Muhammed Mustafâ'nın nûru güneş gibi ortaya çıkınca, masiyet zulmetini derhal yok etmişdir.
Çendîn hikâyet-i şeb-i Mi'râc u Kadr-ı û
Şerhî zi-vasf-ı mûy-i perîşân-ı Mustafâ'st
Mi'râc ve Kadir gecelerinin bunca hikâyesi, Hazret-i Muhammed Mustafâ'nın dağınık saçlarının şerhi sadedindendir.
Bedr-i münîr-râ ki be-engüşt saht şakk
Yek huşk pâreîst ki ez-hân-ı Mustafâ'st
Muhammed Mustafâ'nın dolunay hâlindeki ayı parmağıyla şak diye ikiye bölmesi, O'nun diğer mucizeleri yanında çok basit kalır. Yani O'nun çok daha büyük mucizeleri vardır.
Ma'şûk-ı'aşk u 'âşık-ı cân-bahş-ı dil-nüvâz
Şâfî' şefî'-i Ahmed u Mahmûd hem Ayâz
Aşkın ve Âşık'ın sevgilisidir Muhammed Mustafâ. Şefâatçilerin şâhı da O'dur.
III
Hûbî-i 'âlem ez-gül-i ruhsâr-ı Mustafâ'st
Envâr-ı her dü kevn zi-dîdâr-ı Mustafâ'st
Âlemin güzelliği Muhammed Mustafâ'nın cemâlinin güzelliğindendir. Her iki âlemin nûru Muhammed Mustafâ'nın vechinin nûrundandır.
Şâhenşeh ân gedâ ki büved hâk-i râh-ı û
Âzâd bendeî ki giriftâr-ı Mustafâ'st
Muhammed Mustafâ'nın yolunun türâbı olan bir fakîr, pâdişahlar pâdişahı olur. O'na bende olan bir dilenci iki cihâna sultân olur.
În rûşenî ki hest zuhûr-ı kemâl-i 'aşk
Yek lem'a ez-teşa'şu'-ı envâr-ı Mustafâ'st
Aşkın kemâliyle zuhûre gelen bu aydınlık, Muhammed Mustafâ'nın envârından bir lem'adır ancak.
Tûbâ girifte dest be-ser îstâde mahv
Hayrân-ı nahl-i kâmet-i reftâr-i Mustafâ'st
Tûbâ ağacı, elini başına götürmüş, yani hayretler içinde, Muhammed Mustafâ'nın hurma ağacı misâli yüksek boyuna hayran hayran bakmakda.
Cibrîl ez-ân zi-çarh fürû n'âyed în zamân
K'û şermsâr mânde zi-güftâr-ı Mustafâ'st
Cebrâil aleyhisselamın artık yeryüzüne inmemesinin sebebi, Muhammed Mustafâ gibi söz söyleyen kalmamasındandır.
Ân sîne şâd k'ez gam-i û sâht dil hazîn
V'ân cân azîz k'ez pey-i îsâr-ı Mustafâ'st
Muhammed Mustafâ'nın aşkı ile mahzûn olan gönül, ne bahtiyar bir gönül, O'nun yoluna kurbân edilen cân, ne azîz bir cândır.
Ân dil münevverest ki hunest der gameş
V'ân dîde rûşenest ki hayrân-ı Mustafâ'st
Muhammed Mustafâ'ya hayrân olan göz parlakdır. O'nun aşkının ıstırabıyla kân olan gönül aydınlıkdır.
Redd ez-dereş figân ki be-cânem zi-rîsten
Hâşâk-ı bahr-ı gam şüdem ez-hûn girîsten
Muhammed Mustafâ'nın dergâhından reddolunmak endîşesi ile figândayım, kan ağlamakdan âdetâ gam denizinde yüzen çer çöp gibi oldum.
IV
Subh-ı ümmîd tal'at-i zîbâ-yı Mustafâ'st
Esrâr-ı gayb der-dil-i dânâ-yı Mustafâ'st
Muhammed Mustafâ'nın insanlığın kurtuluş ümîdidir. O'nun yüce gönlü, gayb sırlarının menbaıdır.
Gû hîç kes me-kon taleb-i hil'at-ı kemâl
K'ìn câme râst ber-kadd-i bâlâ-yı Mustafâ'st
Hiç kimse kullukda ve Hakk'a kurbiyyetde kemâl mertebesini ümîd etmesin. Zîrâ o mertebe ancak Muhammed Mustafâ'nındır.
Âncâ ki hest menzil u hâl-i kemâl-i 'aşk
Sad ser fedâ-yi hâk-i kef-i pây-i Mustafâ'st
Aşkın hâl ve kemâline vâsıl olanlar yüz tane başı Muhammed Mustafâ'nın ayağının toprağına fedâ ederler.
Ez nûr-i ûst rûşeni-i çeşm-i merdumân
Ârî ki çeşm-i ehl-i nazar câ-yi Mustafâ'st
İnsanların gözlerinin nûru O'nun nûrundandır. Resûlullah'ın mevkii nazar ehlinin gözleridir.
Ger âgehî zi ma'ni-i ve'ş-şemsi ve'd-duhâ
Ta'rîf-i mâh-rûy-i dil-ârâ-yi Mustafâ'st
"Ve'ş-şems" ve "Ve'd-duhâ" âyetlerinin manâsından haberdar isen bilirsin ki bu âyetler Muhammed Mustafâ'nın gönülleri süsleyen nûr cemâline işâret eder.
