14 Şubat 2022 tarihinde yayınlanmıştır.
Adı Muhammed, künyesi Ebû Hâmid, nisbeti el-Gazâlî et-Tûsî'dir. Kendisine Hüccetü'l-İslâm lakabı verilmişdir. Yalnız bu lakab bile kendisinin ne büyük bir âlim olduğunu göstermeğe yeter. İmâm-ı Gazâlî, hiç şübhesiz gelmiş geçmiş bütün İslâm âlimleri arasında müstesnâ bir mevkiye sâhibdir, yani eşi menendi yokdur.
1058 yılında İran’ın Horasan bölgesinde, o zamaki adıyla Tûs, bugünki adıyla Meşhed'de Gazâle köyünde dünyâya gelmişdir. Gazâlî nisbeti doğduğu köyün adından gelmekdedir. İlim tahsîline doğduğu yerde başlamış, sonra Cürcan'a gitmiş ve beş yıl kadar tahsîle orada devâm etmişdir. Sonra Nişâbur'a gitmiş ve Nizâmiye Medresesine girmiş ve o devrin en meşhûr âlimlerinden Cüveynî'nin talebesi olmuşdur.
Dehâ seviyesinde bir zekâya, çok kuvvetli bir hâfızaya sâhib olan İmâm-ı Gazâlî Hazretleri, aynı zamanda çok da çalışkandır ve bu sâyede kısa zamanda pek çok ilmi âdetâ su gibi içmişdir. Nitekim kendileri, "Küçük yaşdan beri hakîkatleri kavramağa susamış olmak fıtrî bir âdetimdir" buyuruyorlar. İşte bu şevk ve istidadları sebebiyle, daha çok genç yaşda, başda fıkıh olmak üzere kelâm, felsefe, akâid ve lisân ilimlerini en ileri seviyede öğrenmişdir.
"Gazzâlî derin bir denizdir" diyen hocası, ona hayranlık duymuş ve gıbta ile bakmışdır. Hocası Cüveynî, talebesinin el-Menhûl adındaki kitâbını görünce hayrânlığını şu şekilde dile getirmiş, "Beni sağ iken mezara gömdün, ölümümü bekleyemez miydin?" demişdir. O devrin âlimlerinden Abdülgâfir el-Fârisî, onun hakkında, "İslâm'ın ve müslümanların hücceti, din önderlerinin imâmı, konuşma ve ifade kabiliyyeti, mantık, zekâ ve tabiat itibariyle benzeri görülmemiş bir kişi" der.
Hocası Cüveynî'nin vefâtı üzerine, ilmî çalışmalarını büyük devlet adamı ve ilmin hâmîsi Nizâmülmülk'ün himâyesinde sürdürmüşdür. Nizâmülmülk, daha yirmi sekiz yaşında bulunan İmâm'a büyük saygı göstermiş ve kendisini bir kaç sene sonra Nizâmiye Medresesi müderrisliğine tayin etmişdir. Dört yıl süren bu vazîfesi esnâsında telifata da başlamış, pek çok eser vermişdir.
Bu dönemde kelâm, felsefe ve tasavvuf üzerinde duran Hazret-i İmâm, şân-şöhret sâhibi ve herkesin gıbta etdiği bir mevkide bulunmasına rağmen, bir müddet sonra rûhî bir bunalıma girmişdir. Bu hâlini el-Munkız adlı eserinde anlatan Hazret-i İmâm, iç âleminde büyük bir muhâsebe ve mücâdele yapmış, bu hâlden kurtulmak için makâmı mevkiyi terkedip Bağdad'dan ayrılmaya niyet etmiş ama bunu hemen gerçekleşdirememişdir. İçine düşdüğü derin bunalımdan bir çıkış yolu bulamadığı için sıhhati bozulmuş, yemeden içmeden kesilmişdir. Bir ümîdle hekimlere müracaat etmiş fakat derdine bir devâ bulamamışdır. Hazret-i İmâm'ın içine düşdüğü bu manevî buhrânın sebebi, mücerred ilimle maksada varılamayacağını anlamış olmasındandır. Ne ilim, ne şöhret, ne para, ne makâm bunların hiçbiri kendisini tatmîn etmeyince, hattâ bunların kendisine bir yük olduğunu, Allah ile arasında bir perde olduğunu farkedince, kurtuluşu tasavvufda bulmuşdur. Tasavvufun başı, terk olduğu için, o da her şeyi geride bırakmış, malını mülkünü dağıtmış, Bağdad'dan ayrılmış ve inzivâya çekilmişdir.
