr, altıncı, devâm-ı nefy-i havâtır gerek hayr gerek şer, yedinci, i‘tikâd-ı pâk ve kemâl-i teslîm ile kalbini şeyhe rabt etmek. Bir vech ile ki, 'âlem dolu meşâyih olsa, "bu fakîre feyz ancak bu şeyhden olur, gayrıdan olmaz" diye. Zîrâ mâdemki mürîdin kalbinde şeyhden gayra çekince ola, bâtını hazret-i vâhidiyyeye açılmaz. Meşâyih kuddise esrâruhum bu şartın ri'âyetinde mübâlağa etmişler. Hattâ Şeyh Necmeddîn Kübrâ eydür, “Âyîne işlenecek âlât u esbâb hâzır u müheyyâ olsa, ammâ üstâd olmasa ol âyîne vücûd bulmaz”. Kezâlik şerâit-i seb‘a-i Cüneydiyye dahi bulunsa ammâ şeyhe rabt-ı kalb bulunmasa, mürîdin kalbî mir’âtı safâ bulmaz. Sekizinci şart, Allah’a ve şeyhe i‘tirâzı terk edip, kabz u bastı Hâlık’dan bilip teslîm göstermekdir ve Allah Sübhânehû ve Teâlâ’nın "عَسٰٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَئْاً وَهُوَ خَيْرٌ لَكُم" (Ola ki sizin sevmediğiniz bir şey sizin için daha hayırlıdır) buyurduğunu mülâhaza edip, Mevlâ kuluna erham, hâline a‘lemdir, hayr bundadır ola demekdir.

Ve dahi mürîd halvet ü inkıtâ' vaktinde kimseye kapı açmakdan ve sohbet ü ziyâretden ihtirâz ede ki, Hazret-i Peygamber, ibtidâ hâllerinde Hakk'la üns için halkdan inkıtâ' edip, gâr-ı Hırâ’da tenhâ olurlar imiş.

Ve dahi zâhiren ve bâtınen tahârete müdâvemet üzere ola. Husûsan ki, şeyh mahzarında abdestsiz olmaya. Şeyh-i Ekber kendi pîri Şeyh Ebû Medyen’den hikâyet eder. Buyurmuşlar ki: "İbtidâ hâlimde şeyhe varmazdım illâ zâhirimi pâk edip kalbimi dahi kendi bildiklerimden tathîr ederdim. Eğer kabûl ederse sa'âdetime, eğer kabûl etmezse kendi şeâmetime haml ederdim."

Ve dahi şeyhe vardıkda edeb böyle buyrulmuş ki, dizini öpüp otura. Ammâ şeyh teveccühde iken söyleyip incitmeye. Ondan sonra hâlini arz edip, zinhâr gördüğü vâkı'adan nesne ketm etmeyip ziyâde dahi söylemeyip, emâneti sâhibine îsâl ede. Eğer ta‘bîr ederse ısgâ ede, eğer etmezse ta‘bîr etmeye ibrâm etmeye. Zîrâ gâh olur ki maslahat onda olur.

