3 Kasım 2022 tarihinde yayınlanmıştır.
Nesîm-i çemen-ârâ-yı hamd u senâ ol Mâliküˈl-mülk Vâhibüˈl-âmâl ve Celîlüˈl-celâl Vâcibüˈl- iclâl Pâdişâh-ı bî zevâl ʻAmîmüˈn-nevâl hazretlerinin tarâvet-bahş hadîka-i takdîsi olsun ki cûy-bâr-ı şemşîr-i ʻadl-âyin ile rûy-i zemîni lâlezâr-ı emn ü emân eyledi Ve şeb-çirâğ şükr ü sipâs ol tâcbahş-ı şâhân olan Sultân-ı gayb-dân cenâbının pîrâye-i iklîl-i temcîdi ola ki cevher-i tîğ-i cihângîr-i mülûk-i ʻizâm ile hemîşe ıslâh-ı mizâcı kâinât itdi. Ve leâî-i salâvât ı mütevâsılât Hazret-i risâlet-penâh-ı nübüvvet-dest-gâh ve mesned-nişîn-i Bâr-gâh-ı lî ma’allâh tûtî-i nevâ “ve mâ yentıku ‘ani’l-hevâ”, mu’ciz-nümây-ı “ in hüve illâ vahyün yûhâ”, müşerref-şeref-i “sübhâne’llezî esrâ” ve mukarreb-i gülzâr-ı “mâ zâga’l-basar ve mâ tagâ” Hazretinin nisâr-hâk-i pây-i ‘arş- peymâsı olsun ki leme’ân-ı şemşîr-i şerî’ati il ‘âlemden zulmet-i zulüm ü fesâd gidüp güm-râhân-ı ashâb-ı şekâvet O’nunla râh-ı müstakîme mühtedî oldular.
Ve dahî mübârizân-ı “ve’s-sâbikûne’s-sâbikûn” ve fâizân-ı ‘unvân-ı "ülâike’l-mukarrabûn" âl u evlâd u ahfâd u ashâbına zîver-i tâc u ikbâl ola ki her biri bir tîğ-i elmâs-gûn-i mercân-dîz-gazâ ile hûn-i a’dây-ı dînden sâha-i zemîni hem-reng kân-ı bedahşân kıldılar. Rıdvânullâhi Te’âlâ ʻaleyhim ecmaʻîn.
Bundan sonra maʻlûm ola ki bu ʻabd-i fakîr Halîl bin ʻAli el-Kırîmî bellağahullâhu Teʻâlâ aksaˈl-emânî murâd ider ki tevessülen ve ensâben Seyyidˈl-enbiyâ ve Senedü’l-asfiyâ olan Resûlüˈs-sekaleyn ve Sultânuˈl-kevneyn sallallâhu teʻâlâ ʻaleyhi ve sellemin hilye-i şerîfesini ve talʻatı behiyyesini Türkî lisân ile şerh u beyân eyleyüp aʻzamu selâtîn-i cihân olan halîfe-i rûy-i zemîn zıllullâhi fiˈl-ʻâlemîn zî-bende-i tâc u taht şehr-yâr-i ʻâlî baht serîr- ârâ-yı saltanât-ı ‘Osmaniyye ve şeref-bahşây-ı taht- gâh-ı düvel-i ʻâliyye fermân-ı fermây-ı tâc-dârân ve âsâyiş-peymây-ı ʻâlemiyân hâmi-i memâlik ü büldân ve mâhi-i şerâzime-i zulüm ü ʻudvân maʻdelet-pîşe merhamet-endîşe şevket-âver mehâbet-güster Sultân-ı selâtîn-i zemân hâkân-ı havâkîn-i devrân rükniˈl- İslâm veˈl-müslimîn kehf-i ashâbiˈl-ʻilmi veˈl-yakîn mâlik-i rikâbiˈl- ümem min tavâyifiˈl-ʻarab veˈl-ʻacem Hâdimüˈl-Haremeyniˈş- şerîfeyn elâ ve hüveˈs-sultân ibnüˈs-sultânüˈs-sultân Mustafâ Hân ibn-i Sultân Ahmed Hân halledallâhu şümûse saltanâtihi nâiyeten ʻaniˈz-zevâl ve bi-devr-i devletihi sâbiteten ʻaleˈl-kemâl ve ebbede râyâti maʻdeletihi mansûreten menşûraten ve âyâtı midhatihi mütelevveten mezkûraten hazretlerinin rikâb-ı hümâyûnlarına ʻarz olundu.
