2 Şubat 2025 tarihinde yayınlanmıştır.
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Amerika'daki bir sohbetlerinde buyurdular ki:
Bir hikâye ile başlayacağız. Fakat hikâyenin kışrında, dışında kalmamak lâzımdır. Hikâyelerin dışında kalacak olursak eğer, ömrümüzü hebâya vermiş oluruz, bedâvaya. Mutlakâ kıssadan hisse almak lâzım. Târih okurken de böyledir. İnsan târihi ibret almadan okursa eğer, târihe ibret olur. İnsan târihi okuduğu vakitde ondan ibret almazsa, vaktini geçirmiş olur, uykusu gelir, uyku gelmek için iyi gelir yani yatar ve uyur. Târihi okuduğumuz vakitde, kötü yapanların âkıbetlerini görerek, hayâtımızı ona göre tanzîm edeceğiz. İyi yapan kişilerin de izinden yürüyeceğiz ki, matlab u maksadımıza nâil olalım. Zîrâ insan muhâtabına bakarak kendisini düzeltebilir. Bizim Türkçemizde bir söz vardır, "Edebsizden edeb öğren" derler. Gene insan hîleyi, şerri talîm etmeli, şer yapmak için değil, şerre düşmemek için. İnsan hîleyi öğrenirse hîleye düşmez ama hîle yaparsa hîlekâr olur, iyi değil.
Şimdi anlatacağımız kıssadan hisse almak şartıyla. Eğer hisse almazsak, vaktimizi öldürmüş oluruz, yazık olur yani ömrümüze. Ama gene bir kişiye bir kötülük yapmadan hayâtımızı geçirmiş oluruz. Bir de var ki, ibret almayız ama bir de kötülük yaparız halka. Bir de ibret almıyoruz fakat halka kötülük yapmadan gene dinleriz ve yatarız. Ama ehemm-i mühim olan nedir? Mutlakâ bir hisse almakdır.
Bir velî, bir sôfî, Türk ve İslâm sôfîsi, şöyle söylemiş, demiş ki :
Bir göz ki olmaya ibret anın nazarında
Ol düşmenidir sâhibinin baş üzerinde
İbretsiz göz, düşman gibidir. Senin de gözün ibretsizse sen de düşmanını başının üstünde taşıyorsun. İbret almayan göz bir düşman gibidir. Senin gözün ibretsizse, bakdığından, gördüğünden ibret almıyorsa, o vakit sen düşmanını ne yapıyorsun, başının üstünde taşımakdasın. Göz, ona derler ki ibret ile bakan göz. İşte ibret ile bakan göz sâhibi Allah'ın cemâlini de görecek. Hangi göz ibretliyse o göz kıymetli bir göz demek ki, o göz Cemâl'i de görecek Cemâl-i lâ-yezâl'i.
Şimdi bir gelelim kıssamıza. Şark pâdişahlarından meşhûr bir pâdişah, Hindistan pâdişahlarından ve Türk pâdişahı. Vaktiyle Türkler Hindistan'a hâkim olmuşlardı. O pâdişahlardan bir pâdişah, Mahmûd-ı Gaznevî, Gazneli Mahmûd. Yanına baş vezîrini almış. O devirde istibdadla, yani müstebid idâre olduğu için sadrazamı var ki vezîrlerin başı, vekillerin en başı, onu yanına almış, sivil giyinmişler, halkın içine girecekler ve halkın durumunu öğrenecekler. Halk şikâyetçi mi, memnûn mu, halkın durumu nedir, onu öğrenmek istiyorlar. Çünkü tokun açdan haberi yokdur. Tok kimse, açdan haberi olmaz. Aç olacak ki, açın hâlini bilsin. Damdan düşen adam damdan düşenin hâlini bilir. Öyle değil mi? Hasta hastanın hâlini bilir. Âşık âşıkın hâlini bilir. Aşk çekmemiş bir adam aşkdan ne bilecek! Halkın içine girecek ki halkı öğrensin. Resmî elbisesiyle halkın arasına girse, herkes ona hürmet edecek filan, halkı göremez. Ama halkın durumuyla girerse, halkın bütün sırrına vâkıf olacak. Onun için halkın şekline girmiş ve halk arasında dolaşıyor. Şark pâdişahları böyle yaparlarmış.
