13 Temmuz 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Allah bizi ve seni tevfîkiyle te'yîd eylesin, ma'lûmun olsun ki, İbrâhîm oğluna şöyle dedi : "يَا بُنَيَّ اِنّ۪ٓي اَرٰى فِي الْمَنَامِ اَنّ۪ٓي اَذْبَحُكَ".
Menâm, hazret-i hayâldir. İmdi İbrâhîm rüyâyı ta'bîr etmedi. Hâlbuki menâmda İbrâhîm'in oğlu sûretinde zâhir olan koç idi. İmdi İbrâhîm rüyâyı tasdîk eyledi. Böyle olunca Cenâb-ı İbrâhîm’in vehminden nâşî, Hazet-i İshâk’a Rabb'i zibh-i azîmi fedâ eyledi ki, o, onun rüyâsının Allah indindeki ta’bîri idi. Hâlbuki o buna muttali' olmadı.
Görmez misin ki, bir rüyânın ta'bîri hakkında Resûlullah Ebû Bekir'e, nasıl "Bazısında isâbet etdin ve bazısında hatâ etdin" buyurdu. Hâl böyle olunca Ebû Bekir, hangisinde isâbet ve hangisinde hatâ etdiğini tarîf buyurmasını taleb eyledi. Efendimiz tarîf buyurmadı.
Hakk Teâlâ İbrâhîm'e "Yâ İbrâhîm!" diye nidâ etdiği zaman, "قَدْ صَدَّقْتَ الرُّءْيَاۚ" dedi (yani "rüyânı tasdîk eyledin" dedi), "rüyâda sâdık oldun, işte o rüyâda gördüğün senin oğlundur" demedi. Zîrâ İbrâhîm, rüyâyı tabîr etmedi. Belki gördüğü şeyi zâhiri üzerine aldı. Hâlbuki rüyâ tabîr ister. Bunun için Azîz, "اِنْ كُنْتُمْ لِلرُّءْيَا تَعْبُرُونَ" dedi. Tabîrin ma'nâsı rüyâda gördüğü sûretden emr-i âhara cevâzdır. İmdi öküz, kaht ve vüsatde, seneler oldu. Eğer rüyâda sâdık olaydı, oğlunu zebheder idi. Halbuki ancak bu, veledinin aynı olduğunda rüyâyı tasdîk eyledi. Allah indinde ise, ancak onun veledinin sûretinde zibh-i azîm idi. Böyle olunca İbrâhîm'in zihninde veled vâki' olduğundan nâşî zibh-i azîmi fedâ eyledi. Yoksa o nefs-i emrde indallah fedâ değildir. İmdi his zibhi tasvîr eyledi. Hayâl dahi ibn-i İbrâhîm'i tasvîr eyledi. Binâenaleyh eğer hayâlde koçu göre idi, elbette onu oğlu ile, yâhud emr-i dîğer ile tabîr eder idi.
Sonra Hakk Teâlâ buyurdu, "اِنَّ هٰذَا لَهُوَ الْبَلٰٓؤُ۬ا الْمُب۪ينُ". Yani imtihân-ı zâhirdir. Yani Hakk Teâlâ, mevtın-ı rüyânın tabîrden iktizâ etdiği şeyi bilir mi, yoksa bilmez mi diye İbrâhîm'i ilimde imtihândır. Zîrâ tahkîkan mevtın-ı rüyânın tabîr istediğini Hakk Teâlâ bilir. İmdi İbrâhîm rüyâyı tabîrden gaflet etdi. Böyle olunca, mevtın-ı rüyâya onun hakkını vermedi ve bu sebebden dolayı rüyâyı tasdîk eyledi.
Nitekim Müsned sâhibi imâm olan Takıyy bin Mahled, gâfil oldu. İndinde sâbit olan haberde işitdi ki, Nebî buyurdu, "Beni rüyâda gören kimse, yakazada beni gördü. Zîrâ şeytan benim sûretim üzerine mütemessil olmaz". İmdi Takıyy bin Mahled onu gördü ve Nebî o rüyâda ona süt içirdi. Takıyy bin Mahled rüyâsını tasdîk etti. Binâenaleyh istikâ edip sütü kayy eyledi. Eğer rüyâsını tabîr ede idi o süt, ona ilm-i kesîr olur idi. İmdi sütten içtiği kadar, Allah Teâlâ ona ilm-i kesîri harâm etdi.
Sen Resûl'ü görmez misin ki, rüyâda bir kadeh süt verildi. Buyurdu ki, "Kanmaklık tırnaklarımdan çıkıncaya kadar onu içdim. Sonra artığımı Ömer'e verdim". "Yâ Resûlallah, onu ne ile tevîl etdin?" dediler. "İlim" buyurdu. Ve mevtın-ı rüyâya ve tabîrden iktizâ etdiği şeye âlim olduğu için, gördüğü sûret üzere onu süt olarak terketmedi.
