7 Ocak 2025 tarihinde yayınlanmıştır.
Gerek dün, gerek bugün tasavvufla alâkadar olup vahdet-i vücûd meselesine takılanlardan pek çoğu ilhâda düşmüşlerdir. Yani dînden çıkmışlardır. İlhâda düşmelerine sebeb, vahdet-i vücûdu bilmemekden, anlamamakdan daha doğrusu yanlış anlamakdan kaynaklanmakdadır. Bu zavallılar, Hakk'ın eşyâya hulûl etdiğini zannetmekde, eşyâ ile Hakk'ın ittihadına kâil olmakda, eşyânın Allah'dan bir cüz olduğuna inanmakdadır. Bu büyük hatâya sebeb ise, bu zavallıların eşyâya varlık izâfe etmeleridir. Halbuki eşyânın varlığı izâfîdir, mutlak varlık Hakk'ın varlığdır. Eşyânın varlığı, Hakk'ın varlığının gölgesi, tecellîsi, sûreti mâhiyetindedir. Aynadaki sûretin varlığından bahsedilebilir mi? Varlık o sûretin sâhibine âiddir, aynada görünen onun yansımasından ibâretdir.
Bugün hayretle ve ibretle müşâhede ediyorum ki bu kadar açık bir hakîkati kavramakdan âciz bir şeyh bozuntusu, yani şeyhlik taslayan birisi çıkıyor, sabah akşam vahdet-i vücûddan bahsediyor, etrafına topladığı adamları ifsâd etdiği yetmiyormuş gibi, bir de televizyonda, sosyal medyada boy gösterip, saçma sapan konuşarak halkı da ifsad ediyor, bozuk itikadını herkese bulaştırıyor. İsmini vermeye lüzûm görmüyorum, herkesin tanıdığı, bildiği, meşhûr bir adam bu.
Bakınız büyük mürşidimiz İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri bu husûsda ne buyuruyorlar :
Ma'lûm ola ki, vücûd-i hakîki ile vücûd-i mecâzî müttehid olmaz. Zîrâ vücûd-i mecâzî emr-i mevhûmdur, tecellî-i ilâhî ile müzmahil olup, hakâikat-i vücûd zuhûr eder. Nitekim zulmet-i şebin vücûd-i mevhûmu, tulû'-i âfitâb ile zâil olur. Yoksa zulmet-i leyl ile nûr-ı nehâr müttehid olmaz. Zîrâ ittihâd, isneyniyyet ve gayriyyeti mülzimdir. Bu mülkde câri olan ise Hakk'ın kendi ta'ayyünâtıdır. Ta'ayyün ile müte'ayyin meyânında zıddiyyet yokdur. Belki müte'ayyin ile müte'ayyen arasında vardır. Fefhem cidden.
İttihad ıstılâhı ile ittisâlin farkı budur ki, ittisâlde 'ayn-ı 'abd melhûzdur, ittihâdda değil. Zîrâ burada ittihâdla murâd, iki şeyin şey-i vâhid olması değildir, belki vücûd-i 'abdin bi'il-külliyye fenâsı ve vücûd-ı Hakk'la kıyâmıdır. Yani vücûd dedikleri, vücûd-ı Hakk'dır ki, 'abd onunla kâimdir, yoksa 'abdin başka vücudu yokdur. Şol cihetden ki kendi nefsinde ma'dûmdur. Belki mevcûd olan Hakk'dır ki 'abd onunla kâimdir. Pes, 'abd için başka bir vücûd-i hâss olup, vücûd-i Hakk'la müttehid oldu demek küfürdür. Zîrâ bu ittihâd muhâldir. Hulûl gibi ki âbın göze hulûlüdür. Zîrâ Hakk'ın bu makûle hulûl ile vücûd-i 'abde hulûlü dahi mümteni'dir. Elhâsıl, Hakk'la Hakk olmak ve cemî' eşyâ Hakk'la kıyâm bulmak dedikleri, vücûd-i mümkin bi nefsihî imtisâk etmeyip, sereyân-ı nûr-ı ilâhî ile hayât bulmak ve gâyetde mülâhaza-i imkândan halâs olup, aslolan 'ayna rücû' etmek ve müşâhede-i vahdet eylemekdir. Velâkin erbâb-ı zâhir ve mutasavvıfadan niceleri burada ilhâda düşdüler. Ki ehl-i zâhir, "Vücûd-i 'abd ile vücûd-i Hakk arasında mübâyenet-i külliyye vardır" dediler. Ve f'il-hakîka, ta'addüd-i vücûda zâhib oldular. Ve ekser mutasavvıfa dahi iki zâtın birbirine hulûlünü tevehhüm eylediler. Ve vücûd-i 'abd-i mümkin, vücûd-i Hakk-ı vâcibe istihâle ve inkılâb eder sandılar. Ve bu makûleler kıyâmetde meflûc gibi iki kat hâil gelse gerekdir. Zîrâ sedâdden münhariflerdir. Ve bu ilhâddan halâs olmağa, dâmân-ı insân-ı kâmile teşebbüs etmek ve sohbetine mülâzemet eylemek gerekdir.