Maʻlûm ola ki şemâil-i şerîf şârihlerinden Aliyyü’l-Kârî ʻaleyhi rahmetüˈl-bâri ve İbn-i Hacer Heysemî beyân etdiler ki fahri ʻâlem sallâ’llâhu teʻâlâ ʻaleyhi ve sellem hazretlerinin hilye-i pâkini bilmede fâide çokdur. Cümleden biri bir âdem rü’yâda gördükde evsâf-ı şerîfe hadislerde vâride olan hilye-i latîfeye müvâfıka ise tahkîk Peygamber ʻaleyhisselâmı görmüş olur. Zîra şeytân-ı la'în ol sûret-i münîfeye dâhil olmağa kâdir değildir. Allahu Teʻâlâ Hazretleri zümre-i enbiyâ ʻaleyhimüsselâmı ol mekrûhdan sıyânet etmişdir. Ve ol rü’yâyı taʻbîre hâcet yokdur. Ve gördüğü Peygamber sûreti değildir deyu zannetmek hatâdır. Ve rü’yâda gören kimsenin zünûbu mağfûredir deyu eserde vârid olmuşdur. Ve eğer hilye-i şerîfeye mutâbık görürse sünnet-i şerîfesiyle ʻâmil olduğuna ʻalâmetdir ve eğer ol Sultân'ı tebessüm ü beşâşet üzere görürse yine tarîkat-ı ʻaliyyesinde olan zümre-i celîleden olduğuna nişândır ve eğer abûs u azbân olduğu hâlde görürse yâhûd aʻzâ-yı şerîfesinde noksan yâhûd bir ʻayb görürse kusûr görendedir, sünnet-i şerîfesine halel virmişdir, ıslâhına saʻy eylesin. Zîrâ fahr-i ʻâlem sallallâhu teʻâlâ ʻaleyhi ve sellem Hazretleri musaykal u mücellâ mir’âte benzer bir âdem ol Sultân'ı görse anda kendi zâtını görür. Hüsn ise hüsn, kabîh ise kabîh görür. Hâsıl-ı kelâm hilye-i kerîmesin bilüp rü’yâda görenlere fâide-i ʻazîme hâsıl olur. Ne tarz üzre görürse ol gördiği fahr-i ʻâlem ʻaleyhisselâmdır. Bir fâide dahî budur ki Hazreti ʻAli kerremallâhu vechehûdan mervîdir ki “Resûlümüz Resûlüˈs-sekaleyn ve seyyidüˈl- kevneyn sallallâhu te’âlâ ʻaleyhi ve sellem buyurmuşlar ki 'her kim benden sonra benim hilye-i pâkimi görse gûyâ beni görmüş gibidir ve her kim bana şevken ve mehabbeten benim hilye-i şerîfime nazar eylese Hakk Sübhânehû ve Teʻâlâ Hazretleri ol kul üzerine nâr-ı cehennemi harâm ider ve ol kulu fitne-i kabirden emîn ider ve ol kul yevm-i kıyâmetde ve rûz-i cezâda ʻuryân haşr olunmaz'”.
Ve yine cümle-i fevâidden biri de budur ki Hazret-i Şeyh-i cihân Sadruddin Konevî kaddesallâhu sırrahû buyururlar ki “Her kim hilye-i Resûlullâh yazup bazı kerre nazar eylese Hakk Teʻâlâ ol kulu mevt-i ficâeden ve sû-i hâtimeden ve cümle belâlardan emîn eyleye ve ana hac ve iʻtâk sevâbın virüp ve anın vücûdunı cemî-ʻi emrâzdan ve âlâm-ı dünyeviyye ve ekdâr-ı uhreviyyeden masûn idüp ömr-i tavîl ile muʻammer eyleye ve bu hilye-i şerîfe oldığu hânede elem ü keder ve gam u gussa olmaya ve şeytan-i racîm ol hâneye girmeyüp dâima ol hâne ehli sürûr u safâda dâim olalar.
