20 Aralık 2020 tarihinde yayınlanmıştır.
Muzaffer Efendi Hazretleri, Hazret-i Ömer'in nasıl müslüman olduğunu, büyük derslerle dolu bir hâdise olduğu için, sık sık anlatırlardı. Bir defasında bu ibretlik hâdiseyi şöyle anlatmışlardı :
Bir gün küffâr-ı hâkisâr, küffâr-ı Kureyş, Kabe'de toplanmışlar, "Bizim putlarımız yalanlayan, dînimiz arasına fitne sokan, Muhammed'i içimizde kim öldürür? Yok edelim bunun vücûdunu, kaldıralım dünyâdan, rahata kavuşalım. Çünkü o sağ olduğu müddetçe, bize rahat vermeyecek. Putlarımızı yalanlıyor, bizim nefs-i emmâremizin istediklerini men etmeğe çalışıyor" dediler ve bakdılar böyle "Ne yapalım? Bunu Ömer'e yükleyelim" dediler. Yani bildiğimiz Hazret-i Ömer. Bak isimleri câmilerde asılı. "Bu işi yaparsa Ömer yapar" dediler, işi Ömer'e yüklediler. İyi dinle! Ömer de erkekliğine yediremedi. Kureyş içerisinde eli ayağı tutan bir adam, yani sözü geçen bir adam, eli ayağı tutan bir adam. Meselâ Hicret'de herkes gizli kaçmışdır, Medîne-ı Münevvere'ye gizli çıkmışdır Mekke'den, Ömer ibn Hattâb, Kureyş'e karşı çıkmış demişdir ki, "Ben gidiyorum, Medîne'ye gidiyorum, kimin karısı dul kalacaksa, evlâdı yetîm, gelsin beni bulsun yolda" demişdir. Yani böyle merd bir adam. Kâfir zamânında korkunç İslâm düşmanı. Resûl-i Ekrem'in korkunç düşmanı. Ve mü'min olan müslümanlara öyle eziyet cefâ ediyor ki, olur şey değil.
Mühim bir şey söyleyeceğim de onun için söylüyorum bunu. Hem de kulağında kalsın. Çünkü sâlihleri zikretmek rahmetin tenzîline işâretdir.
İşi Ömer'in üzerine yıkdılar. Ebû Cehil zekî adam, Ömer'in üzerine yıkdı bu işi. Halbuki bir gün evvel de Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, yani Mahbûb-i Kibriyâ, Muhammed Mustafâ, rahmeten-lil-âlemîn, bârigâh-ı ehadiyyete elini açmış, demiş "Yâ Rabbi, şu Dîn-i İslâm'ı iki Ömer'den birisiyle teyid et". İki Ömer'den birisi Ebû Cehil, yani Ebü'l-Hakem, biri Ömer ibn Hattâb. Böyle duâ etmiş Cenâb-ı Peygamber. "İki Ömer'den birisiyle İslâm'ı teyid et" demiş, duâ etmiş Cenâb-ı Peygamber. Çok bunaldı Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem.
Ömer ibn Hattâb mecbûren aldı üzerine, bu meseleyi Ömer'in üzerine yıkdılar. Ertesi günü, elbiselerini takındı, giydi elbiselerini, eline kılıcını aldı ve Resûl-i Ekrem'in bulunduğu mahalleye doğru yürüdü. O vakit müslümanlar gizli ibâdet ediyorlar. Çünkü alışverişi kesmişler, yolları kesmişler. Bir müslüman görürlerse felâketin büyüğü. O tarafa doğru yürüdü, yolda birine rast geldi, bir zâta rast geldi. Dedi, "Yâ Ömer, bu hâlle nereye gidiyorsun böyle?". Dedi, "Dînimiz arasına tefrîka sokan, ilâhlarımızı yalanlayan, yani Lât'ı, Uzzâ'yı, Menât'ı yalanlayan Muhammed'i kesmeğe gidiyorum" dedi. "Öldüreceğim onu, bu fitneyi kaldıracağım ortadan". O zât, "Çok büyük bir iş yüklenmişsin, üzerine almışsın. Bunu sen yapamazsın. Yapılacak iş değil bu. Olmaz bu iş" dedi. "Yoksa sen de müslüman mı oldun?". "Canım, benim müslümanlığımdan sana ne, ben müslüman olmuşum, olmamışım, sana ne bundan. Sen git kızkardeşinle eniştene bak" dedi, "onlar müslüman oldular" dedi. "Yalan söylüyorsun" dedi. "Yalan söylemiyorum, git bak da gör" dedi. "Nerden bileceğim onların müslüman olduğunu?". "Bir hayvan kes, onlar sizi müşrik biliyorlar, sizin kesdiğinizi yemezler" dedi, "ondan bil müslüman olduklarını". "Peki öyleyse evvelâ kızkardeşimle eniştemin işini bitireyim, ondan sonra Muhammed'i keseyim" dedi. Sallallahu aleyhi vesellem.
