8 Aralık 2021 tarihinde yayınlanmıştır.
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretlerine Amerikadaki bir radyo sohbetinde şöyle soruldu : "Aşk yolu nedir? Bu yolda nasıl yürümeye başlanır? Nasıl devâm edilir? Ve bu yolun sonunda ne bulunur?". Efendi Hazretleri bu soruya cevâben buyurdular ki :
Aşk, taraf-ı ilahiden insanlara verilen bir devletdir. Bidâyeti Hakk'la başlar, nihâyeti Hakk'la biter. Nihâyeti vuslatdır. Her kula nasîb olmaz. Aşk, öyle bir nûrdur ki, onu Allah her kula vermez.
Bunu bir kıssayla haber verelim. Belki buradan gene muhâtablarımıza seslendik. İstanbul'da Bayezid Câmisi, büyük bir câmi-i şerîf, bu câmi, İstanbul'u Türklere alıp veren Sultân Fâtih'in oğlu 2. Bayezid'in yapdırdığı câmidir. Bu câmi ilk yapıldığı vakitde resm-i küşâdında, o devrin Halvetî şeyhlerinden Cemâl-i Halvetî Hazretleri ki, yüksek bir makâm sâhibi ve kalblerin mahbûbudur, o zâta vermişler resm-i küşâdını câminin. Ve kürsüye çıkmış, tabii karşısında pâdişah ve sadrazam ve vezîrler ve askerî erkân ve ulemâ ve meşâyih, bütün halk hep câmide toplanmış. Tam söze başlayacağı esnâda, halkın içerisinden bir zât, parmağını kaldırmış, dedi, "Şeyh Efendi, söze başlamadan evvel, sizden bir şey ricâ edeceğim. Eşeğim kayboldu, İstanbul halkının ekserîsi burada bulunuyor, acaba gören var mı eşeğimi, cemaate sorar mısınız?" dedi. Şeyh halka hitâb ederek dedi ki, "Efendiler! İçinizde hiç bir şeye âşık olmayan, aşk nedir bilmeyen, sevgiden anlamayan kimse var mı? Sevgi nedir, aşk nedir bilmiyor ve hiç bir şeye âşık olmamış hayatında ve kalbini hiç bir şeye bağlamamış. Böyle bir kimse var mı içinizde?" diye sordu. Kalabalığın içerisinden bir adam ayağa kalkdı, dedi ki, "İşte aradığınız adam benim. Yani ben, aşk nedir, sevgi nedir, muhabbet nedir bilmem ve kalbimi bir şeye bağlamadım". Bir zât, bir zât, bir zât daha kalkdı ayağa, aynı sözleri söylediler. Dört kişi. O kadar kalabalığın içerisinde böyle dört kişi çıkdı bu şekilde. O vakit Şeyh, döndü eşeğini kaybeden zâta, "Kalk ayağa" dedi, "Sen bir eşek kaybetdin ben sana dört eşek buldum. Al bunlara semer vur, götür dışarıya" dedi.
Hayvanlar da aşkdan anlarlar. Hayvanlarda zâhir olan aşk ve muhabbet şehvet sûretinde zâhir olur. Kemâle ermeyen insanlarda da böyledir, şehvet olarak zâhir olur. Kemâle ermeyen insanlarda aşk, şehvet olarak zâhir olur. Zîrâ aşkı bir şaraba benzetirsek, şarabı hangi kaba koyarsak o kabın şeklini aldığı gibi, aşk da kime teveccüh ederse, o zâtın olumuna göre renk alır. Âile arasındaki aşklar, şehvânî aşklar, onlar, kudsîdir ve mukaddesdir. Zîrâ idâme-i beşeriyyet için lâzımdır. Bir müddet sonra bu aşk, şehvâniyyetden başka derece aşklara tahvîl olunur.