Osmanlı pâdişahlarından birisi böyle kıyâfet değişdirmiş, bir satıcı, seyyar satıcı şekline girmiş, dolaşıyor. Bir fakîr esnafın yanına gitmiş, o da ayakkabı tamircisiymiş böyle ayakkabı tamîr ediyor, eski ayakkabıları. Onun yanına oturmuş, kendisi seyyar satıcı şeklinde, kendini soruyor o esnafa. "Nasıl, eski pâdişahın zamanı mı iyi, bu pâdişahın zamanı mı iyi, ne dersin?". O kunduracı, çekici koymuş yere, "Eski pâdişahın da anasını, bu yeni padişahın da anasını ...." demiş, küfretmiş. "Neden neden?" demiş. Dedi, "Ben onun zamanında da kunduracıydım, bunun zamanında da kunduracıyım. Bana ne, o geldi, o gitdi".
Bazen ben böyle şaka yapacağım, sizin uykunuz gelmesin diye.
Geziyorlar, yanında sadrazamı. Sadrazam o vakit, şimdiki başvekil yerine kâim ama kuvvet bakımından çooook kuvvetli. Yani sadrazam bu devrin başvekiliyle karşılanmaz. Ancak tarîf etmek için söyleyebiliriz.
Bakmışlar, bir demirci demir dövüyor, örsün üzerinde demir dövüyor. Ve duruyor böyle, karşıya bakıyor, karşı duvara, bakıyor bakıyor, atıyor yere demirle çekici, koşuyor oraya gidiyor, oraya varınca oradan ağlayarak dönüyor geliyor, gene çekicini alıyor eline demiri dövmeye başlıyor. Dedi ki pâdişah sadrazama, "Bunu yaz, bu nedir, bunun ahvâlini öğren getir bana haber ver" dedi.
Oradan geçdiler yürüdüler, bakdılar, bir adam...
Tabii şarka gelenler biliyorlar, müslümanların câmilerinin yanlarında yüksek bir kule gibi bir binâ var, onun ismine minâre diyoruz biz, ezan vaktini oradan çıkıp müezzin etrâfa seslenir ki herkes duysun da câmiye gelsin diye. Bunlar vaktiyle böyle yapıldığı gibi aynı zamanda muhârebe zamanlarında da böyle çıkıp haber verirlermiş birbirlerine, bir şehri birdenbire ayaklandırıyorlar yani toparlayabiliyorlar. Bir çok faydaları var, yalnız ezana mahsûs değil o minâreler, minârelerin yüksek olması, ses duyurmaları. O devirde böyle sesi iletecek, yükseltecek âletler yok. Onun için ne yapıyorlar, minâre yapıyorlar, minârelerin üzerinden bazı emirler veriliyor. Böyle bu şekilde. Aynı zamanda hem ezan okuyorlar, câmiye çağırıyorlar, hem de harb zamanlarında yâhud ehemm-i mühim zamanlarda oradan çıkıp halka sesleniyorlar, halkı toplayabiliyorlar, şehrin halkını, her tarafdan. Meselâ neye benzer minâreler? Semâya açılmış eller gibi böyle duâ ediyor. Bir adam oturmuş, elini semâya açmış duâ ediyor Allah'a, o şekli verir. Yâhud bir tolgalı askerin sırtında süngüsüne benzer. Kubbe, askerin kafasındaki tolga ve süngü de minâre onun yanında böyle.
Peki bu nereden kalmış, bu minâre nereden çıkmış? Belki sizi enterese etmeyecek ama bir bilgidir, ilimdir, belleyin, bilin. Çünkü bir cemâati kalabalık dînin ibâdet uzvunun bir parçası olmak münâsebetiyle öğrenmek istersiniz zannediyorum.
Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi vesellem, Mekke'de müşriklerin, putperestlerin, ezâ ve cefâsından dolayı, Medîne-i Münevvere'ye gitmesi için Allah tarafından kendisine emir verildi ve îmân eden mü'minleri de ne yapdı, onları evvelâ gönderdi ve kendisi de Mekke'den gizli olarak çıkdı. Burada anlatmayacağım size, dîni şeyler ama, târihî kıssalar. Çıkdı, emirle çıkdı yani Allah öyle emretdi. Müslümanları, inananları gönderdi Medîne'ye. Peygamber de gizli olarak çıkdı Mekke'den ve Medîne'nin yolunu tutdu. Medîne'ye geldi.