İnsan bazen fırına gider, ekmek almağa, fırıncıya âşık olur, bahçeye gider, bahçıvana âşık olur, kötülüğe gider, Allah onun başına iyilik verebilir. Bunda da bir sır vardır, bu işde.
Ve kızkardeşinin evine geldi, uzatmayalım lafı, bir hayvan kesdi, kızarttırdı.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem âyetler nâzil oldu mu, gizli gizli ashâbı gönderiyor, islâmların hânelerine, orda nâzil olan âyetleri talîm etdiriyordu Peygamberimiz. Kesmiyorlar faaliyeti yani devâm ediyorlar. Oraya da o gün sahâbeden birini göndermişdi, Ömer'in geldiğini görünce onu bir dolaba sakladılar. "Buyrun Yâ Ömer" deyip içeri aldılar. İşte hayvanı kesdi, kızarttırdı filan. "Buyrun gelin oturun yiyelim" dedi. Dediler ki, "Biz yemeyiz, sen kendin otur ye" dediler. "Niçin yemiyorsunuz?" dedi, "Karnımız tok, az evvel yemişdik" dediler. "Canım birer lokma alın" dedi. "Hayır, biz hiç yiyemeyiz". O akit dank dedi kafasına, "Yoksa müslüman mı oldunuz?" dedi. Kızkardeşine bir tokat vurdu, kızkardeşi yıkıldı yere. Eniştesine de bir tokat atdı onu da yıkdı yere. Pehlivan çünkü kendisi. Kızkardeşi dedi ki, "Yâ Ömer, utanmıyor musun! Böyle bir nebî-yi zîşân zâhir oldu, kâinâta rahmet olarak gönderildi, O'na karşı geliyorsun ve îmân edenlere de bu ezâyı cefâyı lâyık görüyorsun". "Onu kesmeğe gidiyordum, evvelâ seni keseyim sonra ona gideceğim" diyerek kızkardeşinin üzerine kılıcı kaldırınca, kesmek üzere, ne yapabilir bir müslüman, kuvvetsiz bir müslüman ne yapabilir?, soruyorum, hemen Kur`ân-ı Kerîm'den o gün talîm etdiği sûre-i celîleyi okumağa başladı. Esteîzübillah. "طٰهٰۜ ﴿١﴾ مَٓا اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْقُرْاٰنَ لِتَشْقٰىۙ ﴿٢﴾ اِلَّا تَذْكِرَةً لِمَنْ يَخْشٰىۙ ﴿٣﴾ تَنْز۪يلًا مِمَّنْ خَلَقَ الْاَرْضَ وَالسَّمٰوَاتِ الْعُلٰىۜ ﴿٤﴾ اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى Tâ-Hâ, mâ enzelnâ 'aleyke'l-kur`âne li teşkâ, illâ tezkiraten li men yahşâ, tenzîlen mimmen halaka'l-arda ve's-semâvâti'l-'ulâ, er-rahmânü 'ale'l-'arşi'stevâ" deyince, Ömer'in eli titremeye başladı, "Bu okuduğun senin nedir?" dedi. "Allah'ın Hazret-i Peygamber'e gönderdiği kitâb bu işte". "Yok yâhu, ben onu çok dinledim, böyle değil, bunda başka bir şey var" dedi. Yaa, o güne kadar kapalı, mühürlü yani anlayamıyor.
Onun için sen ezânı duyuyorsan, senin kulağında gaflet pamuğu yoksa, ezânı duyuyorsan, Allah'a hamd ü senâ et. Kur`ân'ı dinliyorsan, ondan zevk alıyorsan, Allah'a şükret, secde et Cenâb-ı Hakk'a.