Bî-şek Hudâ-şinâsi büved der-reh-i yakîn
Dervîş-i 'âşıkî ki şinâsâ-yı Mustafâ'st
Hiç şübhe yok ki Muhammed Mustafâ'yı tanıyan ve bilen Allah'ı tanır ve bilir.
Bi'nger be-çarh kevkebe-i leşker-i nücûm
K'ânhâ fürûğ'-ı gevher-i vâlâ-yı Mustafâ'st
Çarha bak, yıldız ordularının azametine bir bak, bütün bunlar Muhammed Mustafâ'nın cevherinin parıltısıdır.
Dâim dil şikeste-i men der hevâ-yı ûst
Vâreste ez belâ-yı hod ü mübtelâ-yı ûst
Benim kırık kalbim, dâimâ Muhammed Mustafâ'nın aşkıyla çarpar, hiç kendi derdini düşünmez.
V
Ey dil hayât-ı rûh be-in'âm-ı Mustafâ'st
V'âgâz-ı kâinât zi-encâm-ı Mustafâ'st
Ey gönül, rûh, ancak Muhammed Mustafâ'nın bahşetdiği nimetlerle hayat bulur. Kâinâtın yaradılması, O'nun varlığının bir netîcesidir.
Sîmurg-ı cân-ı mâ ki remîdest ez-dü kevn
Minnet Hudây-râ ki be-cân râm-ı Mustafâ'st
İki âlemden de yüz çeviren, ürküp kaçan cân kuşumuz, Allah'a şükürler olsun ki cân u gönülden Muhammed Mustafâ'ya bağlanmışdır.
Kevser zi-çeşm-i çeşme-i ihsân-ı rahmeteş
Âb-ı hayât katrei ez-câm-ı Mustafâ'st
Kevser onun ihsan ve merhametinin çeşmesinden bir nemdir. Âb-ı hayat, Mustafanm kadehinden bir katredir.
Gerdûn çekü râst küned kad hemçû çenk
Kütâ be rûz-i haşr der ikrâm'-ı Mustafâ'st
Dünyâ eğri büğrü endâmını nasıl doğrultabilir ki. Muhammed Mustafâ'ya tazîm için haşre kadar böyle yerlere kadar eğilecekdir.
Bû Cehl münkir-i suhen-i ehl-i Hakk çerâst
În güft ü gû-i mâ çü ilhâm-ı Mustafâ'st
Bizim bu sözlerimiz Muhammed Mustafâ'nın ilhâmiyledir, her ne kadar Ebû Cehil gibiler, ehl-i Hakk'ın sözünü inkâr ederse de.
Bâ în zebân zîrden nâmeş hayâ künem
Dâim egerçi zikr-i dilim nâm-ı Mustafâ'st
Her ne kadar gönlümün zikri dâimâ Muhammed Mustafâ'nın adıysa da, dilimle O'nun adını anmakdan hayâ ediyorum.
Hurşîd-i germ-kâm der-în çâr mesîn kafes
Perrân-ı kebûterest der dâm-ı Mustafâ'st
Dördüncü felekde hızlı adımlarla yürüyen güneş, Muhammed Mustafânın tuzağı içinde uçan bir güvercindir.
Ey şeh be-ümmetân-ı hod âhir na'îm bahş
V'ângeh şarâb-ı 'aşk be-cân-ı Selîm bahş
Ey Pâdişah, ümmetlerine bol bol nimetler ihsân et. Selîm'in cânına da aşk şarâbını bahşet.
Yavuz Selim Hân
Cennetmekân
ÎZÂH
Yavuz Selim Hân'ın, devlet idâresindeki kudreti, orduları sevk ve idâredeki kâbiliyyeti herkesçe malûmdur ama şiir sahasındaki kuvvet ve kudreti pek bilinmez. Zîrâ şiirlerinin çoğu Farsçadır. Bu na't-ı şerîf, onun Farsça Dîvânındaki na'tlardan biridir. Selim Hân'ın şiirleri, hem âşıkane, hem ârifânedir. Teşbîhleri gâyet belîğ, nükteleri gâyet latîfdir Sultân'ın. Aynı zamanda şâhlara yakışır bir tevazû sâhibidir Selîm Hân. Biz bu na'tı Sultân'ın rûhaniyetinden özürler dileyerek, kırık dökük bir tercüme ile yayınlama cür'etini gösterdik, umarız ki bizden davâcı olmaz. Bu na'tın kıymetini ancak iyi derece Farsça bilenler ve edebî sanatlara âşinâ olanlar takdîr edeceklerdir. Bu na't-ı şerîf, Sultân'ın şiirdeki kudretini göstermekle kalmıyor, Resûl-i Ekrem Efendimizi ne kadar iyi tanıdığını ve O'na ne derece hayranlık duyduğunu da gösteriyor. Mısır'ın fethiyle Hâdimü'l-Haremeyn ünvânını alması, yani Mekke ve Medîne'nin hizmetkârlığına kabûl edilmesi, mukaddes emânetlerin kendisine tevdi edilmesi, bunların muhâfazasına memûr olması, hep bu muhabbet ve kurbiyyetin nişâneleridir.