7 Ocak 2025 tarihinde yayınlanmıştır.
Bismillahirrahmanirrahim
Allah'a hamd olsun. Allah'ın seçkin kullarına ve benim Allah yolundaki dostum Muhammed Fahreddin'e selâm olsun. Allah onun himmetini daha da artırsın ve yücelere erdirsin, Allah kendisine rahmetini ve bereketini bol bol ihsân eylesin.
Gelelim sadede. Biz, senin için Allah'a hamd ediyoruz ki O'ndan başka ilâh yokdur. Ve Peygamber Efendimiz "Biriniz din kardeşini seviyorsa, ona bilgi öğretsin" buyurmuşdur. Ben de seni seviyorum. Allahü Zü'l-Celâl de "وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ ve tevâsav bi'l-hak = birbirinize hakkati tavsiye ediniz" buyuruyor.
Ben.senin kaleme almış olduğun bazı eserleri gördüm, dikkatle okudum. Allah'ın sana ihsân etdiği hayâl gücünün kuvvetine ve o güçle ortaya koyduğun sapasağlam fikirlere de vâkıf oldum.
Nefis, kendi elinin emeği olan kazançdan gıdalanmaya başlayınca, artık hîbe ve ihsân kabîlinden olan ikrâmlardan lezzet alamaz olur. O zaman da "ayağının altındaki gıdalardan beslenen" kimseler arasına girmiş olur. Oysa kendi "üst"lerinden beslenen Allah kulları da vardır. Nitekim Cenâb-ı Hakk bunlarla ilgili olarak buyurmuşdur ki, "وَلَوْ اَنَّهُمْ اَقَامُوا التَّوْرٰيةَ وَالْاِنْج۪يلَ وَمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِمْ مِنْ رَبِّهِمْ لَاَكَلُوا مِنْ فَوْقِهِمْ وَمِنْ تَحْتِ اَرْجُلِهِمْۜ şâyet onlar Tevrat ile İncil'i ve Rableri katından kendilerine indirilenleri hakkıyle yerine getirmiş olsalardı, hem kendi üst taraflarından, hem de ayakları altından beslenirlerdi".
Benim dostum, Allah kendisini başarılı kılsın, şunu iyi bilmelidir ki, verâset denilen şey, bütün yönlerden birlikte olursa kâmil verâset olur. Yoksa sadece bir yönden olursa, o tam ve kâmil bir verâset sayılmaz. "El-ulemâ veresetü'l-enbiyâ, (Âlimler peygamberlerin vârisleridir- Hadîs-i Şerîf)". Bundan dolayıdır ki, akıllı insana yakışan şey, sadece bir yönden değil, bütün yönlerden ona mîrasçı olmaya çalışmakdır Nâkıs himmetli kişilerden olmamakdır.
Dostum, Allah kendisini başarılı kılsın, şunu gâyet iyi bilir ki, insanın değeri ve manevî güzelliği, onun ilâhî ma'rifetden elde etdiği müktesebât derecesindedir. Çirkinliği de bundan mahrûmiyyeti yüzündendir. Himmet sâhibi birine yakışan da ömrünü, olmuş bitmiş şeylerle ve onlara âid ayrıntılarla uğraşarak boşa harcamamasıdır. Çünkü bu gibi uğraşlar, kendisine Rabbinden gelecek feyz ve nasîbi kaçırmasına sebeb olur. Yine dikkat edilmesi gereken bir şey daha vardır ki, o da kulun kendi nefsini, kendi fikirlerinin baskısından kurtarıp, selâmete çıkarmasıdır. Çünkü o fikirlerin nereden kaynaklandığı bellidir. Oysa ulaşılmak istenen hakîkat o fikirler değildir. Zîrâ Allah'ı bilmek, Allah'ın vâr olduğunu bilmekden apayrı bir şeydir. Bu ikisi çok ayrı özellikde bilgilerdir, birbirine karıştırılmamalıdır.
