30 Ocak 2018 tarihinde yayınlanmıştır.
Üstüne aldığın bu iş çok mühim. Sen de belki farkındasındır, memleketin düzeni çok bozuk. Kimsenin huzûru ve rahâtı yok, herkes şikâyet ediyor. Etrâfımda bir tâne doğru dürüst adam yok, hepsi işe yaramaz adamlar. Onların sözlerine uyarak yaptığımız her iş başarısızlıkla ve rezâletle bitiyor. Son umûdum Hızır aleyhisselâmı bulup memleketi nasıl düzeltebileceğimi ondan öğrenmekde. Eğer o da olmazsa ülkemizi kaybedeceğiz!Hızır'ı bulacağını va'deden âlim, başdan planladığı gibi, pâdişahdan biraz zaman ve para istemiş. "Bana iki cins at, iki heyve altın, iki ay da mühlet verin" demiş. Pâdişâh bu istekleri kabûl etmiş ve adamlarına altınların ve atların o zâta teslîm edilmesini emretmiş. O zât, altınları ve atları alıp evine gelmiş, atları ahıra çekmiş, altınlarla da evin bütün ihtiyâcını gidererek âilesini memnûn etmiş. Karısı ve çocukları zevkü safâ içinde günleri gün ederken o hergün birkaç defa gizlice bir köşeye çekilerek, ağlayıp inler ve Cenâb-ı Hakk'a şu niyâzda bulunurmuş :
Yâ Rabbi! Hızır kulun aramakla bulunmaz, biliyorum. Ben, bu işi üzerime aldım ama biliyorsun ki dünyâda hiç gülmedim. Dünyânın bunca nimetlerinden hiç birisi bana nasîb olmadı. Ben gerçi buna da râzıyım zîrâ sen bana ilim gibi paha biçilmez bir hazîne ihsân buyurdun. Fakat karım ve çocuklarım, bu hazînenin kıymetini bilmezler. Onlar, dünyâ saâdetini ancak parada, güzel giyeceklerde ve yiyeceklerde bilirler. Ben de zaten bu işe bu yüzden cür'et ettim. Yâ Rabbi! Bu âciz kulunu mahcûb etme, Hızır aleyhisselamı bana gönder de halk içinde rezî ve rüsvây olmayayım.Rahat ve güzel günler çabuk geçer derler, doğrudur. Verilen mühlet de âdetâ göz açıp kapayıncaya kadar gelip geçmiş. Hükümdâra va'd ettiği sürede Hızır'ı bulamayan o âlim, ahırdaki atlardan birisine binip, diğerini de yedeğine alarak sarayın yolunu tutmuş.
Hani, nerede Hızır aleyhisselam? Sen bana söz vermedin mi? Beni bu şekilde aldatmaya nasıl cür'et edebilirsin? Pâdişahı aldatmanın ne demek olduğunu biliyor musun sen?Sözünde duramayan âlim, sâkince cevap vemiş :
Haklısınız pâdişahım, yapamayacağım bir işi üzerime aldım ve gördüğünüz gibi beceremedim. Ümîdim Hızır aleyhisselamı bulmakdı fakat ne yapayım ki bulamadım. Bana lâyık gördüğünüz cezâya da râzıyım.Adamcağız, büyük bir tevekkül içinde bu sözleri söylerken, sarayda bir çocuk peydâ olmuş ve saray halkı onu muhakeme edilmekde olan zâtın oğlu sanmışlar. Muhakeme edilen zât da, bu çocuğu saraydaki çocuklardan birisi zannetmiş. Zîrâ o çocuk, saray halkının gözüne eski ve yırtık elbiseler içinde, âlime ise şehzadeler gibi giyinmiş görünüyormuş.
Benim şevketli hünkârım! Bu adamı keşkek havanına koyarak öylesine ezdirmeliyiz ki, eti ile kemiği birbirinden ayırdedilmesin. Sonra dövülen bu et ve kemiklerden birer parçasını vilâyetlerimize gönderelim. Siyaset meydânlarında halka teşhîr edelim ve tellâllar vâsıtasıyla "pâdişahını aldatmaya cür'et edenlerin sonu budur" diye bütün teb'anıza duyuralım ki bundan böyle hiç kimse şevketmeâb efendimizi aldatmaya teşebbüs edemesinBu cevap pâdişâhın çok hoşuna gitmiş ama tam o sırada o âna kadar sesi sadâsı çıkmayan o çocuk, herkesin duyabileceği yüksek bir sesle şöyle bağırmış :
Ey cihân pâdişâhı! Başvezîrinizin tayin ettiği cezâ da pek münâsibdir ancak ben âcizlerinin fikrimi de lutfedip sorduğunuz için cevâba cür'et ediyorum. Benim nâçiz kanâatime göre, bu adama verilecek cezâ şu olabilir. Bu adamı canlı canlı fırına atarak nar gibi kızartalım sonra parçalara ayıralım ve her parçasını bir vilâyete göndererek siyâset meydânlarında teb'anıza teşhîr edelim ve "Padişahları aldatmaya cesâret edenlerin âkıbeti böyle olur" diyelim.Çocuk, ikinci vezîrin konuşmasından sonra da yine aynı sözü tekrarlamış.