Ve dahi şeyh huzûrunda kaftânının yenin çıkarıp oturmaya ve söylediği kelâmı derûndan ısgâ edip, gayra iltifât etmeye. Ve etrâfına bakınmaya. Ve gider oldukda yine dizin öpüp gide ve bir iki adım yer kıçın kıçın gitmeyince fevrî arkasın dönmeye. Ve dahi şeyh ayak üzre iken dervîş oturmaya ve gelip gitdiği zamânda dahi ayak üzerine kalka. Ve şeyh selâm verdikde iki ellerin bağlayıp tevâzu‘ ile selâmın ala. Dervîş kendi selâm verdiği vakit dahi öyle ede. Ve dahi halka-i zikirden gayrı yerde şeyhe arkasın dönmeye, meğer sefer üzerine ola. Onda dahi şeyh yayak olmadığı takdîrcedir. Ammâ şeyh yayak olursa, gece önünce gide, gündüz önünce gitmeye. Ve dahi şeyh yayak iken dervîş davara binmeye ve binmeli olıcak şeyh mahzarında binmeye. Ve dahi şeyh ile berâber yürümeye, meğer işâret ede. Namazda dahi berâber durmaya, meğer tertîb-i saf için şeyh işâret ede. Tamâm oldukdan sonra yine yerine vara. Ve dahi şeyhin seccâdesin ayaklamaya ve yerine oturmaya ve ibriğinden abdest alıp isti‘mâl etmeye. Ve asâsın götüren dervîş, aldığı verdiği vakit elini öpüp ve koyduğu vakit pâk yere koya.
Ve dahi şeyh dervîşe bir nesnecik ihsân etse, ta‘zîm edip, onu ayaklamaya, meğer seccâde yâ ayakkabı ola. Ve dahi bir meclisde bir nesnecik sunsa, dervîş ırâk olup eli ermese, bâri oturduğu yerden ayak üzerine kalkıp ta‘zîm ede.

Ve dahi ırâk eğer yakın dervîş bir yere gitmeli olsa, şeyhden izinsiz gitmeye. Eğer şeyhi mekânında bulamayıp te’hîr dahi kâbil olmaz bir maslahat olsa, bâri kapısına gelip hâlini derûndan arz ede. Eğer dervîş yabânda bulunup bir müşkili olsa, şeyh cânibine teveccüh eyleyip rûhâniyyetinden istimdâd ede. Eğer rabt-ı kalbde i‘vicâcı yok ise ol müşkil hallolunup inşirâh-ı sadr hâsıl olur. Hâsıl-ı kelâm, her hâlde edebe riâyet edip şeyhden izinsiz bir iş etmekden yâhûd icâzetsiz bir yere gitmekden hazer ede.
Ve dahi dervîş, mücâhede vü 'azîmet cânibin koyup müsâ'ade vü ruhsat semtin tutmaya ki, terakkîden kalır.
Ve dahi şeyh bir hizmet teklîf etse, te’hîr etmeye ve ona bir maslahat dahi katmaya. Sebebini ve vechini istifsâr etmeyip ol hizmeti edâya kasd ede. Rivâyet olunur ki; meşâyihden biri ba‘zı mürîde suâl edip, ‘eğer şeyhin seni bir hizmete gönderse, yolda bir mescide uğrasan ki onda namazda olsalar n’eylerdin?’ dedi. Mürîd cevâb verip ‘ol hizmeti edâ edip, ondan sonra namazı kılardım’ dedikde, istihsân eyledi. Bundan maksûd hizmete ihtimâmdır. Yoksa hâşâ ki emr-i salâtdan tehâvün değildir. Zîrâ şerîat-ı şerîfe, esâs-ı külldür ve e'azz-i hayr-ı sübüldür.

Ve dahi dervîş bi-hasebi’z-zâhir hak kendi cânibinde olmak anlarsa da, şeyhin sözünü redd etmeye ki, mürîdin şeyhe i‘tirâzı yoluna mâni‘-i tâmdır. Belki ehl-i tarîkat katında harâmdır. Zîrâ bunlar katında mürîd oldur ki, kendi irâdetini ifnâ etmiş ola. Eğer kendi irâdeti olursa, ol, ehl-i nefs ve mürîd-i ehl-i hevâdır. Yoksa ehl-i hak ve mürîd-i râh-ı Hudâ değildir. Hâsıl-ı kelâm dervîş, şeyhine sû-i zann etmekden hazer edip, belki tarîk-i Hakk'a 'ârif ve 'ibâdullâha nâsıh i‘tikād ede. Ve anlamadığı yeri inkâr etmeye. 