Akıl, Allah'ın varlığına, O'nun vâr olması gerekdiği açısından hüküm verebilir. Ancak bu O'nun varlığını isbât demek değildir. Akıl selb yoluyla bir sonuca varabilir, fakat isbât bakımından bir şey ortaya koyamaz. İsbât yolu akılcılara ve kelamcılara aykırı bir yoldur. Ancak Seyyid Ebû Harnîd, Allah rûhunu takdîs eylesin, bu konuda bizimle aynı görüşdedir. Bu da şudur : Allahu Teâlâ, mü'minin gönlüne ve aklına sürekli olarak tecellî eder. Bu tecellîler yoluyla kendisini aklın tanımasını ister. Öyleyse akıllı kişiye düşen görev, kalbini bir takım fikirlerden boşaltmakdır. Eğer o kişi, müşâhede yoluyla Allah'ı tanımak istiyorsa bu irâdeyi göstermelidir. Burada yüce himmet sâhibine düşen bir görev daha vardır ki, o da bu noktada hayâl âleminden gelen hiçbir telakkiye gönlünde yer vermemekdir. Bununla o şekillenmiş nûrdan hayâllerin arkasındaki manâyı kasdediyorum. Gerçekden de hayâl, duygu kalıpları içinde akılda beliren manâlardır. İlmin süt şeklinde, Kur'ân'ın ip şeklinde ve dînin düğümlenmiş bir bağ şeklinde tasvir ve ifâde edilmesi gibi.
Yüce himmet sâhibi birine yakışan şey, mualliminin ve şâhidinin küllî nefisden kaynaklanan ve nefse bağımlı olan zayıf ve dişi şeylerden olmamasıdır. Yine ona yakışır ki, bu muallim ve şâhidlerin zayıf ve köksüz temellere dayalı olmamasıdır. Herhangi bir şeyin eğer kemâli kendinden kaynaklanmıyor da kendi dışındaki bir sebebe dayanıyorsa o şey fakîr demekdir. Bu da Allah'dan başka her varlık için geçerlidir. Öyleyse Allah hakkındaki gerçek bilgiyi doğrudan doğruya ve keşif yoluyla Allah'dan almak ve O'ndan başka hiçbir şeyden almamak konusunda gayret göstermeli ve himmeti yüce kılmalısın. Zâten hakîkat ehline göre O'ndan başka fâil-i mutlak yokdur. Onlar, işte bundan dolayı bilgiyi keşif yoluyla yalnızca Allah'dan alırlar. Allah ehli ilme'l-yakîn mertebesini aynen muhâfaza etmekle beraber ayne'l-yakin mertebesine ulaşmadıkça kendilerini asla başarılı olmuş kabûl etmezler.
Şunu bil ki, akılcılar, kendi fikirlerince nihaî sonuca vardıkları zaman, çok çok o fıkirleri, kendilerini samîmî bir taklidçi durumuna düşürür. Oysa hakîkat, bu tür fikirlerle ulaşılabilecek hedeflerin üstünde ve ötesinde çok daha muhteşem bir şeydir. Söz konusu fikirlerin sürekliliğini ve durmadan daha ileri noktalara vardığını, bir noktada sükûnet bulup mutmain olacağını bir emr-i muhâl olarak kabul etsek bile, aklın tasarruf ve tefekkür gücü devâm etdiği sürece, "işte aradığımı buldum" deyip sıkı sıkıya sarıldığı şeyden vazgeçip daha ileri hedeflere ulaşmak için başka arayışlara girmeyeceğini ve olduğu yerde kalacağını nasıl iddiâ edebilirsin? İşte bundan dolayıdır ki, akıl sâhibine düşen görev, gönlünü ilâhî ikrâmın güzel kokulu esintilerine terketmekdir. İçinde, o ilâhî esintiler gönlüne dolmaya başlayınca, daha önce kendi fikrî gayretiyle elde etdiği ve hakîkat diye sıkı sıkıya bağlanıp kaldığı o hayâllerden ve düşüncelerden hiçbir iz kalmadığını görecekdir. Daha önceki bütün fikirlerinden şübhe etmeye başlayacakdır.