Cenâb-ı Hakk ve Kâdir-i Mutlak olan Allah Celle Celâluhû Hazretleri, kâinâtı aşk ile halk etmişdir, aşk için halk etmişdir, aşk ile halk etmişdir ve sevgililerini insanlardan seçmişdir.
Allah ile kul arasındaki muhabbet ve aşkın bidâyeti Allah'dandır. Allah bir kulu sevecek mi, onun kalbine kendi aşkını atar, sonra kul Allah'ı sever. Karşılıklı bir muhabbet başlar. Bu aşk ve muhabbet, lisân ile tarîf olmaz.
Ve sevdiğini de semâvâtda bulunan meleklerine şöyle ilân eder : "Ben filan kimseyi sevdim, siz de onu seviniz". Yine Cenâb-ı Hakk, meleklerin başı olan Hazret-i Cebrâil aleyhisselâma, "Kürre-i arda da seslenin, Allah filan kulunu sevdi, siz de seviniz" buyurur. Bunun üzerine semâda ve ardda olan bütün mahlûkât-ı ilâhiyye, bu zâta teveccüh ederler ve hepsi bunu severler. Mahlûkât içerisinde mahbûb olur ve Hakk'la kâim olur. Aşk onu öyle bir hâle koyar ki, Hakk ile Hakk olur, kendi özünü bilir ve nereye baksa Hakk'ı görür. Zîrâ bu âlemde Hakk'ı görmeyen a'mâdır, yarın öteki âlemde de onlar a'mâ olacaklardır.
Evet, bidâyet aşk ile başlamış, nihâyet aşk ile vuslat bulmuşdur. Kısa bir cevâbla büyük ma'nâlar vermek cür'etini gösterdik, âriflere kâfî geldiğini zannederim. Zîrâ hitâbımız âşinâ gönülleredir, aşk ile Hakk'a bağlananlaradır, Hakk aşkıyla ağlayanlaradır. Allah muhabbetiyle, Allah aşkıyla ağlamayan gözü ben ne yapayım! Allah'ı zikretmeyen dili ben ne yapayım! Allah'ın kelâmını dinleyip de zevk almayan kulakdan ne çıkar! Allah'ı sevmeyen bir kalb, kalb midir? İşte hayvanla insan arasındaki fark budur. Çünkü insandaki göz hayvanda da vardır, insandaki kulak hayvanda da vardır, insandaki dil hayvanda da vardır, insandaki kalb hayvanda da vardır. Farkı şudur ki, birisi aşkullah ile süslenmişdir, diğeri aşkullahdan bî-haberdir.
Aşkın tarifi gâyetle güçdür, ancak başına gelenler bu işi bilebilirler, başına gelmeyen bilmez. Zîrâ a'mâ için renk, sağır için âhenk olmaz.
Hattâ hayvanlarda zâhir olan aşkda, meselâ deve hayvanından bahsedeceğim, deve hayvanı âşık olduğu vakitde, kaldırdığı yükün on mislini kaldırır. Taşıdığı yükün on mislini taşıdığı gibi, yürüdüğü yolun da on mislini yürür.
Aşk ile çöllere düşenler, aşk ateşi çölün harâretini yakar. Yalancı âşıksa, çölün harâreti yalancı âşıkı yakar. Mecnûn'u işitmedin mi, Kays'ı? Mecnûn, Leylâ'nın köyüne gitdiği vakit, oradaki köpeklerin gözlerini, ayaklarını öpdü. Kendisine, "Bu pis hayvanı niye öpüyorsun?" dedikleri vakitde, "Bu gözler Leylâ'yı gördü, bu ayaklar Leylâ'nın basdığı yerlere basdı" dedi.
Allah bize aşkı tatdırsın ve zevkine vardırsın. Ondaki zevki hiç bir şeyde bulamayız, o zevk hiç bir maddede bulunmaz.
