4 Eylül 2021 tarihinde yayınlanmıştır.
Şeyhü'l-Ekber Hazretleri, daha bulûğ çağında iken manevî bir işâretle inzivâya çekildiğini ve uzun süren halvet ve riyâzetler netîcesinde marifet kapılarının kendisine yavaş yavaş açıldığını söyler. O sıralarda henüz on beş-on altı yaşlarındadır. Hazret-i Şeyhin daha o yaşlarda ilhâmât-ı Rabbânî ile akla hayâle gelmeyecek sözler söylemesi, ilâhî sırlardan bahsetmesi, fevkalâde hâller göstermesi, o devrin en meşhûr âlimi ve hakîmi İbn Rüşd'ün dikkatini çekmiş ve Hazret-i Şeyh'le görüşmek istemiş. İbn Rüşd, Hazret-i Şeyh'in babasının yakın arkadaşı olduğundan, bu görüşme kolayca ayarlanmış. Şeyhü'l-Ekber Hazretleri, Fütûhât-ı Mekkiyesinde bu görüşmeyi şöyle anlatır :
Bir gün Kurtuba'da şehrin kadısı Ebu'l-Velîd İbn Rüşd'ün huzûruna girdim. Halvetimde, Allah'ın bana keşf etdirdiği şeyleri duyup öğrendiği için benimle görüşmek istemişdi. Duyduklarından dolayı hayretini izhâr ediyordu. Babamın arkadaşlarından olduğu için, babam onun arzusunu gerçekleştirmek üzere, bir vesîleyle beni ona gönderdi. O esnâda bıyıkları henüz terlememiş bir delikanlıydım. Huzuruna girdiğimde sevgi ve saygıyla kalkıp beni kucakladı ve şöyle dedi, "Evet". Ben de cevâb verdim, "Evet". Onu anladığımı düşünerek daha çok sevindi. Sonra, sevincinin sebebinin farkına vardım ve ona "Hayır" dedim. Bunun üzerine üzüldü, yüzünün rengi değişdi, düşündüğü şeyde şübheye düşdü. Bana şöyle dedi, "Senin keşf ve feyz-i ilâhî ile bulduğun şey aklın bize verdiği şey midir?". Ona, "Hem evet hem hayır" diye cevâb verdim. "Bu evet ile hayır arasında rûhlar yerlerinden, boyunlar cesedlerinden fırlar" deyince benzi sarardı, kendisine bir titreme geldi, sanki birdenbire yaşlandı. Ne demek istediğimi anlamışdı.
İbn Rüşd, sâhib olduğu ilmin, bizim söylediklerimize uyup uymadığını öğrenmek için daha sonra da babamın tavassutuyla bizimle bir araya gelmek istedi. Çünkü kendisi fikir ve düşünce ehliydi.
Sonra, ders görmeden, araştırma yapmadan, okumadan, kitâbları mütalaa etmeden, câhil olarak halvete girip, bu hâlde dışarıya çıkan birisini gördüğü için Allah'a şükretdi ve şöyle dedi, "Bu bizim kabûl etdiğimiz fakat ehlini görmediğimiz bir hâldir. Kapıların kilitlerini açan o hâl ehlinden birisinin bulunduğu bir zamanda bulunduğum için Allah'a hamd ederim. Bunu bana gösterme lutfunda bulunan Allah'a hamdolsun".
İşte sôfîler ve ârifler ile filozoflar ve âlimler arasındaki fark budur. Sôfîler ve ârifler kalbi tasfiye ederek, onu tecelliyât-ı ilâhîye lâyık ve müsâid hâle getirirler ve böylece ilm-i ledünne erişirler. Yani ilmi doğrudan doğruya Hakk'dan alırlar. Âlimler ve filozoflar ise ilmi halkdan alırlar, hocadan okurlar, kitâba müracaat ederler, akıl yürütürler, tefekkür ederler, yani kendi akıllarına, fikirlerine dayanırlar ve hakîkati bu yolla bulmaya çalışırlar. İlmi Hakk'dan almakla, halkdan almak hiç bir olur mu! O nerde bu nerde!