28 Aralık 2022 tarihinde yayınlanmıştır.
Hazret-i Hâlid'den bahsedince Hicret-i Nebî'den de bir nebze bahsetmemiz lâzım. Malûm ya, Efendimiz Medîne'ye hicret etdiklerinde, bir müddet Hazret-i Hâlid'in evinde misâfir olmuşlardı. Gelin şimdi Hicret-i Nebî'nin mâhiyetinden, hikmetlerinden ve sırlarından bir mikdar bahsedelim.
Hicret, Peygamberimizin ve ashâbının Mekke'den Medîne'ye göçmesi hâdisesidir. Hicret'in mâhiyeti budur. Sebebine gelince...
Bilindiği gibi, Peygamber Efendimiz nübüvvetini ilân eder etmez, Mekke'de hâkim olan müşrikler İslâm'a karşı cebhe almış ve başda Peygamberimiz olmak üzere müslümanlara türlü türlü eziyetler, cefâlar yapmaya başlamışlardı. Bilhassa zayıf, fakîr ve köle durumundaki müslümanlara korkunç işkenceler yapmışlardır. Yapılan zulümler hiç bir mü'mini İslâm'dan döndürmediği gibi mü'minlerin îmânının kuvvetlenmesine, her geçen gün sayılarının artmasına sebeb oldu. Mü'minler çoğaldıkça, İslâm'ın nûru yayıldıkça, baskılar ve zulümler daha da artdı. Hattâ müşrikler işi o derece ilerletdiler ki, ellerinden gelse müslümanlara bir yudum su, bir lokma ekmek verdirmeyeceklerdi. Yıllarca dayanılmaz eziyetlere ve cefâlara sabreden mü'minler için nihâyet hicret izni çıkdı ve bazıları Habeşistan'a gitdiler. Fakat bu muvakkat bir göçdü. Asıl hicret, bundan sonra Medîne'ye yapılan göç oldu. Bu da yine emr-i ilâhî ile oldu.
Hicret, zâhirde bir nevi kaçış ve mağlûbiyyet gibi görünse de hakîkatde tam aksidir. Çünkü müslümanların istiklâlini kazanması, İslâm'ın nûrunun parlaması, fütûhât hep Hicret sâyesinde olmuşdur. Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri bu hikmeti şöyle beyân buyuruyorlar :
Ey âşık-ı sâdık! Hürmet ve ta'zîme lâyık aylardan birisi de Muharrem ayıdır demiştik. Sebeb-i hilkat-i âlem ve güzîde-i benî-Âdem, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri Muharrem ayında, Mekke-i Mükerreme'den Medîne-i Münevvere'ye hicret etmekle emrolunmuşdur. Bu hicret-i seniyyeleri sonundadır ki, İslâm kuvvet ve kudrete, îmân metânet ve resânete, mü'minler hidâyet ve hürriyyete kavuşmuşlardır. Îmân ve İslâm'ın bu vesîle ile parlayan nûru, her gün biraz daha genişleyip yayılarak yeryüzüne dağılmaya başlamışdır ve kıyâmete kadar da aynı şekilde parıldayacak ve aslâ sönmeyecekdir. Bu azîz nuru söndürebilmek gayret ve vehîmesiyle üfleyenlerin her solukları onu biraz daha parlatacak, söndürebileceklerini zannedenlerin gözlerini kamaştıracakdır. Yarasa misâli gözleri ışığa, nûra dayanamayan gözler, önünde sonunda kör olacak ve o kâfirler İslâm nûru karşısında mağlûb ve münhezim helâka mahkûm kalacaklardır. Allahu Teâlâ'nın dîni olan İslâm, bi-zâtihî âlî ve yücedir. Binâenaleyh, İslâmı yıkmağa ve îmân nûrunu söndürmeğe uğraşanlar, Nemrud gibi Allahu Sübhânehû ve Teâlâ ile savaşmağa kalkışanlar, maddî-ma'nevî bir belâya mübtelâ olacaklar, rezîl ve zelîl helâk olmakdan kurtulamayacaklar ve kendilerinden önce cezâ-yı sezâlarını bulanlar gibi kahr u tedmîr olunacaklardır.