Âşıkı cehenneme atsalar, aşkın ateşi cehennemin ateşini söndürür. âşıkı cennete koysalar, aşkın ateşi cennetin güllerini soldurur. Eh bilmem, sorunun cevâbı kâfî geldi zannediyorum.Programcı, aşk yolundaki merhalelerin, yani İslâm'ın beş şartını îfâ etdikden sonra tarîkata girmek, bir mürşidden el almak ve nefsin yedi mertebesini kat etmek gibi husûsların açıklanmasını isteyince Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Bu yola aşksız girerse eğer, ona İslâm şerî'atı gâyetle ağır gelir. Bunun da sebebi şudur. Hastaya bal tatdırırlarsa, hastaya bal acı gelir. Balın acı gelmesi, balın acı olmasından değildir, hastanın mizâcının bozukluğundandır. Ama insan bir ârif, kâmil ve mükemmel bir şeyhe intisâb ederse, şeyh ona aşkın tadını tatdırır. İşte o vakit onun için ateş nûr olur, soğuğun şiddetini duymaz, ateşin harâretinden haberdâr olmaz. Şeyh ona şöyle tenbîh eder, "İster günah yap, ister sevâb yap, aşk ile yap". Aşksız ne günahın tadı çıkar ne sevâbın tadı çıkar.
Tarîkata girmek demek, manâ tarlasına muhabbet tohumunu atmak demekdir. Manâ tarlasına tohumu atdık, sulamak lâzım tohumu Gözyaşıyla sularsak, yakın zamanda o tohumun meyvası meydana gelecek ve meyvası yenilecekdir. Bunlar safha safhadır.
Tabii her aşk müsâvî değildir. Aşk, herkesin vücûdu ve istidâdı kadar ona tecellî eder. New York şehrinin suyu çokdur ama herkes kendi midesinin aldığı kadar o sudan içer. Yâhud New York şehrinde şarap çokdur ama her içen kâbiliyyeti kadar içebilir fakat şarap bitmez. İçenin karnı doyar, tatmîn olur ama şarap bitmez. Çünkü aşkın evveli ve âhiri yokdur.
Aşk, sâlikâna kendi derecesine göre teveccüh eder. Kimisi bu aşkı bir kadında görür. O kadın, onun için, Allah'a ilticâ etmek için, Mûsâ'nın Tûr'u misâlidir. Kimi kadına erkekde tecellî eder. Sevgilisi gene Tûr misâlidir. Bütün aşklar Allah'adır, sevgililer perde olurlar.
Mukaddes kitâblarda Yûsuf aleyhisselâmın kıssası hep mahfûzdur. Yûsuf, ard-ı Kenân'da idi. On bir kardeşi vardı. Yakûb Yûsuf'da gördüğünü görmüşdü. Yani Yûsuf'un vücûdu Ya'kûb'a Tûr-i Sinâ olmuşdu. Kardeşleri, babalarının Yûsuf'a olan bu muhabbetini çekemediler ve Yûsuf'u kuyuya atdılar. Bizim rûhumuzu vücûd kuyusuna atdıkları gibi. Kervan su almak üzere o kuyuya geldi ve kovalarını o kuyuya atdılar ve kuyudan su yerine güzel bir delikanlı çıkardılar. Tabii ben Yûsuf kıssasını olduğu gibi anlatacak değilim de, kısa bir komprime yapmak istiyorum. Ve Yûsuf'u götürdüler, Mısır'da pazarda köle diye satdılar. Yûsuf öyle bir mir'âtdı ki Hakk Teâlânın Cemâl sıfatı ondan tecellî etmişdi. Onu gören hâmile kadın çocuğunu düşürürdü. Yûsuf'un yüzüne bakan bir kimse elinde bıçak olsa, elini kesse, acısını duymazdı. Ve Yûsuf'u şehrin vâlisi, sultânı yani kıtfîri aldı. Bir âilesi vardı, ismi Züleyhâ idi, Züleyhâ'dan da aynalar utanırdı, o kadar güzeldi Züleyhâ. Züleyhâ Yûsuf'u sevmişdi ve bir çok zaman Yûsuf'a aşk ilân etdi. Hattâ aralarında boğuşma bile geçdi. Fakat Yûsuf, hiç bir zaman sıddîkiyyetinden dönmedi.