Ve muhakkak bilindi ki, Nebî'nin, hissin müşâhede ettiği sûreti Medîne’de medfûndur ve onu rûhunu ve latîfesini, bir kimse bir kimseden ve kendi nefsinden müşâhede etmedi. Ervâhın hepsi bu mesâbededir. İmdi Nebî'nin rûhu, vefât ettiği cesedi sûretinde olarak menâmda râî için mütecessid olur. Menâm, o cesedden bir şey tenkîs etmez. İmdi o, Muhammed'dir ki, medfûn olan sûrete müşâbih sûret-i cesediyyede, rûhu haysiyetiyle merîdir. Allah tarafından râî hakkında ismetden nâşî, şeytanın onun cesedi sûretinde mutasavver olması mümkin değildir. Ve bunun için onu bu sûretle gören kimse, ona emrettiği veyâ ondan nehyeylediği veyâhud ona ihbâr kıldığı şeyin kâffesini ondan ahzeder. Nasıl ki hayât-ı dünyâda nassdan veyâ zâhirden veyâ mücmelden veyâhud hangi şeyden vâki’ olursa olsun, ondan sâdır olan lafzın delâlet ettiği şey hasebi üzere ahkâmdan, Nebî'den ahzeder idi. İmdi eğer ona bir şey verse, muhakkak bu şey, kendisine tabîr dâhil olan şeydir. Böyle olunca eğer hayâlde olduğu gibi, hisde çıkarsa o rüyâ için tabîr yokdur.
Ahmed Avni Bey, Fusûs Şerhinde bu fassın başında rüyâ meslesini şöyle îzâh ediyor :
Ma’lûm olsun ki, ma’nâ-yı ilmî-i küllî ümmü’l-kitâbdan, âlemin kalbi mesâbesinde olan levh-i mahfûz âlemine nâzil olur ve ondan "âlem-i misâle gelir. Ba’dehû âlem-i hisde mütecessid olup çeşm-i hissî ile görülür. Âlem-i misâl, âlem-i ulvîden âlem-i süflîye ve bâtından zâhire ve ilimden kevne nâzil olan vücûdun dördüncü mertebesidir. Buna âlem-i hayâl-i mutlak ve insanın vücûdunda olan hayâle de âlem-i hayâl-i mukayyed derler. Ve hayâl-i insânînin bir tarafı âlem-i misâle, bir tarafı da kendi nefsine ve cesedine muttasıldır. İster mizâc bozukluğu ve ister uyku sebebiyle olsun, eğer insanın hayâline cihet-i süflîden, ya’ni bu içinde bulunduğumuz âlem-i kevnden, bir sûret müntakış olursa, hakîkati yokdur, adgâs u ahlâmdır. Çünkü o kimsenin nukûş-i kevniyyeye olan alâkası sebebiyle, hayâlinde peydâ olan bir nevi' mel’abedir. Fakat insanın mir’ât-ı hayâlinde musavver olan sûretler cihet-i ulvîden, ya’ni âlem-i misâlden, nüzûl etmiş ise, gerek yakazada ve gerek uykuda olsun hak ve sâbitdir. Çünkü âlem-i misâl ilm-i Hakk’ın hizânesidir, onda hatâ mümkin değildir. Ve âlem-i misâlden nâzil olan suver, eğer ta’bîre muhtâc olmayıp âlem-i hisde aynıyla zuhûr ederse buna keşf-i mücerred derler. Ve eğer görülen suver-i hayâliyye, kendisine münâsebeti olan suver-i hissiyye ile ta’bîre muhtaç olursa, buna da keşf-i muhayyel derler. Ve hayâl-i insânîye cihet-i süflîden mün’akis olan sûretlere de hayâl-i mücerred denir. Şu hâlde keşf-i mücerred ile keşf-i muhayyel hak ve sâbitdir. İbrâhîm oğlu İshâk'ı rü’yâsında zebhetdi ve onu keşf-i mücerred nev’inden addedip âlem-i hisde dahi, aynıyla Cenâb-ı İshâk’ı zebha teşebbüs buyurdu. Fakat Hak Teâlâ hazretleri onun rü’yâsını, âlem-i misâlde gördüğü gulâm-ı halîmi olan Hazret-i İshâk’ın sûretini, ona münâsebeti bulunan koç sûretiyle bi’t-te’vîl hak kıldı. Pederinin rü’yâsı İshâk hakkında bu sûretle tahakkuk etdiği için Kelime-i İshâkıyye hikmet-i hakkıyyeye tahsîs olundu.