Ve maʻlûm ola ki bu risâlede zikr olunan hilye-i münevvere fudalâ-i muhaddisînden Şeyh Ebüˈl-Fadl Kâdî İyâz rahimehullâhu teʻâlâ meşhûr u mergûb olan Şifâ-i Şerîf nâm kitâbında ve kütüb-i sünen ashâbından İmâm Hâfız Muhammed bin ʻÎsâ Tirmizî Şemâil-i Şerîf nâm kitâbında senedleriyle îrâd eyledikleri hadisler ile mahfûza ve mazbûta olan hilye-i tayyibedir.
Kâle el-İmâmüˈt-Tirmizî bi senedihî ʻan ʻAli İbn-i Ebî Tâlib radıyallâhu teʻâlâ ʻanhu kâle lem yekün Resûlullâhi sallallâhu teʻâlâ ʻaleyhi ve sellem biˈt-tavîliˈl-mümmegati velâ biˈl-kasîriˈl-müteraddidi. İmâm Tirmizî senediyle Hazreti ʻAli b. Ebû Tâlib radıyallâhu te’âlâ ʻanhdan rivâyet ider buyurmuşlar ki fahr-i ʻâlem sallalllâhu teʻâlâ ʻaleyhi ve selllem hazretleri uzun boylu değil idi ve aʻzâsı biribirine tedâhül etmiş gibi kısa boylu dahi değil idi. Mümmegat ism-i fâ’ildir. Aslında münmegat idi. Nûn mîme kalb ve idgâm olundu. İnmigât infi’âl bâbındandır. Nehâr-ı imtidâd üzere olsa “inmegate’n-nehâru” derler. Lâkin İmâm-ı Cezerî rahimehullâhu te’âlâ tef’îl bâbından ism-i mef’ûl deyip gayn-ı mu’cemenin teşdîdiyle tashîh eyledi. Mütereddid ism-i fâ’ildir. A’zâsı biribirine tedâhül etmiş kimsedir.
“Ve kâne rab’aten minel kavmi” Fahr-i ‘âlem salla’llâhu Te’âlâ ‘aleyhi ve sellem cemâ’at-i nâs içinde orta boylu tavîle mâil idi deyu tasrîh eylediler. Rab’a râ’nın fethi ve bâ-ı muvahhidenin sükûnu ile orta boylunun bir nev’îne derler ki tûle mâil ola. Lâkin erbâb-ı sîret dediler ki “kangı uzun boylu âdem fahr-i 'âlem sallallâhu te’âlâ ‘aleyhi ve sellem ile berâber dursa ol âdeme tûlde galebe ederlerdi. Ayrıldıkda yine olduğu gibi görünürdü. “Lem yekün bi’l-ca’di’l-katati”. Mübârek saçı ve sakalı ziyâde mübâlağa üzere kıvırcık değil idi .Ca’d, fels vezninde kıvırcık demektir. “Velâ bi’s-sebti”. Mübârek saçı ve sakalı düz ve doğru dahi değil idi. Sebit, feth-i mühmile ve kesr-i bâ-i muvahhide ile fethi ve sükûnu câizdir. Müstersel ve müsterhî olan nesnedir. “Kâne ca’den racilen”. Bu cümle mâ-kablini beyândır. Ya’nî mübârek saçı ve sakalı ne pek kıvırcık ve ne pek düz ikisi ortası idi. Racl, râ’nın fethi iledir. Lâkin cimin de feth ve zamm ve kesr ve sükûn câizdir.
“Ve lem yekün bi’l-mütahhemi velâ bi’l-mükelsemi,” mübârek yüzi etlü ve hadd-i şerîfleri ziyâde mürtefi’ değil idi. Kezâlik mübârek yüzü değirmi dahi değil idi. Mütahhem ve mükelsem ikisi dahî ism-i mef’ûldür. Evvelkisi tef’îl, ikincisi dahrece bâbındandır. Tathîm semizlikden çehrede olan intifâhdır. Kelseme çehrede tedvîrdir. Lâkin bi’l-külliye tedvîr inkâr görünmekle def’i içün “Ve kâne fî vechihî tedvîrun” dedi. Ya’nî mübârek vechinde nev’an-mâ tedvîr var idi .Hakîkatde tûle mâil idi. Fî kelimesi cüz’iyyet ifâde eder, gaflet olunmaya! Tedvîrde olan tenvîn dahi taklîl içündür. Velhâsıl mübarek yüzü beyne’t-tedvîr ve’l-istitâle idi. İmâm-ı Püştî’nin ihtiyâr etdiği ma’nâyı şerîf budur.
