9 Şubat 2022 tarihinde yayınlanmıştır.
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretlerine, "İlmin tarifi nedir?" diye sorulunca "Hakk'ı bilmek" diye cevâb verdiler. Soruyu soran kişi, "Peki ya Hakk'ı bilmeden ilim yaparsa bir kimse?" diye sorunca, "Kuru emek" buyurdular ve sohbetlerine şöyle devâm etdiler :
Bütün gâye, "men arefe nefseh fekad arefe rabbeh", yani Hakk'a ârif olmakdır. İlmin özü bu. E peki diğer ilimler? Onlar, bundan çıkar, zuhûr eder. Bütün ilimlerin tohumu budur. Bunu ekersin ağaç biter, ondan sonra çeşit çeşit rengârenk meyva verir. Aslı bu.
Evvelâ okumak, "ikra' bismi rabbikellezî halak, seni halk eden rabbinin ismiyle oku. Halaka'l-insâne min 'alak, O Allah ki insanı kan pıhtısından halk etdi. İkra', oku". Gene. Düşünerek oku, tefekkür et, gözönüne getir, kan pıhtısıydı insan oldu. Anlayarak oku. İlk okuduğunda tam anlayamadın, şimdi anlayarak okuyorsun.
Bütün hurûfât "elif"den çıkar, o da noktadan çıkar. Evvelâ noktadan çıkar, noktalar "elif" yapar, bütün yirmi sekiz harf "elif"den olmadır. "Elif"i yatırırsın "be" olur, böyle bükersin "cim" olur, "hâ" olur. Hepsinin aslı "elif"dir. "Elif"in aslı da noktadır.
Aynı meclisde bir yabancı Efendi Hazretlerine şu soruyu sordu, dedi ki, "Biz ilmin kafada olduğunu zannediyoruz fakat ilim kalbden geliyor. Kalb ile idrâk nasıl oluyor?". Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Bazen bir şey sorarlar bilmez adam, bildiği şeyi unutur. Bir misâl vereceğim böyle. Sonra aklına gelir, "Sonradan aklıma geldi" der. Bunun sebebi şu. İlim sıfatullahdır, Allah'ın sıfatıdır. Kalb de aynadır. Sorulduğu vakitde eğer perde olmazsa lap diye oraya akseder, hemen cevâbını verir. İki türlü perde olur. Birisi perde-i nûrânî, birisi perde-i zulmânîdir. Sorarlar, cevâb veremez, unutmuşdur, unutdurulumuşdur kendisine. Aklına geldiği vakitde perde kaldırılır, aynaya vurur, aklına gelir.
İşte bak, kalb mir`ât oluyor, mir`ât-ı Rahmân. İnsan görünüşde küçük görünür, âlem-i kübrâdır. Bu kâinât zâhirde büyük görünüyor, hakîkatde küçükdür, insan âlemine göre. Arş, kürsî, levh-i mahfûz, ümmü'l-kitâb, cümlesi insana vâbestedir yani insandadır. Ve her insan da Hakk'dan geldiği için bir ilim vardır. O ilme ya perde-i nûrânî ya perde-i zulmânî perde olmuşdur. Meselâ gafletde bulunan bir adamın perdesini mürşidi yırtar. Yırtdığı vakitde aynaya akseder, ilim meydana çıkar. Daha bunun gibi yüzlerce misâl verebiliriz. En mühimi o. Kalb mir`ât, ilim sıfatullahdır, oraya tecellî ediyor fakat ortada perde vardır.
Meselâ kim gelirse gelsin, âlem-i ervâhı bilemez. Bilen var. Halbuki ordan gelmişdi insanoğlu. Ortadaki perde kalın olmuş, bir türlü düşünemiyor onu. Enbiyâ geliyor yâhud mürşid geliyor, o perdeyi yırtıyor, âlem-i ervahdan geldiğini o vakit anlıyor. İlim veriliyor kendisine. İşte bunun gibi. Unutmalar da bunun gibidir.
"Perde-i nûrânî nasıl oluyor?" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
O ince bir mesele. Hazret-i Şems-i Tebrîzî, Cenâb-ı Mevlânâ'nın kitâblarını suya atdı. Çünkü perde oluyordu o kitâblar, perde-i nûrânî. Hepsini suya atdı, sebeb-i illeti o. Kitâblar Mevlânâ'ya perde-i nûrânî olmuşdu. Gene perde-i nûrânîden meselâ Eyüp aleyhisselâma Allah hastalık verdi. Verdikçe o sabretdi. Verdikçe sabretdi. Sabır güzel bir sıfatdır ama Hakk ile kendi arasında perde oldu. Hicâb-ı nûrânî. Sonra Eyüp Peygamber bakdı ki, benim sabrım, sabretmem, bir perde oluyor benim rabbimle aramda. Ne yapdı? "اَنّ۪ي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَۚ ennî messeniye'd-durru ve ente erhamü'r-râhimîn, yâ Rabbi bana zarar erişdi, sen erhame'r-râhimînsin" dedi, perdeyi yırtdı. Yırtınca Allah'a vuslat yapdı.
Sühreverdî-i Maktûl demiş ki mürîdlerine, "Rûh kalbde midir başda mıdır? Gelin bakın, eğer kafamı vurdukları vakitde eğer ağzım konuşursa bilin ki rûh kafadadır. Eğer bedenim çırpınırsa rûh bedende" diyor. Yani ölümünde bile halka ders veriyor Hazret. Sonra hem ağzı konuşdu, hem vücûdu çırpındı. Ne anlaşılıyor bundan? Demek ki vücûdda da bir takım rûhlar var, kafada da var ayrı bir rûh. Rûh-i insânî ve rûh-i sultânî kalbde olduğu için aksi kafaya vuruyor, konuşdu. Rûh-i hayvânî, rûh-i nebâtî vücûdda olduğu için çırpındı.
Efendi Hazretleri, sohbetin ortasında bir beytini okuduğu Şeyh Himmet Efendi'nin "Sivâdan kalbini pâk et gönül mir`ât-ı Rahmân'dır" diye başlayan nutk-i şerîfinin makta' beytini de okudukdan sonra buyurdular ki :
Başdan aşağı ders bu, anlayan için. Hepsini anlatıyor işte, söylüyor olduğu gibi.
"Efendim, bu rûhlar hakkındaki malûmât nerden geliyor? Çünkü Kur`ân-ı Kerîm'de bir âyet var, rûh hakkında size pek az ilim verilmişdir diye" diye sorulunca, Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Evet var. "وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِ قُلِ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبِّي وَمَا أُوتِيتُم مِّن الْعِلْمِ إِلاَّ قَلِيلاً ve yeselûneke 'ani'r-rûhi kuli'r-rûhu min emri rabbi vemâ ûtîtüm mine'l-'ilmi illâ kalîlâ". "illâ kalîlâ"dan çıkarıyoruz biz bunları. "Söyle onlara" diyor Cenâb-ı Peygamber'e, "rûh Allah'ın emridir, ondan konuşulmaz ama ondan bir parça ilim verildi, o kadar konuşabilirsin". İşte biz ondan çıkarıyoruz. Fakîr, İbn Kayyım Cevziyye'nin Kitâbu'r-Rûh'u vardır, ondan okudum.
www.muzafferozak.com