Züleyhâ o hâle geldi ki, Yûsuf'dan haber getirenin üstüne, huliyyâtını yani incilerini, altınlarını, gümüşlerini, cevâhirlerini, zümrüdlerini, yâkutlarını başından atardı. Ve kasden adamlar gelirler, derlerdi ki Züleyhâ'ya, "Biz bugün Yûsuf'u gördük", o Yûsuf'un aşkıyla, ne varsa onların başına serperdi. Züleyhâ aşkı uğruna her şeyini fedâ etdi. Zâten aşkın da bir kâidesi, sevdiği uğruna her şeyini fedâ etmekdi.
Ve mahvoldu Züleyhâ. Zamanlar üzerine ağır basdılar, beli büküldü, yaşlandı ve yer çekdi, alnı kırışdı. O şehvete düşdüğü için Allah onu zelîl etdi. Allah'ın her bir emrinde yüz bin esrar vardır. Yûsuf ise köle iken iffet ve ırzını hıfz etdiği için, Mısır'a sultân oldu.
Yûsuf, günlerden bir gün atın üzerinde gidiyordu, saltanatıyla beraber, arkasında askeriyle, halk ikiye ayrılmış, Yûsuf'u teşyi ediyorlardı, ellerini vuruyorlardı ve onu alkışlıyorlardı. Kalabalığın arasında bir kadın vardı, o kadın işte Züleyhâ idi. O da oraya gelmiş Yûsuf'u seyrediyordu. Yûsuf, onu kalabalıkda gördü ve kendisine olan aşkından dolayı herşeyini fedâ eden bu kadına doğru atını sürdü. O güzelliğinden artık eser kalmamışdı. O güzel Züleyhâ, her şeyi harâb olmuşdu. Her şeyin harâb olacağı gibi. Hangi güzellik güzellere bâkî kaldı? Hangi hükümdâra mülkü sâdık oldu? Hangi mahkeme kâdıya yâhud hâkime mük oldu? Nice güzeller nice çirkinler helâk olmuş, hattâ basdığımız toprak bile, basdığımız toprak, hangi dilberin dudağı, hangi güzel kadının yanağı idi? Toprak olan bedenler, kimisi testi olmuşdu, kimisi kadeh olmuşdu, kimisi tuğla olmuşdu.
Yûsuf, Züleyhâ'ya doğru yürüdü ve atından aşağı indi. Kendi uğruna, aşkı nâmına her şeyini fedâ eden bu kadının elinden tutdu. Halk bakıyordu, ellerini bârigâh-ı ehadiyyete açdı. Bu açılan eller bir peygamber eliydi, Sıddîk Yûsuf'un eliydi. "Yâ Rabbi, benim nâmıma şu hâle gelen şu kadını eski hâline döndür. Bu senin sünnetullahına muhâlifdir fakat senden bunu arzu ediyorum, istiyorum yâ Rabbi. Çünkü âşık Mâdem ki âşıkdır, sen onu maşûkuyla mutlakâ vuslat nasîb kılarsın. Lutf et yâ Rabbi" diye yalvardı Allah'a. Ve duâ müstecâb oldu. Züleyhâ o eski servi boyuna ve güzel endâmına, o güzel gözlere, o güzel saçlara, o güzel vücûda, pâlûze tene yeniden mâlik oldu. Ve kendini seven bu kadını Yûsuf, bağrına basdı ve bir nikah kıydırdı, sarayına götürdü ve kendisine âile yapdı. O akşam gerdek odasına girdi. Züleyhâ derhal Yûsuf'a dedi ki, "Yâ Yûsuf, bana elini sürme. Ben seni sevmiyormuşum, senin Rabbini seviyormuşum, sen bana perde olmuşsun. Sen bana Mûsâ'nın Tûr'u gibi oldun. Ben Hakk'ı seviyorum, sen şimdi aramıza perde olma, aramızdan çık" dedi.