Ey sultânlar sultânı! Bu adamı cellada vermeli, derisini yüzdürmeli, vücûdunun bir kısmını kıyma, bir kısmını kuşbaşı ve bir kısmını da pirzola hâline getirmeli ve bunları parçalar halinde vilâyetlere göndererek halka teşhîr etmeli ve "pâdişahını aldatmaya kalkanın sonu işte böyle olur" diye herkese duyurulmalıdır. Halka böyle korku vermek lazımdır ki görsünler, bilsinler ve anlasınlar da, bu hâl bir daha tekerrür etmesin. Şâyet evvelce buna benzer bir hâdise olsaydı ve bu arzettiğim gibi bir cezâ tatbîk olunsaydı, bu adam da böyle bir şeye cesâret edemezdi.Çocuk, üçüncü vezîrin konuşmasından sonra da aynı sözü tekrarlamış.
Fikirleri sorulan her üç vezîr de, ona hiç merhamet nazarı ile bakmamışlar ve onun affı için en küçük bir teşebbüsde dahî bulunmaya lüzûm görmemişlerdi. Halbuki af da bilen ve anlayan bir kimse için en büyük cezâdır. Böylesine vahşî ve hunharca bir cezâya müstehak olmak için ne yapmışdı? İşlediği suç ile böyle büyük cezâlar mı gerektiyordu? Onlar da kendisi gibi birer insan değil miydiler? Herkes bilir ve kabûl eder ki insanlar hatâdan ve gafletden aslâ sâlim olamazlar. Basit bir suça karşılık bu kadar ağır cezâlar tatbîk ederek adâlet temîn edilebilir mi? Böyle bir cezâ kime ne fayda verebilir ki? Eğer suç ile mütenâsib bir cezâ verilse hem adâlet yerini bulur hem de amme vicdânı huzûra kavuşur. Aksi takdirde haddi aşan ağır cezâlar, zulüm olur. Zulüm olan bir ülkede de ne dirlik kalır ne düzen, ne refah olur ne de se'âdet...İşte muhâkeme edilen âlim, bir yandan bunları düşünürken bir yandan da aleyhinde en ağır cezâları isteyen vezîrlere acıyarak bakıyordu. Zîrâ bu zavallılar verdikleri bu hükümlerle, asıl kendilerini mahkûm ettiklerinin farkına varamıyor ve yalnız efendilerine yaranmak gayreti ile hareket ediyorlardı.
Pâdişâhım! "Müşâvere eden emîndir" hikmetine uyarak bana da sorduğunuza göre derim ki, bu suçlu hakkındaki cezâ ancak sizin merhametinize kalmış bir meseledir. Her ne kadar, bu adam yapamayacağı bir işi, yapabileceği ümîdiyle üzerine almışsa da huzûrunuzda suçunu ve aczini açıkça i'tirâf ediyor. Suçunu i'tirâf eden kimseye de zulmetmek olmaz. Hükümdârlara yakışan affetmekdir, onu affediniz zîrâ bir gün gelecek siz de bu zât gibi bir mahkemeye çıkartılacaksınız yani huzûrullaha çıkacaksınız. O günün pâdişahı Allah Zülcelâl Hazretleri olacakdır. O'nun huzûrunda siz de muhâkeme olunacaksınız. Eğer bugün affederseniz, o gün affolunursunuz yani Allah da size affıyla muamele eder. Bu adamın suçunun cezâsı, sizden aldığı paranın kendisine ödettirilmesi şeklinde olmalıdır yani bu paranın, kendisinden tahsîli lâzım gelir. Ayrıca sizin nâmınıza ve sizin arzu ve emriniz üzerine, iki ay müddetle Hızır aleyhisselamı aramasından dolayı, sizin üzerinize hakkı da geçmişdir çünkü bu uğurda vaktini harcamışdır. Bu sebeble, aramalarla geçirdiği zamânın yevmiyesi ne tutuyorsa, onun tenzîlinden sonra kalan paranın size iâdesi iktizâ eder. Eğer kalan parayı da fakîrliğinden dolayı yemişse ve siz de bunu hazîne-i hassadan sarf ve tahsîs buyurmuş iseniz, bu parayı ceb-i hümâyûnunuzdan hazîneye ödemeniz ve bu işi böyle netîcelendirmeniz gerekir. Pâdişâhlığa lâyık olan keremdir, sehâvetdir, âlîcenâblıkdır. Evlâdın kötülüğünü, babaların noksanları ortaya