Müslümanların beş vakit namazları var, beş vakit namaz kılıyorlar müslümanlar, ibâdet ediyorlar. Tâ Peygamber zamanından şimdiye kadar. Ve kıyâmete kadar böyle devâm edecek, müslümanlık devâm etdiği müddetçe. Onun zevkini bilen bilir, bilmeyene ağır gelir, o ayrı şey. "İslâm şerîatı ağırdır, bilmem ne filan", onları bırak, kulak arkası benim için. Zevkini bilenler, neşesini bilenler, zevk alanlar, lezzet duyanlar için konuşuyoruz biz.
Şimdi, Medîne'ye gelince, beş vakit namaz farz, müslümanlar namaz kılacaklar, Allah öyle emretmiş, dediler ki, "Ne yapalım? Namaz vaktini nasıl tayîn edelim?". Kimi tarlada, kimi pazarda, kimi dükkanda, kimi şurada burada. Dediler, "Namaz vaktini tayîn edelim, ne yapalım?" . Bir kısmı dediler ki, "Boru çalalım" dediler, "boruyla haber verelim". Nefir. Bu nefir ki İsrâfil meleğin ağzında duruyor böyle dâimâ Allah'ın levhine bakıyor, emir verdi mi öttürecek, "Vuuuuu", bütün yıkılacak semâvât ve ard. Sonra ikinci sûru üflediğinde, "ve nüfihati's-sûr", ölenler tekrar dirilecekler, kalkacaklar. Bu olacak. Şimdi, "Sûr üfleyelim yani boru öttürelim" dediler. Peygamber dedi ki, "Bunu mûsevîler yaparlar". Çünkü mûsevîler, Hazret-i Mûsâ'nın kavmi, sinagoglara kendi cemaatlerini çağırmak için o devirde, bilmiyorum şimdi nasıl yapıyorlar, sûr üflüyorlardı, boru öttürüyorlardı yani. Borunun da esas târihçesi İsrâfil nâmındaki meleğin sûru üflemesinden dolayı, ona işâreten. Sonra bir zamanlar mûsevîler, Türkiye'de olan mûsevîler, kapıları çalıyorlardı "Çimi Salamon, çimi Mişon, aravantar" diye çağırıyorlardı. O devirde, nefir üflüyorlar, yani düdük öttürüyorlar. "Düüüüt". Üfürmek mühim, çok mühim bir mesele, bunda uzun uzun işler var bu üfürmekde. Üflemek meselesi çok mühim. Yaaa, üflemek meselesi çok mühim, üflemek. Peygamber boru öttürmeyi kabûl etmedi, dedi, "O mûsevîlerin âdetidir, mûsevîlerden ayrılmamız lâzım bizim, müslümanların" dedi, boruyu kabûl etmedi.
Dediler ki, "Çan çalalım, çan vuralım" dediler. Peygamber, onu da kabûl etmedi, dedi ki, "Hıristiyanlar çalarlar çan". Cenâb-ı Hakk diyor ki Kur`ân'da "Hiç bir nesne yokdur ki beni zikreylemeye. Hiç bir nesne yok ki kâinâtda beni zikretmesin". Çanın da zikri "Dannn dannn" diye vurduğu vakitde, "Yâ Kadîmmmm Yâ Kadîmmm Yâ Kadim", Allah'ın Yâ Kadîm esmâsını vuruyor, onu tesbîh ediyor, zikrediyor. Resûl-i Ekrem Efendimiz buyurdular ki, "O, hristiyanlara âiddir, çan. Bizim onlardan ayrılmamız lâzım, müslümanların". Kabûl etmediler.
Sonra dediler ki, gene başka bazı fikirler atıldı ortaya, dediler ki, "Ateş yakalım, onun dumanını gören câmiye gelsin". Onu da Efendimiz kabûl etmedi, dedi ki, "Bunu da budistler yapar" dedi, "mecûsiler yapar, ateşperestler yapar" dedi.