Senin yakınlanndan olan ve senin hakkında çok iyi niyet taşıyan güvenilir birinin bana anlattığtna göre; bir gün seni aglarken görmüşler. Yanmda başkalan da varmış. Onlar sana niçin· agladığtm sormuşlar. Sen de onlara "Otuz seneden beri doğruluğuna inandığtm bir mesele vardı. Şimdi elde ettigim bir delil sebebiyle iyice farkına vardım ki, doğruluğuna kani olduğum şeyin tam zıddı doğru itniş. şte bunun için aglıyorum." demişsin. Bu senin ltirafındır. Ben de sana diyorum ki, bir başka kesin delil bulsan, belki yine aynı duruma düşeceksin. Arifler için aklın ve düşüncenin bu gibi verilerine güvenip onlarla yeti}lmek ve onlarla sükunete ermek muhal bir şeydir. 'özellikle tman ve marifetullah konusunda ... Hakkın mahiyetini nazar yoluyla anlayabilmek de yine muhaldir. ·
Kardeşim, ·sana n'oluyor da böyle anaforlar arasmda bocalayıp duruyorsun; riyazat, müdh'!de ve halvet yoluna girmiyorsun? Aslında bu yoUann her birini Allah resı1lü şeriatın birer ilkesi olarak bize göstermiştir. Bu yola girince Alla 'ın kitabında sözü edilen kişinin nail olduğuna sen de nail olacaksın:
Musa ile yanındaki Kullanmızdan bir kula ras ladılar ki, Biz, o kulumuza kendi katımızdan rahmet ihsan etmiş ve ona tarafımızdan ilim ögretmiştik" (Kehf 18/65). şte senin gibi birinin bu çizgide yol alması, yüce ve muhteşem mertebelere varması gerekir.
Dostum (Allah kendisini başa nh kılsın) şunu iyi bilsin ki, her varlık bir sebe be baglı olarak meydana gelmiştir, ancak o varlık gibi onu meydana getiren sebep de muhdestir. Burada iki ayn bakış açısı vardır: Birincisi sebebe bakmaktır. Ikincisi onun mı1cidine bakmaktır. O varlığı da onun sebebini de yaratan Allah Teala'dır.
Bununla beraber büyük çoğıınluğıı ile insanlar yalnızca olaylan meydana getiren sebeplere bakarlar. Hikmet ehli, filozoflar ve başkalan da hep böyledirler. Ancak peygamberler, veliler ve melaike-i kirarn gibi gerçek anlamda hakikat ehli olanlar, olayiann meydana gelişinde amil olan sebepleri gayet iyi bildikleri halde, yine de ikinci açıdan bakıp milcidi görmeyi tercih ederler. Bunlardan bazılan sebep cihetinden Rabbine bakar ve "Rabbimden gelen bir ilhamla kalbirn bana diyor ki ... " şeklinde konuşur. Daha ileri kemal mertebesinde olan diger bir kısmı da "Rabbim bana diyor ki..." diye konuşur.
Bana sizin hakkınızda bilgi veren o arif arkadaşımızın sözlerinin işaretinden anlaşılıyor ki, siz ilminizi, ölüden ölüye nakledilerek gelen yazılı kayıtlardan almışsınız. Biz ise ilmimizi hiç ölmeyecek olan gerçek diriden aldık. Kim olursa olsun eger varlığı bir başkasının destegine muhtaç olarak ayakta duruyorsa, o, bize göre bir hiç demektir. Ariflerin Allah dışmda muhtaç olduklan hiçbir şey yoktur.
Iyi bil ki, dostum, hakikat her ne kadar degişmez ve tek ise de , bizim açımızdan ona ulaşmak için pek çok degişik yol vardır. Bu konuda varidat cinsinden kalbe dagan ilahi ilham ve tecellilere kendini kaptırmaktan da sakınmalısın. Çünkü besleyip büyüten anlamıyla "Rab" olarak; görüp gözeten anlamıyla "Müheymin" olarak; acıyıp kayıran anlamıyla "Rahirn" olarak ve intikam alıcı anlamıyla "Müntakim" olarak, ilahı isim ve sıfatıardan senin kalbine yansıyan tecellilerin hiçbiri, gerçekte Hakk'ın kendi?i degildir.
