Hızır ile Mûsâ Kıssasındaki İncelikler

2 Mart 2024 tarihinde yayınlanmıştır.

Hazret-i Musa

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri, Hızır ile Mûsâ kıssasındaki, "هٰذَا فِرَاقُ بَيْن۪ي وَبَيْنِكَۚ" âyet-i celîlesi hakkında buyuruyorlar ki :

Yani mürîd ve mürşid arasında olan i'tirâz sebeb-i beynûnet ve firâkdır. Mûsâ ise Hızır'a aleyhimesselâm irâdet sûretinde ittibâ' etmiş idi. Çünki şart-ı tarîk mefkûd oldu ki her mâddede teslîmdir, lâ-cerem istifâde dahi ma'dûm oldu. İşte yalnız mürşide vusûl kifâyet etmedi, belki evvel hüsn-i i'tikâd ve sâniyen teslîm lâzım geldi. Zîrâ irâdet sûretden ma'nâya intikâl içindir. Her sûret için ise bir ma'nâ vardır, gerek ol sûret bi-hasebi'z-zâhir mahbûbe olsun ve gerek mekrûhe olsun. Çünki ma'nâ mahbûb ola, sûretin mekrûhe olduğu zarar vermez. Zîrâ âlem-i hakîkat bir gülşen gibidir ki havlîsi hârdır.

Ve Hızır'ın Mûsâ'ya ibrâz etdiği üç sûret mekrûhe idi ki vücûd-i insânîde olan ahvâle işâret idi. Evvelâ hark-ı sefîne idi ki sefîneden murâd sefîne-i vücûddur ki deryâyı sûretde câriyedir. Ve onun ashâbı mesâkîndir ki a'zâ ve kuvâdır. Mesâkîn oldukları budur ki taraf-ı rûhdan dem-be-dem imdâd ve te'sîre muhtâclardır. Zîrâ fakr-ı zâtîleri vardır. Rûh ise ilâhîdir ki âlem-i vücûb ve kıdem ve emrdendir. Bu cihetden Allâhu Teâlâ buyurur : "يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَٓاءُ اِلَى اللّٰهِۚ"

Ve ol sefîneye zulm murâd eden melik nefsdir ki deryâ-yı sûret ve âlem-i mülk-i enfüsîye ziyâde tasallut ve istîlâsı vardır. Ve onu hark etmek, riyâzatla eczâ-i ta'allukâtını biribirinden cüdâ kılmakdır ki bu farkda ayn-ı cem' vardır. Ve nefs ten-perverdir ki teng-i riyâzatla münkesir olduğun istemez. Makâm-ı hakîkatin hükmü ise inkisârdır. Zîrâ terkîb-i vücûd münhall olmadıkça sırr-ı ehadiyyet zuhûr etmez. Bu cihetden terkîb fark ve ehadiyyet cem' oldu. Pes, her kim terkîbi fekk etmediyse sûretden ma'nâya ve farkdan cem'e ve kesretden vahdete ve fer'den asla ve fasldan vasla ermedi. Bu vechden ten-perver olanlar hakâik ve agdiye-i rûhâniyyeden mahrûm kaldılar.

Ve ehl-i şerî'at-i zâhire burada böyle riyâzatla inkisâr-ı vücûda kâil olmazlar. Zîrâ zâhir-bînler ve sûret-perestlerdir ki verâ-i inkisârda ne makûle cebr var idiğin bilmez, belki onu ehl-i şerî'at-i bâtıne bilir. Onun için bilenler i'tirâz eylemezler, bilmeyenler eylerler. Bu yüzden i'tirâz, ma'nâya vusûle ve vech-i murâdı müşâhedeye hicâb-ı 'azîm oldu. Binâen 'alâ hâzâ mürîde şart-ı vâcibdir ki şeyhe i'tirâzı terk eyleye.

Nazar eyle ki Cenâb-ı Nübüvvet sallallâhu aleyhi ve sellem Gazve-i Uhud'dan 'avdetlerinde tarîkde ashâbını halka eyleyip, "Durunuz, Rabbime hamd edeyim" diye buyurdular ve ol vakitde kendilerine ilhâm olunan kelimât ile hamd ve senâ eylediler. Maahâzâ cây-i tevakkuf ve mahall-i i'tirâz idi ki ol gazvede sahâbeye inkisâr-ı 'azîm vâkı' olmuş ve vücûd-i Nebevî dahi altı yedi vech ile eser-i ta'n ve kesr-i dendân ve cerâhat bulmuş idi. Fe emmâ, "قُلْ بَلْ مِلَّةَ اِبْرٰه۪يمَ حَن۪يفًاۜ" ve dahi, "اِنَّ الدّ۪ينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ۠" mûcebince kalb-i şerîfleri küdûretden sâfî ve Hakk'a teslîm ve inkıyâdları vâfî olmakla vâkı' olan celâlin tahtında cemâl müşâhede etdiler ve kemâl-i ma'rifetlerinden hamd ve senâ yoluna gitdiler.