"Çok dinledim âyetleri ama hiç ben böyle bir şey işitmedim" dedi. "Hayır işte Kur`ân bu" dediler. "Yaa öyle mi, kalk öyleyse" dedi, okşadı onu, kızkardeşini, "Acaba gitsem, beni Dîn-i İslâm'a kabûl eder mi?" dedi. Kızkardeşi dedi ki, "O öyle bir mürüvvet kapısıdır ki, O, O'na taş atanları dahi affeder". O'nun dişini kıranları bile affetdi O. Amcasını yetmiş parça edip, ciğerini yiyenleri de affetdi. Onun üzerine, âyetleri talîm eden hoca, tekbîr alarak dolapdan çıkdı. Üçü birden gizli yollardan Huzûr-i Saâdet'e doğru yürüdüler. Çünkü Ömer'in kalbinden perde kaldırılmışdı, artık Kur`ân'ı anlayabiliyordu. Onun için söylüyorum bunu. Neyse gerisini de söyleyelim de bitirelim sözü.
Hazret-i Hamza, radıyallahu anh, nöbetçi oydu o gün, dediler ki, "Ömer geliyor", "Yâ Resûlallah Ömer geliyor". "Bırakın" dedi Cenâb-ı Peygamber, "Ömer fenâlığa gelmiyor, îmâna geliyor" dedi. Çünkü Cebrâil gelip haber vermişdi Peygamberimize. Hazret-i hamza dedi ki, "Ömer'e karşı kılıcımız var" dedi. "Ömer'in hakkından geliriz" dedi. Esed-i Resûl, Resûlullah'ın arslanı Hamza. Esedullah Ali'dir, Allah'ın arslanı Ali'dir, Resûlullah'ın arslanı, Hazret-i Hamza'dır. "Biz ona kâfî geliriz" dedi. Cenâb-ı Peygamber, "Almayın kılıcını üzerinden, kılıcını almayın" dedi. Geldi Huzûr-i Saâdet'e, Efendimizin ayaklarına kapandı ve Kelime-i Şehâdet'i talîm buyurdular ve îmân ile müşerref oldu.
Ha şimdi konuşacağım söz, buradan bizim alacağımız hisse, Allah bir kula murâd etmeyince, Kur`ân'dan zevk vermez, duyurmaz, anlatmaz. Yüz kamyon kitâb okusun, anlayamaz bir şey Kur`ân'dan. İllâ müttakî kalb, yaşlı göz, aşk ile çarpan bir kalbe mâlik olmak ve ittikâ sâhibi olmak. Bu müttakînin de ma'nâsı, bir iş yapacağı vakit, "bu iş Allah tarafından makbûl müdür, Allah beni bundan cezâlandırır mı, mükâfâtlandırır mı, Allah'ın rızâsı var mıdır, yok mudur?" diye düşünerek, eğer Allah'ın rızâsı varsa, o işi icrâ etmek, Allah'ın rızâsı yoksa, Peygamber'in rızâsı yoksa, o işi terk etmek. Müttakîlerin de alâmeti budur. Bir daha söylüyorum. Müttakî demek, Allahdan korkan demekdir. Alâmeti bu. Bir iş yapacağı vakit, üzerinde âmiri-memûru olsun olmasın, onu gören Allah olduğunu bilmesi. Nerde olursa olsun. "Yapacağım işde Hakk'ın rızâsı var mıdır yok mudur?". Rızâsı varsa icrâ etmesi, seve seve. Rızâsı yoksa, O'ndan korkarak onu terk etmesi. Bu müttakîlerin alâmetlerindendir.
Asıl ittikâ, "Rabbim bana kulum demezse, Allah bana kulum demezse". İnsan bundan korkmalı, bundan çekinmeli. Ne cennet, ne cehennem, ne azâb, ne mükâfât, asıl davâ bu. "Rabbim bana kulum demezse, beni cennetine de koysa, benim için orası dar gelecek, cennet geniş olmasın rağmen". İlle Allahu Sübhânehû ve Teâlâ "kulum" demelidir. Resûl-i Ekrem, "ümmetim" demelidir. Bundan daha büyük bir mükâfât tasavvur edilemez, âşıklar için, mü'minler için.