Yine bilmelisin ki, zat, kendisine ıiit olan bütün özellikleri şahsında toplar. Bunun gibi Zat-ı Ilahi'nin özel adJ olan "Allah" ismi de Allah'a ait olan bütün isim ve sıfatlan kapsamı içine alır. Allah ismi böylesine kapsamlı bir isim olduğıı için, müşahede anında dikkatli olmalı ve O'ndan korunmalısın. Zaten sen O'nun. mutlak zatını asl:ı müşahede edemezsin. Allah'dan sana birtakım esintiler ve fısıltılar gelmeye başlayırica, sen o gelen şeyin ne olduğıına ve Allah'ın hangi isminin geregi olan bir esinti veya görüntü olduğıına çok dikkat . etmelisin. Bak bakalım, o anda Allah'ın isimlerinden hangisi sana dogru bakıyor. Işte o anda seni hedef tutan o isim ve o iSmin tecellisinden dolayı senin müşahede ettigin şey, dogru algılanır ve yorumlarursa bir sonuca varılır:
Mesela suda bağıılan biri "Allah.!" diye feryat etse, bu "Ey kurtancı!" demek olan, "Ya Gıyaş, Ya Münct" anlamına gelir. Hastalık dolayısıyla acı çeken biri "Allah!" dese, "Ya Şiift!" yani ey şifa verici demiş olur. Öteki butun isim ve sıfallann durumu da bunun gibidir. Diyecegim o ki, degişkenlik şekilde ve surette kendini gösterir. Nitekim Imam Muslim Sahih'inde şu hadtsi zikreder: "Hak Teala bazen öyle bir tecelli eder ki, o tecelltye muhatap olan kul, onu inkar eder ve ondan Allah'a sığınır. Sonra kulun bildigi bir başka şekilde tecellt eyleyince, aynı kul, daha önce inkar etmiş oldugu o şeyi, bu sefer ikrar eder."7 Işte burada sörunu ettigirniz mUşahedenin, yani Rabhani sırlara ve hitaplara nail olmanın incelikleri budur.
Akıl sahibine yakışan şey, bilgiyi. yalnızca zatında mükemmel olandan ve nereye giderse gitsin kendisiyle beraber olandan almaknr. Bu da mUş hedeye dayanan, Allah'ın bağış ve ihsanı demek olan bilgiden başkası degildir. Mesela, senin sahip oldugun np ilmin; hastalıklar ve sakatlıklar hakkındaki. bilgilerin, şayet hiçbir hastalık ve sakatlık olmayan bir yerde yaşamış olsan, o bilgilerle kimi tedavi edeceksin ve öyle bir çevrede senin o bilgilerin neye yarayacak? Akıllı insan, haber yolu ile elde edilmiş bilgilerin arkasından gitmez. Sahih rivayetlere dayalı olmalan da mutlaka onlann arkasından gidilmesini gerektirmez. Hawa haber yolu ile gelen o bilgiler asıllan ttibariyle vehbt bilgiler olsa bile ... Mesela "nbb-ı enbiya" gibi bilgiler olsa bile. Arif olan, böyle bilgilerle yetinmez, bilgiyi Allah'tan almak ister.
Hendese (Geometri) ilmi de aynen np ilmi gibidir. Çünkü söz konusu ilim, kendisiyle ilgili bir alan varsa işe yarar. O bilgi, mutlaka o alanın varlığına muhtaçtır. O alan olmayınca veya sen o alanın dışına çıkınca, o bilgileri de orada bırakır gidersin. Nefis (ruh) de ölum ile başka bir aleme geçince, bu dünyaya ait bütün bilgileri burada bırakıp, sadelik içinde ve safhaliyle tek haşma kalacak. O zaman yanında bu dunyaya ait hiçbir şey bulunmayacak ...