“Ebyazu müşerrebün” mübârek cesed-i şerîfi ebyaz idi. Lâkin beyaza levn-i humret muhâlata etmiş idi. Asma'î’den bu ma’nâyı ‘Allâme-i Zemahşerî Fâik nâm kitâbında nakl eyledi. Nihâye sâhibi İbn-i Esîr’dir ki müşerreb kelimesi gerek if’âlden ve gerek tef’îlden bir levne levn-i âhar muhâlata etmeğe derler husûs humret anlanmaz. Lâkin cevâb veril,r ki müşerreb ma’nây-ı sâbıkda menkûl-i örfi olmak câizdir. Ve Asma'î fenn-i lügatte muktedîdir ve hadis-i âharda “Leyse bi’l ebyazi’l-emhaki velâ bi’l-âdemi” vârid oldu. Ya’nî fahr-i ‘âlem sallallâhu te’âlâ ‘aleyhi ve sellem kireç beyazı gibi ebyaz değil esmer dahi değil idi. Ve hadis-i âharda “ezherü’l-levni” vârid oldu. Ya’nî levn-i şerîfi münevver idi demekdir. Bu hadisler dahi ma’nâ-yı evveli takviye eder. Lâkin Enes Hazretlerinden “esmerü’l-levni” rivâyet olundu. Ya’nî İmâm-ı Tirmizî rivâyet eder. Bu rivâyet rivâyet-i sâbıkada olan ebyaz rivâyetine muhâlif olur deyu suâl olunursa evvelâ cevâb veririz ki esmerü’l-levn lafzını rivâyet eden sıgâr-ı tâbi’înden Humeyd’dir. Münferid olduğu halde Enes Hazretlerinden rivâyet etmişdir. Ve ammâ ebyazu müşerreb lafzı rivâyet edenler on beş ‘aded ashâb-ı kirâm’dır. Vücûh-i tercîh bundadır ve sâniyen mezkûrden igmâz olunsa esmerü’l-levn demek ebyazu emhak ma’nâsını nefy içindir. Ya’nî esmer demek kireç beyazı gibi ebyaz değil idi demek ola. Bazılar dediler ki şemse zâhir olan a’zası esmer ola. Mervân der ki rakabe-i şerîfesi fıdda-i beyzâ’ gibidir deyû vârid oldu. Rakabe ise şemse zâhir olan a’zadandır. Mesalâ ısâm-ı şems Peygamber sallallâhu te’âlâ ‘aleyhi ve selleme te’sîr etmez, zîrâ üzerinde dâim bir pâre bulut dururdu deyû cevâb-ı mezkûru reddetmek sadedinde oldu, gaflet etdi ki ol pâre bulut nübüvvetden evvel idi. Nübüvvet geldikde ana hâcet kalmadı, ref’ olundu deyû ‘ulemâ-i hadîs beyân etdiler.
“Ed’acü’l-ayneyni”. Mübârek gözleri vâsî’ ve siyâhı gâyetde siyâh, beyazı gâyetde beyaz idi. Sâhib-i Nihâye böyle ma’nâ vermişdir. Kezâlik Sıhâhu Cevherî’de ma’nâ budur. Lâkin Kâdî İyâz, şedîdü sevâdi’l-hadekati deyüp iktifâ etmişdir. Şürrâh, evvelki ma’nâyı tercîh etdiler.
"Ehdebü’l-eşfâri”. Mübârek kirpikleri uzun idi. Eşfâr, şüfrenin cem’îdir. Şüfre deyû göz kapağının tarafına dirler onda kirpik olur .
"‘Azîmü’l-müşâşi ve’l-ketidi". Mübârek omuz başları ve dizleri irice ve kemiklice idi. Gâyet kuvvet ve şecâ’ate delâlet etmekle merğûb u memdûhdur. Müşaş, zamm-ı mîm ve mu’cemeteyn ile kemik başlarıdır. Ketid, feth-i kâf ve kesr-i tâ-i müsennât-ı fevkiyye ile omuz başıdır. Ecredü, cesed-i şerîfinde kıllar yoğ idi. Lâkin murâd-ı ekser cesedinde demekdir. Zîrâ kollarında ve sâklarında ve sadr-ı şerîfinin a’lâsında kıl olduğu rivâyet ile sâbitdir. "Zû mesrubetin" ya’nî mesrube, saçı idi. Sadr-ı şerîfinden göbeğine varınca hat gibi ince kıllar var idi. Mesrube, mekrume vezninde şa’r-ı rakîk demekdir.