Yûsuf dedi ki, "Hatırlıyor musun? Beni odaya almışdın, ben kaçıyordum, sen beni kovalıyordun. O günleri unutdun mu? Gel şimdi sen benim helâlimsin, benim âilemsin. Benim bağrıma gel, seni kucaklayayım" dedi. Züleyhâ dedi ki "Ben Allah'a âşıkmışım, aramıza girme Yâ Yûsuf, Allah aşkına bırak bu işi, burda kalsın".
Seven sevdiğinde Hakk'ı görür ama sevdiği perde olur. Bütün aşklar mahbûb-i hakîkî olan Allah'adır. İşte o güzel Allah'ı akseden aynaları biz zannederiz, kim ki aynayı kaldırdı, Hakk'ı buldu. Bilmem anlatabildim mi?
Programcı, "Şeyhe olan muhabbetden biraz bahseder misiniz?" diye sorunca, Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Bunlar sıra sıra. İşte evvelâ aşk-ı mecâzî ile başlıyor iş, sonra aşk-ı hakîkîye dönüyor. Aşk-ı mecâzî ile başlar sonra fenâfişşeyh olur yani bu aşk şeyhine başlar. Ama şart bu, şeyhin ona olan aşkından olursa olur. Şeyh onu severse o vakit mürîd şeyhini sevebilir.
Çünkü aşk-ı mecâzîden aşk-ı hakîkiye gidilir, riyâdan ihlâsa varılır, esmâdan müsemmâya vâsıl olunur. Onun için dervîşler arasında bu iş, evvelâ aşk-ı mecâzî ile başlar. Yani kadın erkeği sever, erkek kadını sever filan filan. Yani bir aşk başlar, gözlerinden yaş dökülür, kalbi yanar. Sonra, bu aşk, şeyhi ona muhabbet ederse, şeyhin aşkına döner ve o şeyhden başka bir şeyi sevemez ancak şeyhini sever. Ona fenâfişşeyh derler, şeyhinde fenâ bulmak derler. Sonra bu daha da ilerler, fenâfirresûl olur, Resûlullah'ı sever. Sonra fenâfillah olur yani Allah'ı sever. Fenâfillah olunca, o vakit, Allah'la bâkî olur.
Aşk-ı mecâzî olsun, aşk-ı hakîkî olsun, fenâfişşeyh olsun, fenâfirresûl olsun bunların hepsi Allah'ı sevmekdir. Allah'dan başka birini sevmiyor fakat bunlar perde oluyorlar. Bu şekilde safhalar geçiyor. Tecelliyât böyledir. Evvelâ aşk-ı mecâzî ile tecellî eder, hep Hakk'ın tecellîsidir. Orda görür evvelâ. Çünkü âşıkın durumuna göredir. Evvelâ istidâdı o kadardır. Yani ilk mekteb talebesidir. Sonra orta mekteb talebesi olur. Sonra üniversiteyi bitirir. Bunun gibidir yani. Yani tecelliyât böyle gelir. Hakk'dan başka değildir gene.
Eğer mücerred aşk-ı mecâzîde kalırsa, yani birinci sınıfda, o vakit o makbûl değildir, yani ilerlemez, orada kalır o. Ve sevgilisinin rengi soldu mu, saçı, gözü bozuldu mu, soğur ondan, aşk diye bir şey kalmaz kendisinde. Ayna bozuldu mu, sevgi kalkar. O vakit işte ne olur, ayna bozuldu mu, sen bana hayran ben cama tırman, kaçar o vakit. Onun için aşk-ı mecâzîyi aşk-ı hakîkîye döndürecek, kimi sevdiğini anlayacak. İş aynada değil, aynadan aksedeni görecek. Allah bize aynayı değil de aynadan aksedeni göstersin. Onun için matlab-ı a'lâ, maksad-ı rânâ, cemâl-i bâ-kemâl-i ilâhiyyeyi müşâhededir. O'na âşık olundu mu, O tecellî etdi mi, bitdi iş, tamâm oldu, yerini buldu. Minallah, ilallah.