Sonra oradan dağıldılar. Yani bir kara verilmedi. Bir kara verilmedi, dağıldılar oradan. O akşam, Peygamber'in arkadaşlarından kırk kişi, içinde Hazret-i Ömer ibn Hattâb radıyallahu anhj Hazretleri olmak şartıyla ve Bilâl-i Habeşî, kırk kişi rüyâ gördüler. Rüya bu. Hepsi aynı rüyâyı gördü. Yüksek bir yere bir zât çıkdı, elinde bir boru var. Hazret-i Ömer dedi ki, ben Hazret-i Ömer'den alacağım şimdi, aynı rüyâyı hepsi gördüler, "O boruyu bana satar mısın?". O zât dedi ki, "Ne yapacaksın bu boruyu?". Dedi ki, "Biz bugün ezan meselesini konuşduk, câmiye halkı toplama meselesini konuşduk. Bu boruyu alıp, öttüreceğiz, halkı toplayacağız câmiye". Dedi ki o zât, "Ben size bundan hayırlısını talîm edeyim mi?". "Et" dedi. Onun üzerine, yüksek bir yere çıkdı. İşte minâre bu. Yüksek bir yere çıkdı o zât, müslümanların ezan okuduğu gibi ezan okudu. Allahuekber, Allahuekber, Allahuekber, Allahuekber, eşhedü en lâ ilâhe illallah, eşhedü en lâ ilâhe illallah, eşhedü enne Muhammede'r-Resûlullah, eşhedü enne Muhammede'r-Resûlullah, hayyı ale's-salâh hayyı ale's-salâh, hayyı ale'l-felâh hayyı ale'l-felâh, Allahuekber Allahuekber, Lâilâheillallah, bunu okudu. Sonra aşağı indi, biraz yürüdükden sonra, aynı bu ezanı daha süratlice okudukdan sonra içerisine "Namaz başladı" yani "Kad kâmeti's-salat"ı koydu.
"Gadı kâmet" değil, Kaf olacak, Gayn gibi değil. Bazısı okurken, "Gadı kâmeti's-salât" diye okuyor, yanlış o. "Kâd kâmeti's-salat", Kaf okuyacak.
Efendime söyleyeyim, okudu ve namaza durdular.
Hazret-i Ömer kalkdı sabahleyin, koşarak geldi Peygamber'e. Kırk kişi birden geldiler, her tarafdan koşarak. "Bir manâ gördük" dediler ve bu rüyâyı anlatdılar. Ve Bilâl-i Habeşî'ye de talîm etmiş o zât, Bilâl-i Habeşî, sesi gâyetle güzel, onu yüksek yere çıkardı Peygamber, ezanı ona okuttu. İşte ezan oradan başladı. O yüksek yere çıkmak da minâreye işâret oldu, minâre yapdılar.
Şimdi, burada bir mesele var. Rüyâ görmüşler. Göz yok, madde yok, gören ne, görülen nedir? Soruyorum size, hepinize.
Peygamberlere vahiy evvelâ rüyâ ile gelir. Allah'dan aldıkları vahiy var ya, Allah'dan aldıkları haberler, evvelâ rüyâ ile başlar. Rüyâ çok mühim. Peki gören ne, görülen ne? Ne madde var, ne göz var. Ne ses var, ne kulak var, söyleyen ne, işiten ne? Nedir bu rüyâ? Geçiyoruz. Onu sizin kafanıza bırakıyorum, düşünün haftaya kadar. Çünkü hemen söylersem kıymetini bilmeyeceksiniz onun siz.
Hoca Nasreddin, bizim bir hocamız var, Nasreddin, ona gelip bir şey istedile rmi kapısından, "Tak Tak Hocaefendi biraz şeker verir misin?", evvelâ "Yok", sonra "Gel gel al" dermiş. Demişler ki, "Evvelâ yok diyorsun, sonra veriyorsun". "Hemen versem kıymetini bilmezsiniz" demiş. Yokluğu sana bir tattırayım evvelâ, yokluğu bir tat, sonra kıymetini bil.
Gene bir gün birisi gelmiş kapısını çalmış, Hocafendi açmış kapıyı, "Ne istiyorsun?", "Eşeğini bana verir misin?" demiş. "Eşeğim yok" demiş. Adam giderken eşek anırmaya başlamış içeriden, "Hocaefendi, eşek anırıyor" deyince, "Ulan bana mı inanacaksın, eşeğe mi inanacaksın" demiş .
Gelmişler Mahmûd Gaznevî, sultân, sadrazamla beraber, bir adam minârenin dibinde duruyor, bakıyor minâreye böyle, koşarak gülerek çıkıyor üstüne, oraya varınca ağlaya ağlaya aşağı iniyor. Gene bakıyor yukarıya, gene gülerek çıkıyor yukarıya koşarak, sonra gene ağlaya ağlaya aşağı iniyor. Gene bakıyor yukarı. Akşama kadar vazîfesi bu.