“Şesnü’l-keffeyni ve’l kademeyni". Mübârek elleri ve ayakları etlice idi. Böyle iken harîrden yumuşak olduğu mervîdir. Şesn, şîn-i mu’ceme ve sâ-i müsellese ile fels vezninde etli demekdir, lahîm gibi.
"İzâ meşâ tekalle’a ke ennemâ yenhattu min sabebin". Yürüdükde mübârek ayağını yerden fevk ile kaldırırdı. Mekân-ı ‘âlîden inişi aşağı gider gibi âsân vech üzere yürürdü. Mütekebbirler gibi yürümez idi. Sabeb, fethateyn ile mekân-ı ‘âlî demekdir.
“Ve ize’l-tefete’l-tefete me’an”. Bir kimseye nazar etmek murâd eylese bütün cesed-i şerîf ile ikbâl u iltifât edüp ol kimsenin hâl u şânına ihtimâm ederdi. Mütekebbirler gibi yalnız baş ile ya göz ile iltifât etmez idi.
"Beyne ketifeyhi hâtemü’n-nübüvveti”. İki ketfi beyninde âhirü’l-enbiyâ olduğundan ‘alâmet içün nübüvvet hâtemi var idi. İki ketfi ortasında dedikleri takribîdir. Tahkîk budur ki sol ketfinin yanında gudrûf ki ana Türkîde kürek kemiği derler, anın üzerindedir deyu Süheylî tasrîh eyledi. Fahr-i ‘âlem salla’llâhu Te’âlâ ‘aleyhi ve sellem Hazretlerinin bu hâtem-i şerîfi vakt-i vilâdetinde var mı yoksa vilâdetinden sonra mı vaz’ olundu, ihtilâf vardır ve ol hâtem güğercin yumurtası mikdârında idi. Ve levni humreta mâil idi. İmâm-ı Tirmizî ‘indinde sâbit olan budur. Lâkin İmâm-ı Müslim levni cesed-i şerîfi levninde idi demişdir. Ve üzerinde "Muhammed Rasûlullâh" mektûb idi. Ve bu hâtem-i şerîf, Resûlümüz ‘aleyhisselâm dünyâdan âhirete teşrîf buyurdukda vücûd-i şerîfinden ref’ olunmuşdur deyû Şihâbüddin, Şifâ-i Şerîf şerhinde tasrîh eylemişdir.
“Ve hüve hâtemü’n-nebiyyîn”. Fahr-i ‘âlem sallallâhu te’âlâ ‘aleyhi ve sellem, cümle enbiyâ-i kirâmın hâtemi ve sonudur. O’ndan sonra peygamber gelmez. Şerî’at-i şerîfesi kâmile olmakla neshden münezzehdir. Gayri peygambere hâcet yoktur. Hâtemü’l-enbiyâ’ olduğu kat’î ve yakînîdir. İnkâr eden kâfir olur. Hazret-i İsâ ‘aleyhisselâm semâdan nâzil oldukda Peygamberimiz ‘aleyhisselâmın şer’î ile hüküm edüp ve etbâ’ından olmakla iftihâr etse gerekdir. Hâtemü’l-enbiyâ’ olduğuna münâfî değildir. Belki müekkiddir. Hâtem, feth-i tâ ve kesriyle câizdir.
