4 Kasım 2021 tarihinde yayınlanmıştır.
Hazret-i Mevlânâ, sık sık pek sevgili bendesi Hüsâmeddin Çelebi'nin evine gidermiş. Bir seferinde, karlı bir kış gecesinde nedense geç bir saatde gitmiş. Bakmış ki evin kapısı kapalı, içeride ışık yok, belli ki ev halkı istirahate çekilmiş. Hâne halkını rahatsız etmemek için kapıyı çalmamış, geldiğini haber vermemiş, geri de dönmemiş, yağan karın altında, sabaha kadar kapıda beklemiş. Sabah olup da evin hizmetçisi kapıyı açınca bir de ne görsün! O koca sultân, başına karlar yağmış vaziyetde kapıda öylece ayakda duruyor. Hemen içeri koşmuş, Çelebi'ye haber vermiş. Hüsâmeddin Çelebi ok gibi fırlamış, kapıya koşmuş, Hazret-i Mevlânâ'nın ayaklarına kapanmış, üzüntüsünden iki göz iki çeşme ağlamış, hayıflanmış, özürler dilemiş. Hazret-i Mevlânâ, sanki sabaha kadar kapıda kar altında bekleyen o değilmiş, sanki az önce kapıya gelmiş gibi gâyet güler yüzlü, mütebessim, Çelebi'ye iltifatlarda bulunmuş, onu alnından öpmüş, muhabbetini izhâr ederek onu tesellî etmiş.
Bunu şunun için anlatdım. Hani dedik ya, sessiz ders diye bir şey var. Yeri geldiğinde sessiz sözsüz bir ders, sesli sözlü bir dersden bin kat daha tesirli olur. İşte bu da o kabîldendir. Hazret-i Mevlânâ, bu davranışıyla çok büyük bir ders veriyor. Bir mürşid, sâdık bir bendesine işte böyle muhabbetli olmalı, ona karşı böyle müsâmahakâr olmalı, mütevâzi olmalı, gerekirse kar altında kapısında bekleyebilmeli. İşte ehlullah hazerâtının dostluğu, vefâsı, sadâkati, muhabbeti böyledir. Sevdikleri için her türlü fedâkârlığı yaparlar onlar.