Rivâyet olunur ki; bir dervîş şeyhini bir ma‘siyetde gördü. Yine münkir olmayıp vaz‘ını tağyîr ve hizmetinde taksîr etmedi. Şeyh onun sıdkını görüp, vechinden suâl eyledi. Dervîş cevâb verip ‘yâ şeyh, fakîr, sizi ma‘sûm olmak i‘tikādı ile hizmetinize şürû‘ etmedim. Belki tarîk-i Hakk'a 'ârif ve keyfiyyet-i sülûke vâkıf olmak üzere i‘tikâd etdim ki matlabım oldur. Yoksa ma‘siyet edip etmediğiniz yine kendinize râci‘, rabbiniz ile kendiniz beyninde bir emrdir’ dedi. Şeyh onu işidicek ona hayr duâ eyledi. Az zamânda ol dervîş, hüsn-i hâle ve 'uluvv-i makâma yetişdi. Öyle, dervîşe lâzım olan herhâlde sû-i zann ile inkârdan ihtirâzdır. Ammâ şeyhe dahi lâyık budur ki, şerî'at-ı şerîfeye muhâlif münkerâtdan ve mevâzı‘-ı töhmetden "اتقوا مواضع التهم" (töhmet sebeb olmakdan sakınınız) mûcibince hazer edip, hem kendi merâtibini tekmîl ve hem 'ibâdullâhı sû-i zanndan tahlîs ede ki, ahkâm-ı şerî'at-ı şerîfe, asl-ı usûl ve 'indallah ve 'inde’n-nâs sebeb-i kabûldür. Hattâ ba‘zı kibâr buyurmuşlar ki; “Ahkâm-ı şerî'ata hıyânet eden, esrâr-ı ilâhiyyeye emîn olmaz.” Allah Subhânehu ve Teâlâ, hod esrârın i‘tâ etmez illâ emîn olan kullarına i‘tâ eder.

Ve Ebû Hamza Horasânî buyururlar ki; "Hazret-i Peygamber’e ittibâdan gayrı, tarîk-ı Hakk'a delîl yokdur." Ve İmâm-ı Ali buyururlar ki: "الطرق كلها مسدودة على الخلق الا من اقتفى اثر رسول الله صلى الله عليه وسلم" (Hazret-i Peygamber’in izinden gidenler müstesnâ insanlara bütün yollar kapalıdır).

Bazı meşâyihden ki zâhirleri mezmûm ve bâtında mahmûd ba‘zı nesne rivâyet olunur. Meselâ, ke’s-i hamrı ellerine alıp ağızlarına varıcak, asele münkalib olmak gibi. Kümmel-i evliyâ onu zu'afâ hâlidir deyu buyurmuşlar. Kâmil oldur ki, cemî‘-i merâtibi yerli yerinde ri'âyet ede.

Ve dahi dervîşe vâcibdir ki, hâlini gayra ifşâdan sakınıp ve şeyhin esrârın hıfz etmekde 
gâyet ihtimâm ede ki, mahlûk sırrına emîn olmayan hâlık sırrına emîn mi olur?

Hikâyet olunur ki, bir mürîd emânet da‘vâsın edip, ba‘zı esrâr-ı ilâhiyye verilmek taleb ederdi. Şeyh hod hâlini bilirdi. Bir gün hâlini bildirmek için bir koyunu boğazlayıp, bir çuvala koyup ellerin kana bulaşdırdı. Ol da‘vâ eden mürîd gelip göricek, suâl eyledi. Şeyh cevâb verip dervîşlerinden bir kimse için, ‘filânı katl etdim, sakın bu sırrı kimseye ifşâ itme’ dedi. Ammâ katlden murâdı, onun hevâ-i nefsine muhâlefet ile nefsi öldürmek idi ki hattâ kizb sâdır olmaya. Ba‘dehû ol çuvalı ol mürîd ile bir yere defn eyledi. Ve ol katl etdim dediği dervîşi gizleyip, babası isteyu geldikde dahi bundadır deyu göstermedi. Ba‘de zamân, ol emânet da‘vâsın eden mürîde, tarîkat ile teşdîd ü tazyîk edicek, tahammül etmeyip, ol dervîşin babasına varıp, ‘oğlunu şeyh katl etmişdir, ben bile defn etdim’ dedi. Bu husûs ol asrın pâdişahına arz olundukda, pâdişah şeyhin celâlet-i kadrin fehm ederdi. Tevakkuf eyleyip, ‘hele kādı ve udûl görsünler’ dedi. Ve ol mürîd yanlarınca şeyhe sebbederek bile geldi. Mahall-i kazıyyeyi gösterdi. Açıp gördüler ki, boğazlanmış koyundur ve ol kimsenin oğlu hayatdadır. Onu göricek ol müddeî mürîd, hacîl olup etdiğine nâdim oldu.