Diğer bir mesele de şudur. Cenâb-ı Hakk hicret emrini çok daha önceden de verebilirdi, neden onca yıl mü'minlerin bu kadar eziyet ve cefâya katlanmalarını istedi, sabr etmelerini murâd etdi? Hicretin en büyük sırlarından biri de burada gizlidir. Cenâb-ı Hakk'ın cemâli celâlinde gizlidir. Eziyet ve cefâ gibi görünen şey mü'minler hakkında hayırlı olmuşdur. Onların kemâle gelmesini sağlamışdır o zulümler. Zîrâ ilerleme ister maddî ister manevî hep meşakkatle olur, derdle olur, ıztırabla olur. Rahatda hiç bir ilerleme olmaz. Ne dünyevî ne de uhrevî husûsularda, ne maddî konularda ne de manevî hayâtda. Bakınız bu husûsda büyük mürşidlerimizden İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri ne buyuruyor :
Lâ-cerem Yûsuf dahi eziyyet-i ihvân ile mübtelâ olup çâha tarh olundu, Resûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem ashâbıyla küffâr-ı Kureyş yüzünden şi'b-i Ebî Talib'e nefy olunup ba'dehû Mekke’den ihrâc olundukları gibi. Ve bu ezâ ve cefânın Yûsuf’a göre gâyeti nübüvvet ve Azîz-i Mısr olmak oldu ve Arz-ı Ken'ân'dan hurûcu ve vâlidi Ya'kûb'dan müfârakati ona zarar vermedi. Zîrâ hızâne-i Ya'kûb'da oldukça hüküm Ya'kûb'undur. Pes, te'ayyün-i hilâfet müfârakat iktizâ etmeğin nice müddet ondan cüdâ oldu ki ba'zı rivâyâtda kırk senedir ki ibtidâ-i nübüvvet ve intihâ-i makâm-ı fenâdır. Ve Cenâb-ı Nübüvvet'e, aleyhi’s-salâtü ve's-selâm, göre nihâyet-i ezâ ve cefâ tecellî-i zât ve saltanat-ı ma'neviyye-i kübrâ oldu ve Arz-ı Mekke'den hicreti ona sebeb-i tefrîka olmadı, belki bâ'is-i cem'iyyet oldu ki hazarât-i ensâr, radıyallâhu anhüm, tahte'l-livâsında olup fütûh-i sûriyye ve ma'neviyye husûle geldi. Ve gurbet-i Yûsufiyye ve Muhammediyye’nin encâmı bir nev'-i vatan oldu ki vatanda olanlar ol vatandan âgâh olmayıp âhir gurbet ve firkatde kaldılar.
Efendimiz, bütün ashâbını gönderdikden sonra Hicret etdi, önce kendi de gidebilirdi, öyle yapmadı. Bu da büyük bir dersdir bizim için. Önderler, peygamberler, velîler, kendilerinden önce kendilerine tâbi olanları düşünürler, onları kurtarırlar önce, kendilerini geri bırakılar. Merhametli bir anne, şefkatli bir baba gibidirler onlar.
Hicret'e tekaddüm eden günlerde, müşriklerin ileri gelenleri bir toplantı yapmışlar ve Hazret-i Peygamber'i öldürmeye karar vermişlerdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz bunu vahiy yoluyla haber almış ve Hicret'e karar vermişlerdi. Evinin etrâfı silahlı adamlar tarafındna sarılmış vaziyetde idi, suikasdçiler O'nun evden çıkmasını bekliyorlardı. O çıkar çıkmaz üstüne atılacaklardı. Efendimiz evinden çıkıp gitdi, suikasdçılardan hiç biri onu görmedi bile. Bu da O'nun mucizelerinden biridir.
Burada mühim bir ders daha var. Kendi yatağına Hazret-i Ali'yi yatırmışdı Efendimiz. Bu ibretli hâdiseyi Mürşid-i Azîzim bir seferinde şöyle beyân etmişlerdi :
Hicret gecesi Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Hazret-i İmâm-ı Ali kerremallahu vecheh ve radıyallahu anha, "Bu gece bana bir suikasd yapacaklar, sen benim yatağıma yatacak ve benim abamı örtüneceksin" buyurmuş ve Hazret-i Hayder-i Kerrâr, itirazda bulunmak şöyle dursun, bunu bir ganîmet bilmiş, "Anam, babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah!" diyerek böyle bir suikasda kurban gidivermek bahasına Resûl-i Zî-şân'ın yatağına girmeği cânına minnet bilmişdi. Yani cânân yoluna cânını fedâya hâzır olmuşdu. "Yâ Resûlallah, korkarım beni öldürürler, Allahu Sübhânehû ve Teâlâ' dan bir hüccet al ki, kafirler beni öldürmesinler" dememişdir.