koyduğu gibi; milletin kötülüğünü de, hükümdârların noksanları ortaya koyar. Yaşadığı cemiyet, insanlarıvezîr ettiği gibi, rezîl de eder. Hükûmetler baba gibi, millet de o babanın evlâdları gibidir. Bir baba, evlâd ü ıyâline ne kadar iyi bakarsa, evlâd ü ıyâli de ona o kadar dost ve mutî' olur. Baba kötü olursa, evlâdlarının da kötü olacakları son derece tabiî ve âşikârdır. Her evlâd, babasına lâyık evlâd olur. Onun için diyorum ki, bu zâtın noksânlığı aslında bizim noksânlığımızdandır.Bu son derece yerinde ve doğru sözler, hükümdâra çok te'sîr etmiş ve onu uzun uzun düşündürmüş hattâ bir de duygulandırmış ve gözlerini yaşartmış. Bu sırada, o çocuk yine yüksek sesle aynı sözü tekrarlamış :
Ey Hızır'ı arayan ve Hızır'ı bulmakla mülküne nizâm ve intizâm, saâdet ve selâmet, bolluk ve bereket getirebileceğini uman iyi niyetli ve iyi yürekli hükümdar! "Her şey aslına döner" sözüyle "Herkes söyledikleri ve yaptıkları ile kendi tıynetini ve cibilliyetini ortaya koyar" demek istedim. Meselâ başvezîrinizin tertîbini düşündüğü cezâdan şunu anladım. O, sizin baş vezîriniz olmaya aslâ lâyık değildir. O, ancak sarayınızın keşkekçibaşılığına uygun bir yaratılışdadır. Onu, sarayınızın başkeşkekçiliğine ta'yîn ediniz ki, yaptığı keşkekleri ağız tadı ile yiyebilesiniz. Kendisi, cezâ tertîbi husûsundaki fikrini açıklarken, bu konudaki mahâretini ve ustalığını da ortaya koydu ve gerçekden de keşkekçi oğlu olduğunu isbât etti.
İkinci vezîriniz ise, kızartma ustası olduğunu açıkladı. Onu da sarayınızın fırıncıbaşısı yapınız ki, kızarttığı ekmek ve etleri ve fırına girecek bütün diğer yiyeceklerinizi lezzetle yiyebilesiniz. O da, verdiği cevapla kendisinin bu hususdaki mahâretini ortaya koydu ve fırıncının oğlu olduğunu belli etti.
Üçüncü vezîrinize gelince. Onun da cezâ tertibi husûsundaki cevâbından kendisinin usta bir kasap olduğu anlaşılıyor. Bir insanı öldürdükden sonra derisini yüzmek, etlerini parçalara ayırmak, bir kısmını kıyma, bir kısmını kuşbaşı ve bir kısmını da pirzola haline getirmek fikri olsa olsa bir kasabın karîhasından çıkar. Onu da sarayınızın kasapbaşılığına ta'yîn ediniz ki kesip biçtiği etleri âfiyetle yiyebilesiniz. Zîrâ o da soydan kasapdır
Görüyorsunuz ki, vezîr diye görevlendirdiğiniz ve memleket idâresinde fikirlerinden faydalandığınız bu zevâtdan birisi keşkekçi, birisi fırıncı ve birisi de kasapdır. Kendileri, kendi fikir ve beyanlarıyla ile bu asâletlerini kendiliklerinden ortaya koydular. Onlar, bunu belki de bilmeyerek ve istemeyerek yaptılar. Fakat ne de olsa şuurlarının altına yerleşmiş asıl meslek ve sanatlarının tesirinden kurtulamadıkları, açıkça görülmekdedir. Keşkekçilik, fırıncılık ve kasaplık da aslında fenâ meslekler değildir. Bunlar da, içinde yaşadığımız cemiyete faydalı olan önemli birer meslekdir ancak devlet idâresi ne eti hamur haline getirmek, ne fırında nar gibi kızartmak, ne de bir insanı veya hayvanı yatırıp boğazladıkdan sonra derisini yüzerek parçalara ayırmak değildir. Devlet idâresi, bu iş için yaratılmış ve hazırlanmış, yetiştirilmişinsanlarla mümkün olur. Kasap kasaplığını, fırıncı fırıncılığını, keşkekçi de keşkekçiliğini bilir ne var ki, bunlar devlet idâresinden hiç anlamazlar bu yüzden de hiç bir zaman başarı sağlayamazlar.