Hayır! Nefsin ortadan kalkması gerekmez, nefsin ıslâhı lâzımdır. Bu da, bunun ıslâhı da, şeyhin iktidârına ve şeyhin hareketlerine yani şeyhin olgunluğuna bağlıdır. Bir tohumu bir bostancı eline aldığı vakitde, tohum der ki bostancıya, "Aman beni münbit bir toprağa ek, beni vaktinde sula, yalvarırım sana". Yalvarır o. Hâliyle yani kâliyle değil de sözüyle değil de hâliyle. O tohum münbit bir toprağa ekilirse, zamanında ekilirse, vaktiyle sulanırsa, o ekilen tohum, mutlakâ çiçek verecek yâhud meyvasını verecekdir. Ama vakitsiz ekilirse, eğer bostancı ârif olmazsa, yani şeyh ârif olmazsa, vakitsiz ekerse, suyunu vakitsiz verirse, o vakit o tohum orda helâk olur. Onun için şeyhin iktidarına bağlıdır bu iş.
Şimdi ben burada iki hikâye anlatacağım, birisini evvel geçen sohbetimize delîl olarak getireceğim, ikincisini de şu konuşduğumuz hâdiseye burhân olarak yani tanık olarak getireceğim. İki kıssanın da iki menâkıbın da bu işle ilgisi var. Göreceğiz şimdi.
Dervîşin birisi, efendisine büyük hizmetlerde bulunuyor yani efendiye hizmet etmeyi bir şeref addediyor, bütün vücûdunu efendisine hizmet etmeye vakfetmiş, çalışıyor. Bir gün o dervîş şeyhin canını sıkdı. Bir kabahat yapdı şeyhin ona canı sıkıldı. Zîrâ tarîkat-ı aliyyede şu vardır, mürîd efendinin yanında pek fazla oturmamalıdır. Çünkü neden? Yapdığı hareket şeyhini kırarsa, o farkına varmadan bir hareket yapar, şeyhini kırarsa eğer, onun feyzi kesilir. Haberi olmaz onun. Onun için şeyh ile mürîdler pek fazla temas etmez, ders, mukâbele, zikir hâricinde. Bir şey yapdı o mürîd, şeyhi üzdü. Fakat mürîdin o yapdığı hatâdan kendi haberdâr değil. Şeyh üzüldü ona hemen o mürîdin kalbine şöyle bir fikir peydâ oldu : "Yâhu benden başka burda dervîş yok mu? Bu adamın bütün hizmetini senelerden beri ben görmekdeyim". Kendi kendine böyle düşünüyor şimdi. Şeyhin ona kalbi kırılır kırılmaz, onun kalbinde böyle bir efkâr peydâ oldu, "Benden başka burda mürîd yok mu, hizmet edecek adam yok mu? Ben bu adamın gece gündüz hizmetine bakıyorum" diye düşünmeye başladı. Ve kendi kendine şeyhin hizmetini bırakdı çıkdı. Diğer bir dervîş hizmete başladı. Tabii efendi hizmetsiz kalacak değil ya. Çünkü Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri sevdiğini bırakmaz. Biri giderse biri gelecek yerine, yâhud ikisi gelecek. Çünkü Allah bir kapıyı kapadı mı iki kapıyı açar. Birkaç ay böyle efendinin hizmetinden geri durdu. Efendi bir kaç ay sonra o mürîdi affetdi. Affeder etmez hemen dervîşin kalbinde şeyhe hizmet muhabbeti meydana geldi. Ve hemen koşdu başladı yine efendinin hizmetini görmeye. Sonra şeyh ona dedi ki, kulağına eğildi, "Bu hizmeti yapman senden mi benden mi?" dedi.