Ve dahi dervîşe lâzımdır ki, şeyhin etdiği şartı, eğer güç ve eğer kolay kabûl ede ki tarîk-ı Hakk, tarîk-ı mücâhede ve müzâyakadır, yoksa tarîk-i müsâ'ade ve râhat değildir. Zîrâ seferdir. Sefer, hod kıt‘a-i 'azâb-ı nâr-ı sakardır. Misâfir yolda huzûra tama‘ edicek, menzilden kalır.

Ve dahi dervîş, halkın buna salâh ile nazarına ve bundan duâ istimdâd etdiklerine mağrûr olmaya. Olursa felâh bulmak güç olur. Zîrâ nefsin cümle-i huzûzâtından biridir. Bu tarîkda bir kimseye bedduâ etseler, "أذاقك الله طعم نفسك" (Allah sana nefsinin zevkini tattırsın" derler. Öyle, ondan ihtirâz lâzımdır.

Ve dahi dervîş libâs cinsinden bir nesne giydikde ve mescide yâhûd eve girdikde sağ cânibi ile ibtidâ ede. Ve çıkarıp ya çıkdığı vakit sol cânibi ile ibtidâ ede. Ammâ helâda bunun aksidir. Şeyh Ebû Sa'îd, bir kimse mescide ziyârete gelip sol ayağını mescide evvel idhâl etdikde, şeyh 'itâb edip, ‘Rabbimin beytinde edebe ri'âyet etmeyenin bizimle sohbeti yok’ deyu buyurmuşlar.

Ve dahi dervîş, kıbleden cânibe tükürmeye ya şeyh mahzarında tükürmeye. Ve eğer balgam gelirse, rıfkla dest-i mâle ala. Ammâ yutulmasını evlâ buyurmuşlar. Ve dahi kıbleye karşı yâhûd aya, güneşe karşı tebevvül etmeye. Abdesti kıbleye karşı ala. Ba‘dehû, şükr-i vudû' deyu iki rek‘at namaz kıla.

Ve dahi şeyh hâzır olmadığı yerde, cem'iyyet ile zikretmeye. Ve dahi halka-i zikirde ve gayrı yerde ihtiyârı ile başın açmayıp, dâimâ edebe riâyet ede. Ve galebe-i hâl ile ihtiyârı meslûb olmayınca na‘ra urmaya. Eğer şeyhi ile bir meclis-i zikirde olup, ba‘zı vâridât 'ârız olsa, edeb budur ki hareket etmeye, meğer kendiden geçe. Onun 'alâmeti budur ki, ne nefsini bile ne meclisi bile ne çağrılan sözü işide. Ammâ kendiden geçicek, hüküm vâridindir ve hareket ü evzâ‘ kendiden olmaz. Ol vakit ne ederse 'aceb değil. Kaçan kendine gelse yine edebe ri'âyet ede. Etmeyene münâfık demişler. Eğer vecd hâlinde dervîşden bir nesne sâkıt olsa, şeyhi alıp kavvâle vere. Yoksa 'alâ vechi’t teberrük (bereketlenmek maksadıyla) taksîm etmeyeler. Eğer dervîşden olmayıp şeyhden sâkıt olsa, ehl-i meclis 'alâ vechi’t teberrük (bereketlenmek maksadıyla) taksîm edeler.

