29 Aralık 2017 tarihinde yayınlanmıştır.
Bir ülke üzerinde hükümdârlık mücâdelesi yürüten iki kişi olduğunu farzedelim. Bu iki kişinin kendilerine bağlı bir çok kuvvetleri ve orduları olduğunu, bunları gerekli gördükleri yerlerde ve gerekli gördükleri zamanlarda birbirlerine karşı kullandıklarını, bununla da kalmayıp ülke dışındaki dostlarından da yardım aldıklarını ve mücâdeleyi bu şekilde sürdürdüklerini tehayyül edelim. Bu mücâdelinin sonunda gâlib gelen tarafın, hükümdârlığını i'lân ederek ülkenin tamâmına hâkim olduğunu ve saltanatını ömür boyu yürüttüğünü düşünün. Hükümdâr olmak isteyen bu kişilerden birinin son derece acımasız ve zâlim diğerinin ise âdil ve merhametli olduğunu düşünelim. Eğer zâlim ve acımasız olan gâlib gelirse, bu ülkenin halkı inim inim inleyecek, âdil ve merhametli olan hükümdâr olursa, halk refah ve seâdet içinde yaşayacakdır, değil mi?
"Bunda bilmediğimiz ne var ki, târihde bunun gibi bir çok mücâdele var" dediğinizi duyar gibiyim. Doğrudur târih bu gibi mücâdelelerle doludur ancak bizim bunu anlatmakdan maksadımız başka.
Ehlullah, henüz kemâle gelmemiş olan insanı ve insanın özü mesâbesinde olan kalbi, büyük bir şehre ya da ülkeye benzetirler. Bu ülkede hâkim olmak isteyen iki büyük kuvvet vardır. Bunlardan biri rûh, diğeri ise nefsdir. İnsanın iç dünyâsındaki mücâdelesi, işte bu iki kuvvet arasındaki mücâdeledir. Şöyle ki :
- Rûhun askerleri olduğu gibi nefsin de askerleri vardır. Rûhun askerleri ibâdet, tâ'at, zikrullah gibi hasletler, nefsin askerleri ise şehvet, gadab, kibir, riyâ, hased, ucub gibi kötü sıfatlardır. Eğer insan, ibâdete sarılır, zikrullaha devam ederse rûh nefse galebe çalar ve insân ma'nen yücelir ve yükselir. Eğer insan şehvetine esîr, gadabına mağlûb, hevâsına tâbi' olursa nefs rûha galebe eder ve insan zelîl ve hakîr olur.
- Rûhun kumandan ve idârecileri olduğu gibi nefsin de kumandan ve idârecileri vardır. Rûhun kumandanları îmân, edeb, hayâ, akıl gibi kuvvetlerdir, nefsin kumandanları ise cehl, buhl, gaflet gibi sıfatlardır. İnsan hayâ sâhibi olur, edebini muhâfaza eder, ilm ve akl-ı meâd ile hareket ederse, rûh nefse gâlib olur, insan yüce bir sultân olur. Eğer insân cehâlet ve gafletin te'sirinde kalırsa, nefs rûha gâlib gelmiş olur ve insan her iki âlemde de rezîl ve rüsvây olur.
- Rûhun dışarıdan alabileceği yardımlar olduğu gibi nefsin de dışarıdan aldığı yardımlar vardır. Rûh sâlih arkadaşlarından, âlimlerden, mürşidlerden istifâde eder, nefs ise kötü arkadaşlardan, insan şeytanlarından ve bildiğimiz şeytandan yardım alır. İnsân, iyilerle berâber olur, âlimlerin nasîhatlarını dinler, mürşid-i kâmil olan Allah dostlarına tâbi' olursa iki cihâna sultân olur. Aynı insan, kötü arkadaşlar edinir, insan şeytanlarıyla oturur ve şeytânın iğvâsına uyarsa iki âlem de de perîşân olur
- Rûh nefse hâkim olursa, kişi, şeklen insân olduğu gibi hakîkatde de insân olur. Böyle bir insan, hem Allah katında, hem kullar arasında makbûl olur. Hem kendisini kurtarır hem başkalarına faydalı olur.
- Nefs rûha galebe çalarsa, kişi, hayvanlardan bile daha beter olur. Böyle bir kişi, nefsinin arzuları için her türlü kötülüğü ve zulmü yapabilir. Böylece hem Allah'ın gadabına uğrar hem de kulların nefretini celbeder.
Misâller daha da çoğaltılabilir ancak maksadımızı beyân için bu kadarı kâfîdir.
İşte tasavvufun bütün gâyesi ve mürşidlerin bütün işi, bu mücâdelede, rûhun nefse galebesini ve "memleket-i insâniyye" tabir edilen o ma'nevî ülkede rûhun sultân olmasını sağlamakdır.
Olmasın nefsin hicâb-âfâk ile enfüs-nikâb
Rehzen-i Hakk deyû nefse gâlib ol insân isen