Muzaffer Efendi Hazretleri ne zaman bir âyet-i kerîmenin ya da sûre-i celîlenin ma'nâsı hakkında konuşmaya başlayacak olsalar önce hep, "Bu vereceğim ma'nâ, denizden bir katre, şemsden bir hüzme, kürre-i arddan bir zerre misâlidir" derler ve söze öyle başlarlardı. Yine bir sûre-i celîye ma'nâ vermeden önce şöyle buyurmuşlardı :
Şimdi vereceğimiz ma'nâ, deryâdan bir katre, şemsden bir zerredir. Yani bizim vermiş olduğumuz ma'nâ ile sûre-i celîlenin ma'nâsı tamâmen hakkıyla verilmiş demek değildir. Yalnız fakîrin değil, cümle müfessirîn-i kirâm hazerâtının verdiği ma'nâlar da böyledir. Fahr-i Râzî'ler, Keşşaf'lar, Hâzin'ler, Şehâb'lar, onların da verdiği ma'nâlarla yine sûre-i celîlenin ma'nâsı ikmâl olunmuş değildir yani tamâmen tefsîr olunmuş demek değildir. Herkes kâbiliyyeti mikdârı, nasîbi mikdârı ma'nâ verdi. Dinleyenlerden de herkes, kendi kâbiliyyeti ve nasîbi kadar bu işi kavradı.
Sübhâneke lâ 'ilme lenâ illâ mâ 'allemtenâ inneke ente'l-'alîmü'l-hakîm Ey Rabbimiz! Senin şânın pek yücedir. Senin bize öğrettiğinden başka bizde bilgi yok. Her şeyi bilen ve her işi hikmetle yapan ancak sensin.