İkincisi. Bu ikincisi, benim bulunduğum tarîkatın büyüklerinden bir zât-ı akdesin hâdisesi.
Osmanlı İmparatorluğunda, Cevdet Paşa, Mecelle'yi tanzîm eden zât, yani Tanzimat paşalarından. Bu Cevdet Paşa, kitâbları da vardır, Kasas-ı Enbiyâ'sı filan filan, âlim bir adam ve kâmil bir adam. Bu gençliğinde bir kızı sevmiş ve kara sevdâ getirmiş. Ne ders görüyor, ne ev görüyor, ne anne, ne baba, hiç bir şeyi gözü görmüyor. O vakit talebe ama benim söylediğim, paşalığında değil, talebeliğinde, gençliğinde. Sonra Cevdet Paşa'nın babasına demişler ki, "Bir Şeyh Efendi var, bu çocuğu götür oraya, o Şeyh Efendi buna nazar etsin, belki bu çocuğu kurtarırsın, yoksa bu çocuğu kaybedeceksiniz" demişler.
E tabii biz şimdi bunu burada konuşuyoruz, o vakit Osmanlı İmparatorluğunu ve Türklerin o devirdeki yaşayışını anlatmak lâzım biraz. Öyle kadınla bir adam konuşsun, buna imkân yok. Bir kadınla bir erkek konuşamaz. Harem var, selâmlık var. Kadınlar kaçıyorlar. Kızı bir defa görmüş bu, âşık olmuş kıza, kızı bir daha göremiyor, deli oluyor.
Ve babası tutmuş kolundan, Şeyh Efendi'ye, bizim büyüklerimizden, İbrâhim Kuşadalı Hazretlerine, Şeyh İbrâhim Kuşadalı Hazretlerine, Cevdet Paşa'yı götürmüş. Ona nazar etsin, okusun diye. Kuşadalı, Kuşadası var ya, oralı o zât-ı muhterem, büyük bir velî. Götürmüşler, tekkenin kapısına varınca, içeri girecekler, Şeyh Efendi içeride mihrâbda oturuyor, Cevdet Paşa böyle bakdı içeriye ve ayakkabılarını çıkarmadan ki biz tekkeye ayyakabılarla girmeyiz, çıkarmadan koşarak gitdi Şeyh'e sarıldı. Sarıldı ve sarıldıkdan sonra birdenbire bırakdı, korkarak kaçdı tekkenin kapısına. Babası da zannetmiş ki, "tecennün etdi gâlibâ çocuk, ne oldu buna" demiş. Böyle tekrar bakıyor karşıdan gene Şeyh'e. Şeyh işâret etdi, "Gel, gel buraya" dedi, çağırdı yanına. Ve onu aldı bağrına basdı. Sonra kalbinin üzerine onun başını yatırdı. O çocukdan o hâl zâil oldu.
Peki niye koşdu, niye kaçdı? Onu anlatacağım şimdi. Soruyorlar sonradan. "Ne gördün de koşdun Şeyh'in üzerine?" diyorlar, diyor ki, "Sevdiğim kızı gördüm, oturuyordu mihrâbın içinde". Yani Şeyh Efendi onun sevdiği kız olarak göründü. "Gitdim, sarıldım. Birdenbire o güzellik gitdi, bir kocakarı oldu o. Çirkin bir kocakarı oldu. Onu görünce bırakdım kaçdım kapıya kadar. Sonra Şeyh beni çağırdı, buraya gel gel dedi, gitdim, beni kalbinin üzerine koydu, bana bir güzellik gösterdi, dedi ki, 'Evlâdım, o gördüğün güzel kız, sonunda böyle olacak, gel ben seni bir güzelliğe götüreyim ki o güzelliği gör burda, o güzellik hiç bir zaman solmayacak'. Ben o güzelliği görünce, benden o aşk zâil oldu, o aşk-ı mecâzî zâil oldu ve ondan sonra Şeyh'in yanından ayrılmadım bir daha" diyor.