Bizim İstanbul'da bir Simon var, mûsevîlerden, bu adam, bu çocuk genç çocuk, elinde bir otomobil tekerleği, üzerine yatmış, dırrrrr dırrrrrr dırrrrrr, akşama kadar meselâ, nasıl anlatayım size, 84 nolu sokak, daha ileri, oraya kadar gidiyor ve geliyor, hiç durmadan. Git gel, git gel, akşama kadar. Hep böyle dırrrr, dırrrrr, dırrrr. Bazı yerde takılıyor, dırt, dırrrrrr. Neden yapıyor acaba? Konuşacağız. Neden? Hep gidip geliyor öyle. Hiç durmak yok. Bazen takılıyor şey, nedir o, vites, dırt, dırrrr, dırrrrr.
Bir adam görmüşler, pazar yerinde, kalabalık bir yerde, gözleri a'mâ, ensesi öküz ensesi gibi. Bizim memleketimizde öyle, bilmiyorum burada öyle mi sizin arabalarınız, öküz arabalarınız, zevreğe geçirirler öküzün kafasını, sopayla çatarlar, hayvan böyle çekdiği için, öküzün ensesi nasırlanır böyle kat kat olur. Bilmem burada öyle mi. O a'mâ adam, "Allah aşkına, kim bana on para verirse", sadaka istiyor, yardım istiyor, "bana kim yardım ederse, benim enseme bir tokat vursun. Ama kuvvetli vursun". Şırraaak! O veriyor, o yapışdırıyor, o veriyor, veren vuruyor. Allah için diyor çünkü, herkes vuruyor filan böyle. Sultan görmüş böyle kendini dövdürüyor ama ensesi böyle öküzün ensesi gibi olmuş. Yani nasırlaşmış böyle. Sadrazama demiş ki, "Bunu da yaz bana" demiş, bunun ahvâli harekâtı nedir, yaz bunu bana, haber ver" demiş, "öğren bunu" demiş pâdişah. "Ki bunu kitâba yazalım, halka ibret olsun" demiş.
Şimdi tevîline geçeceğiz. İnsanların saâdeti, insanların selâmeti, insanların felâhı ve necâtı, iki cihânda, hem dünyâda hem âhiretde, âhirete inanmıyorsan dünyâda, iki tarafa inanıyorsan, iki tarafda saâdet ve necât nededir biliyor musun? Lisân ile Allah'u zikretmek, kalbiyle Allah'a inanmak ve Allah'ı sevmek, sonra yedi a'zâsını dürüst olarak kullanmak, yedi a'zâyı. O vakit insanlığını isbât etmiş olur, o adam kâmil, mükemmel bir insan olur. Yedi a'zâsını. Elini, dilini, gözünü kulağını, eteğini, uçkurunu, midesini dürüst kullanması lâzım. Manevî olarak ama. Şimdi geliyoruz.
Vezîr geldi ertesi günü, o demircinin dükkanına. Selâm verdi ona.
İnsan bir yere geldiği vakitde selâm vermesi lâzımdır. Selâm verecek. Selâmın manâsı nedir? Selâm, Allah'ın esmâlarından bir esmâdır. Manâsı şu. Karşısındaki insan olmak hasebiyle, "Bir yardıma ihtiyâcın var mı? Sana yardım edeyim, yardıma hazırım" demekdir. "Ben senin cinsindenim, insanım ben". Dînimiz de dilimiz de ayrı olsa dahi mâdem ki Âdem'in ve İbrâhim'in oğullarıyız, biribirmize ihtiyâcımız var. Yardım etmek için, aynı dînden olacak, aynı lisânı kullanacak, böyle şey yok. Mâdem ki insandır. Hattâ insan olmasa, hayvan dahi olsa, yardım edecek, kurtaracak. Tabii hayvana el atılarak kurtarılacak, insana haber verecek evvelâ. Nedir o? Yâ Selâm! "Selâmün aleyküm. Allah'ın selâmeti, selâm ismi senin üzerine olsun. Bir ihtiyâcın var mı? Senin ben kardeşinim, toprak kardeşinim, dîn kardeşinim, tîyn kardeşinim, ihtiyâcın var mı? Sana yardıma hazırım" demekdir. Selâm vermenin manâsı o. Onun için hangi müesseseye girersek girelim, oraya selâm vermek lâzımdır. Welcome mı diyeceğiz, Wilkommen mi diyeceğiz, Selâmün aleyküm mü diyeceğiz, sabahlar hayrolsun mu diyeceğiz, bir selâm vermek lâzım.