Hazret-i İmâm, bu dönemde Şam'a gitmiş ve iki yıla yakın orada kalmışdır. Orada tıpkı bir dervîş gibi, nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye etmek için uğraşmışdır. Bu maksadla riyâzat ve mücâhede ile meşgûl olmuşdur. Bir ara Kudüs'e gitmiş, sonra hac için Mekke'ye, Resûlullah'ı ziyâret için de Medîne'ye gitmişdir. Bu, on yıl kadar süren uzun bir uzlet ve halvet dönemidir. Bu dönemde sayılamayacak kadar çok keşfe ve fütûhâta nâil olmuşdur. Bu dönemde pek çok eser de yazmışdır. Onun şâheseri olan İhyâu Ulûmi'd-Dîn de bu dönemim mahsûlüdür.
Hazret-i İmâm, bu dönemde yaşadıklarını El-Munkız adlı eserinde şöyle anlatıyor :
Bende şu kanâat hâsıl olmuşdu ki âhiretde saâdete kavuşmak için tek yol takvâ ile yaşamak, nefsi hevâ ve hevesinden men' etmek yoludur. Bu hareketin başı da bu aldanış yurdundan uzaklaşmak, âhirete bağlanmak, bütün varlığımla Allah'a yönelmek sûretiyle dünyadan kalbin ilgisini kesmekdi. Bu da ancak makamdan, maldan yüz çevirmek, insanı yüksek gâyelerden alıkoyan meselelerden, alâkalardan kaçmak ile mümkün olabilirdi. Sonra kendi durumumu göz önüne getirdim. Bakdım ki dünyâ alâkalarına dalmışım. Bu alâkalar her tarafdan beni çevrelemişler. Yapdığım işleri düşündüm. En güzeli tedris ve talîm idi. Bunda da âhirete pek menfaati olmayan ehemmiyetsiz bir takım ilimlerle meşgûl olduğumu gördüm. Tedrisdeki niyetimi yokladım. Onun da Allah rızâsı için olmadığını, mevki sâhibi olmak, şan ve şeref kazanmak arzusundan ileri geldiğini anladım. Uçurumun kenarında bulunduğuma, vaziyetimi düzeltmeğe uğraşmazsam ateşe yuvarlanacağıma kanâat getirdim. Bir müddet hep bunu düşündüm. Henüz ihtiyârıma sâhibdim. Bir gün Bağdad'dan çıkmağa, o hâllerden kurtulmağa katî karar verirdim, ertesi gün bu karardan vazgeçerdim. Kararsızlık içinde idim. Bir sabah âhiret isteğine meyil ve arzum kuvvet bulsa akşam üzeri muhakkak dünyâ arzuları bir ordu gibi üzerime saldırarak o arzuyu dağıtırdı. Dünya arzuları zincir gibi beni makâm ve mevkiye doğru sürüklüyordu. Îmân münâdîsi de şöyle sesleniyordu : "Göç zamanı geldi, ömrün sona ermek üzeredir. Önünde uzun âhiret seferi var. Şimdiye kadar edindiğin amel ve ilim hep riyâ ve gösterişden ibâretdir. Âhirete şimdi hazırlanmazsan ne zaman hazırlanacaksın? Dünya alâkalarını şimdi kesmezsen ne zaman keseceksin?
Bu sırada içimde evvelki arzu yeniden uyanır. Bağdad'dan firâr etmek kararı kuvvet bulurdu. Bu sefer Şeytan gelerek şöyle derdi : "Bu sana ârız olmuş bir hastalıkdır. Sakın buna uyayım deme. Çünkü çabuk zail olacak bir hâldir bu. Eğer ona uyarak bugün içinde bulunduğun yüksek mevkiyi, kimsenin bozmağa imkân bulamayacağı muntazam hayatı ve hasımların tarafından ihlâl edilmek tehlikesinden uzak maîşeti terkedersen ihtimal bir gün nefsin onu arzu edecek fakat ona bir daha kavuşmak müyesser olmaz".
488 senesi Receb ayından itibaren alt ay kadar dünya arzuları ile âhiret düşünceleri arasında kararsız kaldım. Bu Receb ayında iş ihtiyârî olmakdan çıkdı, ıztırar mevkiine düşdüm. Çünkü Cenâb-ı Hakk dilime bir kilit vurdu, ders veremeyecek kadar kadar dilim bağlandı. Talebelerimi memnûn etmek için bir gün olsun ders vermeğe nefsimi zorladım fakat dilim bir kelime dahi söyleyemedi. Konuşmağa muktedir olamıyordum. Sonra dilimdeki bu tutukluk kalbime bir hüzün verdi. Bu hüznün tesiri ile midemde hazım kuvveti kalmadı. Yemekden, içmekden kesildim. Kandıracak kadar su boğazımdan geçmiyordu. Bir lokmayı hazmedemiyordum. Bu yüzden bütün bedenî kuvvetlerim zayıf düşdü. Hekimler, ilâcın bana fayda vereceğinden ümidlerini kesdiler. Dediler ki, "Bu, kalbe ârız olmuş bir hâldir, oradan mizâca sirâyet etmişdir. Kalbe ârız olan büyük elem zâil olmadıkça ilâçla iyileşdirmeye imkân yokdur".