Her çeşit bilginin geçerli oldugu ve olmadığı alanlar bunun gibidir. Ruh öbür aleme intikal edince bütün bu bilgileri terkedecek Akıl sahibine gereken, gidecegi yerde kendisine lazım olacak çok zarüri şeyler dışmda yanına fazla ylik almamak ve sadece beraberinde götürebilecegi bilgileri tahstle çalışmaktır. Bu da şu iki ilimden başkası degildir: Biri özelilikle "Allah'ı bilme" ilrnidir, öbürü de "Ahiret yurdu bölgelerini tanıma" ilmidir. Yani, ahiret alemine ait menzil ve makamlan ve o merızil ile makamlann geregi olan incelikleri bilmektir. Ta ki, orada bilmedigi bir durumla karşı karşıya kalınca, yabancılık duymadan ve müşkilat çekmeden rahatça yoluna devam edebilsin. Çünkü o nereye gittigini bilen bir irfan ehlidir. Yol bilmeyen bir yabancı degildir. Burada sözUnu etti7 Sllhih-i MOslirn, Kitl!bu'l-lman 299'cu Hadis-i Şerif_ girniz yurt ve makamlardan maksadımız fark ve temyiz makamıdır, yoksa dogru ile yanlışın iç içe girmiş oldugu ve birbirinden ayırt edilemedigi yanlışlıklar yurdu degildir. Işte böyle karmaşık bir alemde, oranın yabancısı olan birileıine Rableri katından bir tecelli geldiginde "Biz senden Allah'a sıgınınz, sen hizim Rabbimiz degilsin, Rabbimiz gelinceye kadar biz burada bekliyoruz işte!" derler. Rabbin tecelltsi onlann bildikleri bir şekilde gelince, ancak o zaman onu ikrar ederler. Ne muhteşem bir hayret, degil mi?..
Akıl sahibine yakışan, söz konusu iki ilmi, keşif yolunun bütün şan ve tcaplanru yerine getirrnek soretiyle riyazat, halvet ve mücahede yoluyla keşfe çalışmakur. Ben hep halvetin ve halvet şartlannın ne oldugunu ve orada vukua gelecek tecellileri, tertip üzere ve inceden ineeye dile getirrnek istiyorum, fakta zamane denilen devran müsaade etmedi. Devrandan maksadım devrin çirkin ilim adamlandır. Onlar, bilmedikleri bir şeyi hemen inkar ederler. Başta taassup olmak üıere, meşhur olma ve mevki kapma tutkusu onlann iz'an ve basirellerini öylesine baglamıştır ki, hakikatı kabullenmek ve ona teslim olmak konusunda neredeyse onlan tmansız bırakmışnr.
Burada rnekruhuma son veriyorum. Allah her şeye yeter. Evvel, ahir, bııtın ve zahir hamd daima O'nadır. Sonsuz saygı ve şükranlanınızla birlikte salat-ü selam da O'nun nebtsinedir.
****
Açıklama
İbnü’l-Arabî Râzî’ye birden fazla mektup yazmıştır. Bunlar arasında en yaygın bilineni “Dostum” (veliyyî) diye hitap ettiği Râzî’yi riyâzât, mücâhede ve halvet yoluyla mârifetullaha ulaşmaya, keşif ve müşahede sayesinde ledünnî bilgilere ulaşarak tam anlamıyla Peygamber vârisi âlimlerden olmaya davet ettiği mektuptur (İbnü’l-Arabî, “Risâli ile’l-İmâmi’r-Râzî”); İbnü’l-Arabî’nin “Kardeşlerimizden” diye nitelediği Râzî’ye diğer bir mektubu fütüvvet konusunun ağırlıklı olarak ele alındığı Risâletü’l-ahlâk’tır (İbnü’l-Arabî, elFütûhâtü’l-Mekkiyye, I, 241; IV, 459; bu risâle 591-595 yıllarında yazıldığına göre ve bu tarihte İbnü’l-Arabî Fas’ta olduğuna göre (Addas, İbn ‘Arabî, s. 313), Râzî’nin şöhreti Mağrib’e ulaşmış olmalıdır ve muhtemelen İbnü’lArabî’nin mektuplarına da cevap vermiştir. Nitekim Kâtib Çelebi, İbnü’lArabî’nin el-Kalb ve tahkīku vücûhihi’l-mukābile ile’l-hadârât adlı risâlesini Râzî’nin isteği üzere kaleme aldığını belirtilir (Kâtib Çelebi, Keşfü’z-zunûn, I, 883). Râzî’nin bu mektuba (Süleymaniye Ktp., Lâleli, nr. 1593, vr. 84a -86a ) ve diğer iki mektuba nasıl karşılık verdiğini gösterecek mektuplar henüz bulunamamıştır. Şa‘rânî’nin verdiği bilgiye bakılırsa Râzî, İbnü’l-Arabî hakkkında “Şeyh M