“Ecvedü’n-nâsi sadran”. Sadr-ı şerîfi ya’nî kalb-i şerîfi cümle nâsdan ziyâde sehî ve cömerd idi. Zehârif-i dünyâ ve ‘avârif-i Mevlâ’dan bir şey’e buhl etmez idi . Cûd u sehâsı tîyb-i kalb ile seciyyet u tabî’at idi, tekellüf ile değil idi. Sadran temyîz olmağla fâ'îl ma’nâsı verildi. Ve zikr-i mahal ve irâdet-i hâl yâhûd ahad-i mecâzeyn ile âhir murâd oldu. Bu ma’na-yı latîf ecved, cûddan müştak olursa der bazılar ecvedü cevdetden müştakdır dedi ve cevdet, feth-i cîm ile vüs’at ma’nâsınadır. Ya’nî kalb-i şerîfleri vâsi’ idi. Melâlet gelmez idi. Ve bazılar ecved, cûdeden müştakdır, cûde zamm-ı cim iledir. “Câde izâ sâra ceyyiden” derler. Ya’nî kalb-i şerîfleri cümle kulûbdan ahsen ü ceyyiddir. Zira rezâilden müberrâ ve ahlâk-ı fâzıla ile muhallâdır.
“Ve esdaku’n-nâsi lehceten”. Cümle nâsın lisân ve kelâm cihetinden esdakı idi. Ya’nî kelâmı vâkı’a mutâbık idi. Asla kizb ya’nî vâkı’a muhâlif kelâm kendinden sâdır olmadı. Lehce, feth-i lâm ve sükun-i hâ ve cîm ile lisân ma’nâsınadır, murâd-ı kelâmdır.
“Ve elyenühüm arîketen”. Cümle nâsdan tabî’at cihetinden mülâyemeti ekser idi. Nefret ve gılzat üzere değil idi.
“Ve ekremühüm aşîreten”. Kabîlesi cümle kabâilden ekrem idi. ‘Aşirenin vezni ve ma’nâsı kabîle gibidir. Câmi’u’l-usûl rivâyetinde ‘ışre gelmişdir. Kesr-i ‘ayn-i mühmele ve sükûn-i mu’ceme ile sohbet ma’nâsınadır. Ya’nî musâhabet ve mu’âşeret etmede nefret u gılzat etmez idi.
“Men ra'âhu bedîheten hâbehu”. Bir kimse fahr-i ‘âlem sallallâhu te’âlâ ‘aleyhi ve sellemi ibtidâda görse heybet-i semâviyyesi olmakla havf ederdi. Belki a’zâsı titrerdi. Hattâ tesliye edüp “korkmayın, melik-i cebbâr değilim" derdi.
“Ve men hâletahu ma’rifeten ehabbehu”. Bir kimse ol Sultân-ı ‘âli cenâb ile ihtilât edüp sohbet eylese muhabbet ederdi. Ve vâlideyninden ve cemî’ nâsdan belki kendi cânından ‘azîz bilirdi.
“Yekûlu nâ’itühu lem era kablehu ve la ba’dehu mislehu”. Ya’nî fahr-i 'âlem sallallâhu teâlâ ‘aleyhi ve sellem Hazretlerin vasf eden kimse ki Hazret-i Ali kerramallâhu vechedir, tafsîl üzere vasf etmeden ‘acz izhâr edüp, icmâl üzere andan evvel ve andan sonra olan mevcûdâtda ana nazîr olur kimse bilmem deyu cezm iderdi. Nazîri yokdur demeden kinâyedir. Allahu Te’âlâ, hakîkat-i hâle ‘âlimdir.
İlâhi! bu hilye-i şerîfe ile mevsûf olan Habîb-i Ekrem’in hürmetine evvelen hâdim-i hilye-i latîfe olan fakîri ve sâniyen ta’zimen ve mehabbeten okuyup ve istinsâh eden ihvânları ve sâlisen cemî’ ümmet-i Muhammed’i dünyâda şeriat-i garrâsıyla âmilînden edüp ve sünnet-i ‘aliyyesinden zerre kadar inhirâfdan sıyânet edüp, tarîkat-ı Muhammediyyesi üzere imân hatimler müyesser edüp rûz-i cezâda şefâ’at-ı 'uzmâlarına.mazhar edüp ma’iyyet-i se’âdet refâkatiyle cennetde civârında iskân eyle. Âmîn. Ve sallallâhu ‘alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihi ecma’în. Ve’l-hamdu li’llâhi Rabbi’l-‘âlemîn.
Bu hilye-i şerîfe, Halil b. Ali el-Kırımî tarafından yazılmış olup, o devrin pâdişâhına takdîm edilmişdir. Aslı Topkapı Sarayı Müzesi Emanet Hazînesi Kitaplığındadır. Yazmanın tarihi 1184/1770'dir.