Dikkat edilirse insan vücûdunda da süflî ve ulvî uzuvlar vardır. Her uzvun da ayrı ayrı vazîfeleri vardır. Birinin vazîfesini diğerinin yapabilmesi muhaldir. Şu var ki, bütün uzuvlar birbirine muhtâcıdır. Ulvî bir uzuv, süflî bir uzvun vazîfesini yapamaz ama aynı zamanda ona da muhtâcdır. Süflî uzuvların da ulvî uzuvlara ihtiyâcı vardır. Bir adam tasavvur ediniz ki, vücûdu gâyet zinde ve sağlam olduğu halde aklî melekeleri noksândır. Diğer bir adam gözönüne getiriniz ki, aklî melekeleri yerindedir ama, el ve ayakları sakattır ya da yokdur. İlk misâldeki adam, bütün sağlamlığına ve zindeliğine rağmen, bir işe başlayıp bitiremez, kendiliğinden bir yerden bir yere gidemez, aklı olup da ayakları sakat olan da aklı ile yürüyemez. Elleri olmayan bir kimse de gözleri ile bir şeyi tutamaz. Bundan da anlaşılıyor ki, elin yapacağını göz, kulağın yapacağını ayak, ayağın yapacağını da akıl yapamaz. Her uzuv, kendi yerinde ve yaratılışına uygun şartlar içinde faydalı ve başarılı olabilir. Hatta daha da ileri giderek diyebiliriz ki, böylece yerli yerince her biri daha da şerefli oluyorlar. Devlet ve hükûmet idâresi de, tıpkı bunun gibidir. Lâyık olan yerlere, lâyık olan kişiler getirilirse, devlet mekanizması düzgün çalışır, işler iyi yürür. Hâsılı adama göre iş değil, işe göre adam gerekir.Başda hükümdar olmak üzere, orada hazır bulunanların hepsi derin bir saygı ve sessizlik içinde çocuğu dinlemişler. O anlatmasına şöyle devâm etmiş :
Maksadım vezîrlerinizi "kasaptır, fırıncıdır, keşkekçidir" diyerek küçümsemek ve zemmetmek değildir. Ancak bir vazifeye ta'yîn edilecek kişinin, ehliyet ve liyâkatinin gözönünde bulundurulması lüzûmunu belirtmek ve isbât etmek için konuşuyorum. Mülkünüzün idâresinde özlediğiniz nizâm ve intizâmı sağlamak için öncelikle buna dikkat ve riâyet etmeniz gerekir. Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz de,bir Hadîs-i Şerîflerinde : İşler ehline verilmediğinde kıyâmeti bekleyiniz" buyurmuşlardır. Vezîrleriniz hakkında ne düşündüğümü açıkladıkdan sonra, müsâade buyurursanız Şeyhülislam Efendi hakkında da birkaç söz söylemek isterim. Bu muhterem zâtın da mütâla'asını hep birlikde dinledik ve anladık ki, o da bu sözleri ile aslını belli etti. Zîrâ kendileri Hindistan'daki bir hükümdârın oğludur. Kardeşleri arasında çıkan taht kavgasından ötürü vatanını terkederek sizin mülkünüzde şeyhülislamlık vazîfesini deruhte etmişdir. Mütâla'a ve kanâ'atini dermeyân ederken anladık ki, ceddine lâyık bir evlâddır. Şimdi size düşen şudur ki başvezîrliğinize Şeyhülislam Efendiyi ta'yîn ediniz. Şeyhülislamlığada hâlâ huzûrunuzda suçlu mevkiinde bulunan bu zâtı getiriniz. Ömrü boyu ilim tahsîl eden bu zât, bu vazîfeye hakîkaten lâyıkdır. Bugüne kadar bu çapta bir zâtın kadir ve kıymetinin bilinmemesi ve içinde bulunduğu fakr ü zarûret onu böyle bir suçu irtikâb etmeye zorlamışdır. Hakîkatde, lâyık olduğu bu makâma getirilebilmesine de böyle bir hâdise vesîle olacakdır. Vezîrlerinizi de evvelce arzettiğim gibi sarayınızınkeşkekçibaşılığına, fırıncıbaşılığına ve kasapbaşılığına getirirseniz, herkes yerli yerini bulmuş olacakdır. Bunların yerlerine kimlerin ikinci ve üçüncü vezir olabileceğini de, başvezîriniz olacak olan şimdiki şeyhülislamınızın re'yine ve takdîrine bırakırsınız.
Ey Hızır'ı arayan pâdişâh! Hızır da gelmiş olsaydı, size yapacağı yardım bundan fazla olamazdı!Herkesin çocuğun sözlerinin tesiriyle âdetâ kendinden geçtiği ve düşüncelere daldığı o anda muhâkeme edilen âlim ayağa kalkarak "İşte Hızır! İşte Hızır budur! Buldum onu! Onu size ben getirdim!" diye bağırmaya başlamış ama çocuk da gözden kaybolmuş