Pes, burada Mûsâ ile Cenâb-ı Nübüvvet'in farkı zâhir oldu. Zîrâ gayrın hakkında vâkı' olan nesneye sabr ve tahammül etmeyen kendi vücûdunda vâkı' olana bi tarîki'l-evlâ sabr etmez. İşte 'ârifler kemâli kemâl-i Muhammedî'den ahz etmek gerekdir ki nefs-i Muhammed bu makûle mevâddda Hızır'ın irşâdına muhtâc olmayıp belki Hızır O’nun irşâdına muhtâc olduğu gibi onlar dahi Muhammed'den gayrıya muhtâc değillerdir. Ve Hızır'ın onlara nefes verdiği, Hızır ashâb-ı Muhammed'den olup hâdimi ümmet olmakladır. Fa'rif cidden.

Sâniyen katl-i gulâm idi ki rûh ve cesedin izdivâcından hâsıl olan hevâ-yı nefs idi. Hevâ ise ebgazu'l-ma'bûdâtdır. Kâle Teâlâ : "اَفَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُ". Ve bu hevâdan murâd, taallukât-i mâsivâ ve şehevât-i ekvândır ki onunla cesed ve rûh ve zâhir ve bâtın fesâd kabûl eder. Onun için Kur’ân’da gelir : "قُلِ اللّٰهُۙ ثُمَّ ذَرْهُمْ ف۪ي خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ". Yani ma'bûd-i hak, celâl ve cemâli müştemil olan zât-i mutlakdır ki taalluk O'na lâzımdır. Ve taalluk-i mâsivâ, havz-ı bâtıl makûlesindendir. Bu cihetden tâife-i sôfiyye leyl ü nehâr zikr ve tevhîde iştiğâl gösterirler ki havz-ı bâtıldan halâs ona menûtdur.

Pes, Hızır hevâ-yı nefsin başını kopardı ki şehvet dedikleridir. Ve bu şehvetin inkıtâıyla insân dahi mertebe-i melekiyyete erişdi ve akl-ı sırf kaldı ve onunla akl-ı evvele ittisâl buldu. Zîrâ şehvet anâsırın ahkâmından idi. Anâsır ise süfliyye ve akl ulvîdir. Ve ehl-i şerîat-i zâhire şehvetin inkıtâını istemezler, belki onu sebeb-i memât add ederler. Fe-emmâ ehl-i şerîat-i bâtıne indinde bâis-i hayâtdır. Nitekim demişlerdir : "أقتلوني يا ثقاتي إ ن في قتلي حياتي uktulûnî ya sikâtî inne fî katlî hayâtî". (Öldürün beni dostlarım. Zirâ ölümüm hayâtımdır benim).

Pes, buradan şehîdlik mertebesi ne idiği ma‘lûm oldu. Zîrâ şehîd muhârebede re'si kat' olunan kimsedir ki ona “şehîd-i şer'î” derler. Ve onun mertebesi merâtib-i mukarrabînin bidâyetidir. Ve şehîd-i hakîkî odur ki meydân-ı mücâhede ve riyâzatda ser-i hevâ olan şehvet kat' oluna. Ve onun mertebesi tabakât-i mukarrabînin nihâyetidir. Zîrâ şehîd-i şer‘î yalnız rûhi hayvânîsinden cüdâ düşdü ki “dem” dedikleridir. Zîrâ şehîdlik bu demin cereyânıyladır. Ve şehîd-i hakîkî bu demin taallukātından halâs oldu. Maksûd-i a‘zam ise sûretin fenâsı değildir, belki sûretin bekāsı ve ahkâmının fenâsıdır. Nitekim Mansûr’dan da‘vâ-yı hakkıyyet sâdır oldukda âlem-i ma‘nâda Cenâb-ı Nübüvvet’e -sallallâhu aleyhi ve sellem mülâkî olıcak “Yâ Mansûr, şerîatımdan taş kopardın, seri vermek gerekdir” buyurdular. Mansûr, bundan fenâ-i zâhir fehm edip âhir berdâr oldu. Feemmâ muktezâ-yı hakîkat bu idi ki kelâm-ı Nebevî’den sonra terk-i da‘vâ eyleye ki seri vermek bu da‘vâdan fenâya remzdir.

İşte Hızır'ın zâhir başını kopardığı, bâtın başını koparmağa işâret idi. Zîrâ insânın hiss ile ülfeti olmakla sûret yüzünden tasvîr olunmak fehme akrebdir. Mûsâ, ol kat'ı bi-gayr-i hakk kıyâs etdi. Zîrâ sûretde mûcib yok idi. Fe-emmâ ma'nâda vâr idi ki arz-ı vücûdun salâhı hakk-ı rûh idi. Zîrâ rûhun bu arz-ı vücûda hubûtu, memleket-i mülkde tasarruf ve tahsîl-i kemâlât-i rûhâniyye idi. Hevâ ve şehvet ise arz-ı vücûdu ifsâd etdiler. Böyle müfsid ve müte'addî harâmîleri ise katl etmek vâcibdir, tâ ki nizâm-ı 'âlem hâsıl ola ve tarîk-ı Hakk munkatı' olmaya. 