Ve dahi dervîş, lisânını gıybet ve nemîmeden ve elfâz-ı kabîhadan belki ale’l-ıtlâk fâidesiz kelimâtdan sakına, tâ ki makarr-ı zikrullâh olan, nâ-sezâ sözler ile mülevves olmaya. Ve fuzûl-i kelâma i‘tiyâd ile 'ibâdet-i lisân olan zikrullâhdan mahrûm olmaya. Hazret-i Peygamber buyurmuşlar ki, "طوبى لمن امسك الفضل عن لسانه وانفق الفضل من ماله" (Dilini fazla konuşmakdan tutan ve malının fazlasını infâk edene ne mutlu!) İmâm-ı Gazâlî eydür, “Şimdi halk, bu hadîs-i şerîfi kalb edip, mallarının artığın saklarlar lisânlarının artığını saklamazlar.” Ebûbekir radıyallahu anh lisânlarının üzerine bir taş koyup "هذا اوردني الموارد" (Bana vâridatı getiren işte budur) buyurmuşlar.

Ve dahi dervîş, gitdiği yerde ayağı üzerine bakıp, nazarın harâma bakmak değil, belki ale’l-ıtlak fâidesiz mübâha bakmakdan sakınmak hoşdur. Hattâ yanında oturan kimesneden suâl etseler, sıfatın bilmeye. Kande kaldı ki şeyhin sıfatından haber vere. Hâsıl-ı kelâm dervîş, edeb riâyetinde tamâm-ı ihtimâm etmek gerekdir.
Faslün fî-âdâbi ehli’t tarîkati ve evsâfihimi’l-kerîme 
(Tarîkat ehlinin edebleri ve onların yüce vasıflarına dâir fasıl)

Ehl-i tarîkat olan sâdıkların, ba‘zı evsâf-ı kerîmelerini zikredelim. Tarîka sâlik olan dervîşler, ondan hissedâr olalar. Erbâb-ı tarîkatin evsâf-ı hamîdelerindendir, sözlerinde sıdk üzere olup kizbden tevakkî edeler. Belki her işitdiklerin söylemezler, zîrâ hadîs-i şerîfde vârid olmuşdur, "حسب المرإ كذبا أن يحدث بكل ما سمع" (Her duyduğunu söylemesi, kişiye yalan olarak yeter). Ve dahi riyâzât ve tehzîb-i ahlâk ederler. Ya‘nî nefsini ahlâk-ı zemîmeden pâk edip ahlâk-ı hasene ile tezyîn ederler. Ve dahi mücâhede ederler. Ya‘nî nefse muktezâsın vermeyip açlığa ve susuzluğa ve çıplaklığa ve sâir mekârih-i bedeniyyeye nefsi sürerler ve dahi nefislerinin herhâlde muhâsebesin görürler.
Ve dahi gayrılara, kendi nefslerine sandıkların sanırlar ve dahi kimseye sû-i zan etmeyip hakâretle nazar etmezler. Buyurmuşlar ki, bir kimesne kendi mertebesini ve gayrın mertebesini bilmeden, kendini ondan âlî tutsa, câhil ü mağrûrdur. Ve dahi mehârimden ve şübehâtdan ve nefsinin garaz-ı fâsidi olan yerlerden hazer ederler. 
Ve dahi cûd ü sehâ ve bezl ü atâ üzere olup, iki cihânı kalblerinden ihrâc ederler. Ve dahi bir muhtâc, onlardan istikrâz etse, onu yine almamak niyetiyle verirler. Alan kimse getirse almazlar. Eğer elbette derse, alıp bir fakîre verip, mülklerine idhâl eylemezler. Ve dahi yolda bir nesne düşürseler, onu dönüp aramazlar, eğer nakd ve eğer esvâb. Ammâ Resûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem bir kerre bir nesne düşürüp, onu taleb etdiklerinin vechi budur ki, ol nesne ümmü'l-mü’minîn Âişe radıyallahu anhânın imiş. Bizim sözümüz, kendinin olduğu yerdedir. Eğer ol düşürdüğün almadığı, izâ'at-ı mâl 'addetmek hâtırası galebe ederse, ol düşürdüğü yerde durup bir muhtâc uğradıkda, ona "al" deyu emr ede,  kendi mülküne katmaya. Meğer ol kimesne, bu taleb etmeden alıvere. Ol vakit muhayyerdir. İsterse alır, isterse bir kimseye verirler.