Acz içinde kaldım, irâdemin tamâmiyle elden gitdiğini görünce çâresiz kalan bir kimsenin ilticâsı gibi Allah'a ilticâ etdim. Çâresiz kulların duâsını karşılıksız bırakmyan Allah beni kurtardı. Mevki, mâl, âile, evlâd, ahbâb gibi şeylerden yüz çevirmeği bana kolaylaşdırdı. Mekke'ye gitmek kararında olduğumu söyledim. Halbuki içimde Şam'a gitmek arzusu vardı. Halîfe ve bütün beni sevenler Şam'da ikâmet etmek arzusunda olduğumu öğrenmesinler diye hakîkati sakladım. Bir daha dönmemek üzere Bağdad'dan çıkacağımı kapalı sözlerle belli etmemeğe çalışdım. Bütün Irak âlimlerinin tenkidine hedef oldum. Onların içinde bütün bu şeylerden yüz çevirmemin dînî bir sebebden ileri geldiğini kabûl edecek bir kimse yokdu. Zannediyorlardı ki, içinde bulunduğum mevki, dînin en yüksek mevkiidir. Bilgileri ancak bu anlayışa müsâitdi.
Sonra halk bir takım tahminler içinde şaşırdı kaldı. Irak'dan uzak olan kimseler bunun memleketi idâre eden büyüklerin arzularndan ileri geldiğini zannediyorlardı. Bu büyüklere yakın olanlar da onların beni bırakmamak için ne kadar uğraşdıklarını, yapdığımı beğenmediklerini, benim de onlardan yüz çevirdiğimi, sözlerine kulak vermediğimi görüyorlardı. "Bu, Allah'dan gelmiş bir işdir. Ehli İslâm'a ve ulemâ zümresine göz değdi. Bunun başka türlü sebebi olamaz" diyorlardı.
Bağdad'dan ayrıldım. Yanmdaki malı dağıtdım. Benim ve çocuklarmın nafakasına yetecek kadarını bırakdım. Irak malı, müslümanlara vakıf olduğundan böyle işlere ayrılması câizdir. Dünyada bir âlimin kendi çocukları için ayırabileceği bundan daha iyi mal görmedim. Sonra Şam'a vardım, iki seneye yakın bir zaman orada oturdum.
Tasavvuf kitâblarından öğrendiğim vechile nefsimi fenâ hâllerden temizlemek, ahlâkımı düzeltmek, Allah'ı zikretmek için kalbimi tasfiye etmek gâyesiyle vaktimi hep insanlardan ayrı yaşamak, riyâzat yapmak, ibadetle meşgûl olmak sûretiyle geçirdim. Bir müddet Şam'daki Emevî Camiinde i'tikâfa girmişdim. Bütün gün caminin minâresine çıkar, kapısını üzerime kilitlerdim.
Sonra Kudüs'e gitdim, Beytü'l-Mukaddes'e girdim. Her gün Sahratullah mevkiine girer ve üzerime kapısını kilitlerdim. İbrâhim Halîlullah'ın ziyâretinden fariğ oldukdan sonra hac farîzasını yerine getirmek, Mekke ve Medîne'nin bereketlerinden faydalanmak, Hazret-i Peygamber'in kabrini ziyâret etmek arzusu içimde uyandı. Hicaz'a gitdim. Daha sonra içimdeki arzu ve çocuklarmın daveti beni vatanıma çekdi. Herkesden ziyade dönmek fikrinden uzak iken oraya döndüm. Yine insanlardan ayrı yaşamayı ihtiyâr etdim. Yalnız kalmağa ve Allah'ı zikretmek için mâsivâyı kalbimden çıkarmağa çok harîs idim. Hâdiseler, çoluk çocuk derdi, geçim zorluğu, huzûrumu kaçırıyor, yalnızlıkdan duyduğum zevki bozuyordu. Ancak arasıra yalnız yaşamakdaki zevki duyuyordum. Bununla beraber ondan ümidimi kesmiyordum. On sene kadar böyle devam etdim.