Ve maktûl olan gulâm olmak ilâcı vâkı'ayı kable'l-vukû' görmeğe ve fi'l-mesel yol karîb iken dönmeğe işâretdir. Ve hadîsde gelir ki, Hızır'ın katl etdiği gulâm, küfr üzerine matbû' idi. Pes, meâl i'tibâriyle katl olundu. Ve ba'zı ehâdîsde sıbyânın mahşerde imtihân olundukları sırr-ı mezkûra dâirdir. Zîrâ onun ki şekâvet-i zâtiyyesi vardır, emr-i ârız ile sa'îd olmaz, Şeytân'ın hâli gibi. Ve şol sabî ki küfr üzerine matbû'dur, maktûl-i Hızır gibidir ki hâl-i sabâvet ve 'adem-i teklîf ve fıtrat-i asliyyesine i'tibâr olunmaz. Zîrâ fıtrat-i asliyye kâbiliyyetine işâretdir. Kâbiliyyet ise bi'l-fi'l sa'âdeti müstelzim olmaz ve illâ cümle-i nâs mü'min olurdu. Nitekim hadîsde gelir : "Külli mevlûdin yûledu ale'l-fıtrati sümme ebevâhu yühevvidânuhû ve yunassırânehû ve yümeccisânehû" (Her doğan fıtrat üzere doğar, sonra ana babası onu yahûdî, hıristiyan, mecûsî yapar). Yani yalnız fıtrat-i asliyye üzere olmak kifâyet etmedi ki kâbiliyyet-i asliyye sa'âdet-i ezeliyyeyi muktazî değildir.  Pes, kâbiliyyet başka ve sa'âdet başkadır. Bu cihetden tehvîd ve tansîr ve temcîs ol kâbiliyyeti tağyîr edip kâbili şekâvet-i zâtiyyesine döndürdü ve ortada bi-hasebi'l-ârız mü'min olmak dahi müfîd olmadı. Anın için bazılar mürted oldular.

Sâlisen, ikâmet-i cidâr idi ki tahtında bir yetîm için mâl-i medfûn var idi. Ve ol yetîmden murâd, yetîm-i kalbdir ki nefs ve tabî'at mertebesinin hevâ ve şehveti ve rûhun mâsivâya meyli kat' ve katl olundukdan sonra hizâne-i Hakk'da yetîm kalmış idi. Ve onun defînesi esrâr-ı ilâhiyye idi. Velâkin henüz tıfl gibi olup feyz-i ilâhî ile perverişe muhtâc olmakla hilâfet mertebesine gelince setr olunup badehû ızhâr olundu. Zîrâ şîr-hâr olan tıflın gayrı gıdâya tahammülü yokdur. Ve bülûğa dek dahi mahall-i esrâr değildir. Çünki bülûğ hâsıl ola, bâliğ vâsıl olur ve vâsıl kâmil olur ve kâmil her mertebenin hükmünü vermek mertebesine nâil olur. İşte ism-i a'zam dedikleri budur ki halîfenin ismidir.

Ve hadîsde gelir : "كُنتُ يتيماً في ال صغر وغريباً في الكبر küntü yetîmen fi's-sıgar ve garîben fi'l-kiber". Yani hâl-i sıgarda yetîm olduğu hızâne-i Hakk'da olmasıdır. Zîrâ Ebû Tâlib hızânesinde olmak sûrîdir. Ve hâl-i kiberde garîb olduğu, gurbet-i hakîkıyyeye remzdir ki ol gurbetde kendinden gayrı kendine âşinâ yokdur. İşte Hızır ol yetîmin mâlını ecânibden muhâfaza için ikâmet-i cidâr eyledi ki setr mertebesine işâretdir. Ve bu remzden ötürü Kur`ân'da gelir : "وَلَا تَقْرَبُوا مَالَ اليَتِيمِ velâ takrebû mâle'l-yetîm". Yani Cenâb-ı Nübüvvet'in husûs üzerine mertebesine kurb istemeyiniz. Zîrâ onun husûs-ı mâlına cemî'-i 'âlem ecânibdir. Ecnebî ise karîbden mîrâs almaz. Ve aldığı dahi sadakadır ki kendi istihkâkı kadardır.  

El-hâsıl hark-ı sefîne, şer' ile ıslâh-ı tabî'ata ve katl-i gulâm, tarîkat ile ıslâh-ı nefse ve ikâmet-i cidâr, makâm-ı ma'rifet ve hakîkatde setr-i hâle işâretdir. Fahfazhu.

֎

Listeye geri dön