Ve dahi ardlarına bakmazlar. Eğer lâzım gelirse, cümle a‘zâları ile dönerler. Şeyh Şiblî, bir kimesne ardından çağırdı. Ona cevâb vermeyip, “bunlar ardına bakmazlar, geriden çağırana cevap vermezler” dedi. Ve dahi fakr u zillet ü meskenet ve huşû‘ vü hudû‘ ve tevâzu‘ üzre olup, tâ ki bunların zıddı olan esmâ-ı ilâhiyye zuhûr edip, rûh-ı ubûdiyyete vâsıl olalar.

Ve dahi eğer halkla ve eğer a‘zâ vü cevârihlerinde herhâlde 'adâlet gözlerler. Rivâyet olunur ki Hazret-i Peygamber'den, mübârek ayaklarının birinde şirâk-ı na‘li münkatı‘ olıcak, ol bir ayaklarından dahi na‘li ihrâc buyurmuşlar, tâ ki biri zahmetde ve biri râhatda olmaya.

Ve dahi meblağ-ı ricâle ve makâm-ı ehl-i kemâle vâsıl olmayan ashâb-ı kulûb ve erbâb-ı ahvâle edeb bu imiş ki, mecâlis-i zikirde ehl-i inkâr ile oturmaya ve dahi onların esvâb u metâ'ından nesne almaya ki, tagayyür-i hâline sebeb olur. Bâyezîd-i Ekber vakt-i hâllerinde, kendilerde vahşet ve tagayyür müşâhede edip oldukları mekânı aramak emr etmişler, bir münkirin na‘li bulunmuş.

Ve dahi ehl-i vaktin âdâbındandır ki, ol vaktin muktezâsını ri'âyet edip, vakt-i âhar muktezâsına haltetmezler, tâ ki keder 'ârız olmaya. Rivâyet olunur ki, ululardan biri, vakt-i tecrîd-i mutlakda iken, kendinde vahşet bulmuş. Oldukları yeri aramışlar, bir torba üzüm bulunmuş. Gördüklerinde, ‘bizim evimiz hod bakkal evi olmuş’ deyu buyurmuşlar. Ve ba‘zı dahi, tedkîk-i vera‘ vaktinde iken, önünde yanan çerâğdan keder 'ârız olup, ashâbına suâl etmişler. Getiren kimse cevâb verip, ‘bir kimseden bir def‘a yağ getirmek için bir şişe aldım, iki def‘a getirdim’ demiş.

Ve dahi Allahu Sübhânehu ve Te'âlâ erzâk-ı 'ibâda zâmin olması va‘dine i‘timâd edip, her hâlde tevekkül ü i‘tisâm ederler. Hâtem-i Asamm’a, ‘kanden yersin?’ deyu suâl etdiklerinde, "وَلِلّٰهِ خَزَٓائِنُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَلٰكِنَّ الْمُنَافِق۪ينَ لَا يَفْقَهُونَ" (Göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır fakat münâfıklar bunu anlamazlar) deyu buyurmuşlar.

Ve Ma‘rûf-i Kerhî, bir imâma iktidâ eyledi. Namaz tamâm oldukdan sonra imâm suâl edip, ‘kanden yersin?’ dedikde, ‘katlan, senin ardında kıldığım namazı i'âde edeyim, zîrâ erzâkında şekk eden hâlıkında dahi şekk eder’ deyu buyurmuşlar. Hemen 'abde lâzım olan, Mevlâ’ya hüsn-i itâ'at ve hizmetde kemâl-i istikâmetdir. Yoksa kulun ma'ûneti ve tedâriki efendi üzerinedir. İ‘timâdında sâdık olanı, Allahu Sübhânehu ve Te'âlâ herhâlde gayre muhtâcdan saklayıp, mevâzı‘-ı şiddetde meded edip, sıhhatde ve marazda mu'în olur.