O uzlet esnâsında bana o kadar çok şeyler malûm oldu ki onların hepsini birden saymak imkânsızdır. Faydalanmak için şu kadarını zikredeyim. Şübhe götürmeyecek sûretde anladım ki sôfîler Allah yolunu tutan kimselerdir. Onların gidişi, gidişlerin en iyisidir. Yollar yolların en doğrusudur. Ahlâkları, ahlâkların en temizidir. Dünyadaki bütün akıllı insanların aklı, hakîmlerin hikmeti, şeriatın esrarına vakıf olan âlimlerin ilmi, onların gidişlerinden, ahlâklarından bir kısmını değişdirmek, daha iyi bir hale geçirmek için bir araya gelse buna imkân bulamazlar. Onların dışlarındaki ve içlerindeki bütün hareketleri ve durgunluklar hep nübüvvet kandilinin nûrundan alınmışdır. Yeryüzünde nübüvvet nûrundan başka aydınlanacak bir nûr yokdur. Elhâsıl, bir tarîkat ki ilk şartı olan temizliği, kalbi tamamiyle mâsivâdan temizlemekden, namazdaki iftitah tekbiri mesâbesinde olan anahtar kalbin tamamiyle Allah'ı anmakla meşgûl olmasından, sonu tamamiyle nefsi Allah'ın varlığında yok etmekden ibaretdir, bunun hakkında başka ne denebilir?
Hazret-i İmâm, seyr u sülûkünü ikmâl edip huzûra kavuşdukdan sonra, Nişâbûr'a dönerek yine Nizâmiye Medresesinde vazîfeye başlamışdır. Şu farkla ki, "Eskiden mevki kazandıran ilmi öğretiyordum, şimdi ise mevki terk etdiren ilme çağırıyorum" buyurmuşlardır. Bu dönem bir kaç yıl sürmüş, Hazret-i İmâm bazı sebeblerden dolayı memleketine dönmeğe karar vermiş ve orada bir tarafdan telif çalışmalarına devam etmiş, diğer tarafdan ilim ehli için bir medrese, sôfîler için de bir hankâh yapdırmış, ömrünün geri kalanını gâh ilim ehline ders okutarak ve gâh irfân ehliyle sohbet ederek geçirmişdir.
İmâm-ı Gazâlî Hazretleri o kadar çok eser telîf etmişdir ki yalnızca isimlerini alt alta yazsak yedi-sekiz sayfa tutar. Hiç şübhe yok ki o, İslâm âlimleri içinde en çok eser verenlerden biridir. Âlimlerden biri onun eserlerini tek tek gözden geçirmiş ve şu hesâbı yapmış, "Gazâlî'nin telif etdiği eserleri ömrüne taksîm etdim, her gününe yaklaşık kırk sayfa düşdü" diyor.
Hiç şübhe yok ki O'nun en önemli eseri İhyâu Ulûmi'd-Dîn'dir. Bu eser o kadar kıymetlidir ki, "Bütün eserler kaybolsa İhyâ yeter" denilmişdir. Diğer eserlerinden bazılarını zikredelim. Bunlar herkese hitâb eden kitâblardır :
Hazret-i İmâm'ın çoğu eseri aradan geçen bunca zamana rağmen hâlâ taptâzedir, hiç eskimemişdir. Yalnız bu bile, onun ne müstesnâ bir insan olduğunu göstermeğe yeter. Halbuki değil bin sene evvel, elli sene evvel yazılan kitâbların çoğu değerini kaybetmekdedir. Kısacası, Hazret-i İmâm'ın feyzi hâlâ devâm etmekdedir ve kıyâmete kadar da devâm edecekdir.
Hazret-i İmâm yalnız İslâm dünyâsında değil dünyânın her tarafında tanınmış ve kıymeti takdîr edilmişdir, bâhusûs batı dünyasını da etkilemişdir. Hıristiyanlar ve Mûsevîler onun bazı eserlerini çok erken dönemde Latince'ye ve İbrânîce'ye çevirmişlerdir.
Hazret-i İmâm hakkında gerek müslümanlar gerek gayr-i müslimler ve müsteşrikler tarafından pek çok çalışma yapılmışdır. Bu çalışmaların yalnızca başlıkları bile uzun bir makâle kadar yer tutar. Öyle görünüyor ki, onun hayâtı, fikirleri, metodu, eserleri hakkında daha pek çok çalışma yapılacakdır. Bu da Hazret-i İmâm'ın bir kerâmetidir.
Cenâb-ı Hakk bizlere böyle bir âlim bahşetdiği için ne kadar şükretsek azdır. Bu nimetin kıymetini bilelim.