Tarîkat-ı Aliyye-i Halvetiyyeye girdi Paşa ve ârif-i billah vâsıl-ı ilallah oldu. İşte şeyh kâmil mükemmel olursa, aşk-ı mecâzîden mürîdini böyle kurtarır, onun için anlatdım bunu, aşk-ı mecâzîden kurtarır, aşk-ı hakîkîye îsâl eder, bunun gibi işte.
Programcı, "Nefsin yedi mertebesi ve seyr ü sülûk hakkında biraz bilgi verir misiniz?" diye sorunca, Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Veririz ya, Nefsin yedi sıfatı vardır. Nefs-i emmâre, nefs-i levvâme, nefs-i mülhime, nefs-i mutmainne, nefs-i râdıyye, nefs-i merdıyye, nefs-i sâfiyye olarak yedi kısımdır. nefs-i emmâre sâhibi bir adam, her türlü kötülüğü icrâ etmiş bir adam, tarîkata girdi, her türlü fenâlığı yapıyor, bu adam nefs-i emmâre sâhibidir, tarîkata girdiği vakitde, bunun ilaçları vardır, bu hastalığın. Kalb rahatsızdır, "فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ فَزَادَهُمُ اللّهُ مَرَضاً fî kulûbihim maradün fezâdehümullahü maradâ", kalb rahatsızdır, bunun ilacı tevhîddir.
Yalnız bu bahis, geniş bir bahisdir, vaktimiz çok dar olmuşdur, yalnız komprime olarak söyleyeceğim ben. Tevhîd verir, tevhîd verdikden sonra, nefsin sıfatı döndü mü, sâlik bir rüyâ görür yâhud şeyh o mürîd hakkında rüyâ görür. Yâhud manevî bir ilhâm ile. Yani o vartayı atlatır, nefsinin sıfatı emmârelikden levvâmeliğe yükseltir. Ve dervîşe gene tevhîd verir fakat ilâve vardır. Tevhîdden sonra ism-i celâl ve ism-i zât verir. Yani "Lâilâheillallah", "Allah", "Hû" isimlerini verir. Yine aynı minvâl üzere, ya ilhâm olunur ya rüyâ görülür, rüyâ ile gene sınıfı böyle değiştirilir.
Haa şimdi, kısaltıyoruz sözü. Kul ile Hakk arasında yetmiş bin perde vardır. İşte bu yedi merâtible, yedi mertebeyle yapılan zikrullah ile, o yetmiş bin perde yırtılır, mürîd Hakk'a vuslat eder, mutmainneye erer. Eğer şeyh kâmil, mükemmelse yetmiş bin perdeyi bu şekilde esmâ ile çâk ettirir yani yırttırır, vuslata erdirir.
Şimdi burada mürîdin de vazîfeleri vardır. Tamâmen efendisine teslîm olup, maddî manevî ne emretdiyse, hepsini yerine getirmekle mükellefdir. Böyle yaparsa bu işde muvaffak olabilir, vâsıl olur.
Mürîd ile şeyh arasındaki durum, karı-koca arasındaki durum gibidir ama manevî bizimki. Yani karı-koca arasındaki temaslar, malûm olan yerden olduğu gibi, şeyh ile mürîd arasındaki temaslarda, şeyhin dili erkek mesâbesinde, mürîdin kulağı kadın mesâbesindedir, oradan sohbet ile onu irşâd eder ve kalbde çocuk meydana gelir. Karı-koca arasında rahimde çocuk meydana gelir, şeyh ile dervîş arasında kalbde çocuk meydana gelir.
İnşallah bu bahsi başka bir zamanda uzun uzadıya konuşalım. Bir daha gelişimde, ölmez sağ olursam.
www.muzafferozak.com