Ahmed ibn Ebi’l-Cevârî eydür, “Muhammed ibn Semmâk marîz oldu. Kârûresin alıp bir nasrânî tabîbe iletmek istedim. Yolda giderken bir libâsı pak, gökçek râyihalı kimseye mülâkî oldum. ‘Kande gidersin?’ deyu suâl eyledi. Kaziyyeyi haber verdim. ‘Öyle olsa sübhânallah, Hakk’ın velîsine 'adûsundan isti'ânet mi edersin? Elindekini yere urub ‘İbn Semmâk’e de ki, elini ağrıyan yerine koysun dahi, "وَبِالْحَقِّ اَنْزَلْنَاهُ وَبِالْحَقِّ نَزَلَۜ" (Bunu da bihakkın indirdik ve bihakkın indi) desin’ deyüp gâib oldu. Dönüp gelip İbn Semmâk’e vâkı‘ olanı haber verdim. Ol dahi dediği gibi eyleyip, fi’l-hâl ol marazdan halâs oldu ve ‘ol gördüğün kişi Hızır nebî idi’ deyu buyurdu.” Yoksa kulun ma'ûneti ve tedâriki efendi üzerinedir.

Hâsıl-ı kelâm, cemâl-i Hakk’a 'âşıklar ve sülûkunda sâdıklar, envâ‘-ı mücâhede ve riyâzât ve âdâb-ı tarîkatı riâyetde tamâm-ı dikkat edip, nice hâlât-ı seniyye ve ezvâk ve makâmât-ı 'aliyyeye vâsıl olmuşlar.
PEND U NASÎHAT
Râh-ı Hak gâyetle ince imiş
Lîk güçlük Hakk’a irince imiş

İstediğine Hakk kolay getirir
Az zamânda murâdına yetirir

Nefs beriyyesinde kalma beğim
Türlü türlü hevâya dalma beğim

Böyle kalmaz geçer bu köhne bahâr
Sana küymez berîd-i leyl ü nehâr

Nakd-i 'ömr-i 'azîzi virme yele
Her zamân fırsat ise girmez ele

Mâsivâ yolların ubûr idegör
Ka‘be-i vasla ir huzûr idegör

Hâli ko olagör makâma karîn
Çün ana dâhil olan olur emîn

(Makâm-ı İbrâhîm’e giren emniyetde olur)

Ulular yolda dikkat etmişler
Âhir envâ‘-ı zevka yetmişler

Bizi gör kim buçuğumuz yokdur
Gerçi kim rahmeti Hakk’ın çokdur

Onmadık nefsi âh neyleyelim
Hakk bilir hâlimiz ne söyleyelim

Hâsılın yok Hüdâyî zerre kadar
Fazl-ı Hakk’dan meğer ki erişe fer

Pâk ide cümle pâsını isini
Zer-i hâlis ide çürük misini

Zerreni gün gibi idüb rahşân
Katreni ide bahr-i bî-pâyân

'Âlem-i kurb-i vuslata iresin
Zevk-i sahbâ-yı vahdete iresin

Ola envâ‘-ı lutf-i rabbâni
Virile bir vücûd-ı hakkânî

Ey bizi râyegân idüb îcâd
Yine doğru yola iden irşâd

Kereminden mevâni'i def‘ it
Yine cümle hicâbı sen ref‘ it

Sana yâ Rab yine sen ol kılavuz
Seni tâ kim seninle anlayavuz

Cem‘ u farkı ola ki fark idevüz
Hâtem-i enbiyâ yolun güdevüz

Nice lutfun görüldü ey Mevlâ
Eyle dahi ziyâdeler i‘tâ
Listeye geri dön