O gece, Allah Azze ve Celle Cebrâil ve Mikâil aleyhimüsselâma ve diğer meleklere hitâb buyurmuş, "Size verdiğim ömrü birbirinize hîbe eder misiniz?" demiş, melekler şöyle cevâb vermişlerdi, "Yâ Rab, her şeyi hakkıyla bilen ancak sensin. Bize bahş ve ihsan buyurduğun ömrü birbirimize hîbe edemeyiz". O zaman, bütün meleklerin gözlerinden perde kaldırılmış ve hitab-ı izzet şeref-sâdır olmuşdu : "Ey meleklerim! Bakın benim arslanım olan Ali'yi görün. Habîb-i Edîbim uğruna nasıl cânını fedâya hâzır bulunuyor". Ve bütün melekler, Resul-i Zî-şân'ın abasına sarılıp pervâsızca O'nun yatağına yatmış bulunan Ali ibn Ebî Tâlib'i görmüşlerdi. O esedullahi'l-gâlib, kurbanlık koyun gibi iki cihan serverine hazırlanan suikasda kendisini hedef etmişdi. Yine hitâb-ı izzet şeref-sâdır olmuş ve : "Yâ Cebrâil! Yâ Mikâil! Varın, gidin Habîbim yoluna cânını fedâya hâzır olan Ali'mi düşmanlarının şerrinden koruyun!" buyurulmuşdu. Bu emr-i ilâhîyi telakkî eyleyen Cebrâil aleyhisselam, Hazret-i İmâm-ı Ali'nin başucunda ve Mikâil aleyhisselam da ayak ucunda durmuşlar ve Hayder-i Kerrâr'ı düşmanlarının şerrinden korumuşlardı. Onun içindir ki Hakk Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, şu âyet-i celîle ile Aliyye'l-Mürtezâ'yı medh ü senâ buyurmuşdur ki, irfandan nasîbi ve hissesi bulunanlara ne güzel bir ibretdir : وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْر۪ي نَفْسَهُ ابْتِغَٓاءَ مَرْضَاتِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ رَؤُ۫فٌ بِالْعِبَادِ ve mine'n-nâsi men yeşrî nefsehü'btigâe merdâtillah, vallahu ra'ûfun bi'l-'ibâd.En yakın arkadaşı Hazret-i Ebûbekir ile çıkmışdı yolculuğa Efendimiz ve bir müddet ikisi bir mağarada konakladılar. İz sürücüler o mağaranın girişine kadar geldiler, hattâ Hazret-i Ebûbekir Efendimiz çok heyecanlandı, endişe etdi, halbuki Resûl-i Ekrem Efendimiz'de hiç endîşe emâresi yokdu. Bilakis arkadaşını teskîn etdi Peygamberimiz, "لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللّهَ مَعَنَا lâ tahzen, innallahe maeânâ" buyurdu, yani, "Üzülme, Allah bizimledir" dedi. Hakîkaten de düşmanlar mağaranın kapısına kadar geldikleri halde, onların içeride olduklarını fark edemediler ve def olup gitdiler. Çünkü Allah emretmişdi, mağaranın girişinde örümcek ağ kurmuş, güvercin de yuva yapmışdı. Allah kendisine hakkıyla tevekkül eden kullarını işte böyle muhâfaza eder. Ateşe girse yanmaz o kişi. Nemrud'un ateşi Halîlullah'ı yakdı mı?
Hicret hâdisesinde daha nice hikmetler, daha nice sırlar var, bizim gücümüz yetmez hepsini anlatmaya. Okuyun Hazret-i Peygamber'in hicretini, en ince teferruatına kadar inceleyin, daha ne hikmetler görecek, ne sırlar keşfedeceksiniz.