Selâm verdi vezîr ve dedi ki demirciye, "Ben pâdişah tarafından geliyorum, ben vezîrim, pâdişahın emri var, sende bir hareket var, burada demiri dövüyorsun, karşıya bakıyorsun, demiri bırakıp oraya gülerek koşuyorsun, oraya gidince ağlayarak geri dönüyorsun. Ne görüyorsun sen, biz bir şey görmüyoruz. Sen bir şey görüyorsun, ama biz görmüyoruz". Çünkü benim gördüğümü sen göremiyorsun. Senin gördüğünü de ben göremiyorum. Ayrı ayrı şeyler bunlar. O zât dedi ki, demirci, "Harb zamanıydı, muhârebe vardı, pâdişah emretdi bana", o devirde kılıç yapıyorlar, "kılıç yapayım ben. Sonra kargı yapayım. Bunları yapıyordum. Âilem bana dükkanıma yemek getirmişdi. Akşam yemeğini yiyip gece çalışayım diye. Gece gündüz çalışıyoruz, pâdişah öyle emretdi. Tavuk getirmişdi bana. Tavuğu güzel pişirmiş, haşlamış, söğüş yapmış yani. Getirmişdi. Ben işi bırakdım, oturdum, tavuğu yemeğe başladım. Karşıma bir kedi çıkdı benim, kara bir kedi, simsiyah. Gözünü dikdi benim gözümün içine böyle, bana rahatsızlık yapıyor, istiyor tavukdan. Ben vermiyorum. O arsızlık yapdı, ben vermedim. Kızdım ben kediye fenâ hâlde. Sonra bitirdikden sonra, aldım tavuğun kemiklerini kaldırdım ateşe atdım yakdım, vermedim kediye. Kızmışdım, kızdırdı beni çünkü. Ondan sonra kedi lisâna geldi. Bana dedi ki, 'Ben biraz edebsizlik yapdım sana, saldırdım, maldırdım filan filan filan, tavuk da senin hakkındı ama kemikleri, sinirleri benim hakkımdı, hayvanım ben. Onun kemiğini ben yiyecekdim. Eti senin, kemiği benimdi. Sen etini yedin, kemiğini de yakdın, bana kızdın diye. Niye gadabına mahkûm oldun? Gadabına mahkûm oldun. Eğer bana gadablanmasaydın. gadabına mahkûm olmasaydın, düşünecekdin, makûl olarak, diyecekdin ki, et benim, bu kemiği de bu hayvana vereyim diyecekdin, bana verecekdin. Vermedin. Vermedin ama sen büyük şey kaybetdin'. 'Nedir o?'. 'Bak şuraya'. Büyük bir defîne gösteriyor şimdi. 'Eğer bana o kemikleri verseydin, bu defîne senin olacakdı'. Şimdi ben buraya geldim mi, demir dövmeğe, oradan o kedi görünüyor, defîneyi bana gösteriyor, 'Gel bak defîne burada' diye, ben gülerek koşuyorum gidiyorum oraya, oraya gitdim mi, kayboluyor gidiyor. Geri dönüp ağlayarak buraya geliyorum.
Allah insanı halk etdiği vakitde, insana bir gadab lâzım, îcâb etdiği vakit düşmanıyla mücâdele yapmak için gadab lâzım, kızmazsa, gadablanmazsa, mücâdele yapamaz, gadabı halk etmiş. Hayvanın sıfatlarından bir sıfatı Âdem'e verdi. Verdi, fakat bunu âdilâne kullanırsa insan oluyor, ipin ucunu kaçırırsa hayvan gibi oluyor. Burada ne yapdı şimdi bu adam? Adâleti kaçırdı, kaçırdıkdan sonra hayvan gibi oldu. Neden? Çünkü adâleti bozdu. Yakdı kemikleri. Yakmayacakdı. Gadabına mağlûb olmayacakdı. Onun için ne oldu? O nimetden mahrûm oldu. Bu bir remz. Belki olmuş, belki olmamış. Böyle bir nimetden mahrûm oldu. İnsan ne vakit ki gadabına mahkûm olur, maddî manevî böyle bir defîneyi elinden çıkarır.
Şimdi, bu akşam burada bırakıyoruz dersi. İki tânesini haftaya inşâallah anlatacağım. Tamam bu kadar. Minâre meselesi ve bir de o dayak meselesi haftaya inşâallah.