Okuduğum âyet-i kerîmenin ma'nâ-yı münîfi, ma'nâ-yı şerîfi, "Bilenle bilmeyen müsâvî midir?". Allah diyor ki, "Bilenle bilmeyen müsâvî midir?". Elbet ki müsâvî değildir.
İlim, Allah'ın sıfatıdır. "عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِۚ Âlimü'l-gaybı ve'ş-şehâde", Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarından bir sıfat-ı azîmdir. Kim ilimle muttasıf olursa, Allah'ın sıfatıyla sıfatlanmış olur. Zâten Cenâb-ı Hakk'ın esmâ-i sıfâtiyyesini ve ef'âl-i sıfâtiyyesini ve ef'âl ü esmâsını, halk üzerinde görmeyen, kördür o. Bu âlemde Hakk'ı görmemişdir. Görmeyince de, bu âlemde kör olan, öteki âlemde de kör olur. Yani Hakk'ı bu âlemde göreceksin, Hakk'ın kuvvetini, kudretini. Eğer bu âlemde görmüyorsan, a'mâ sayılırsın. Burada a'mâ olan, orada a'mâ olur.
İnsanların baş gözü olduğu gibi, kalb gözü vardır. Baş kulağı olduğu gibi, kalb kulağı vardır. Başında dili olduğu gibi, kalb dili vardır. Baş diliyle "Lâilâheillallah" deyip, kalb diliyle "Lâilâheillallah" demeyenler münâfıkdır. İçin dışın bir olsun.
Onun için, bu âlemde Hakk'ın kudret ve kuvvetini, hattâ bu esmâları, bu sıfatları halk üzerinde görmeyenler, kör olurlar, kör olunca da, burada görmeyen, orada göremez. Onun için gözünü pâk et, tathîr et. Gözünden ihânet bakışını çıkar, gözünü ibret nimetiyle süsle. Bakdığın bir şeyde, orada evvelâ kudretullahı, Allah'ı gör, kudretullahı gör, sonra eşyâyı gör. Bazısı eşyâdan Hakk'ı görür, bazısı Hakk'dan eşyâyı görür. Sen beni dinlersen eğer, evvelâ Hakk'ı gör, sonra eşyâyı gör. Eğer bu kudrete mâlik değilsen, evvelâ eşyâyı gör, eşyâdaki kudretullahı görerek Hakk'ı gör. O vakit gözlerin a'mâ olmaz âhiret âleminde.
İlim sıfatullahdır, Allah'ın sıfatıdır. Gene kâle Ali kerremallahu vecheh radıyallahu anh, "rütbetü'l-ilmi a'le'r-rütebi" buyurmuşlardır. İlim rütbesi, rütbelerin en a'lâsıdır. İlim rütbesi, rütbelerin en yücesidir, en a'lâsıdır.
İlim nedir? İlim, Hakk'ı bilmekdir, Allah'ı bilmekdir. Allah'ı bilmezsen, bir kuru emekdir. Eğer okuduğu ilimle Hakk'ı bulamadıysa, o bir kuru emekdir o. İsterse kamyonlar dolusu kitâb okusun, otuz sekiz tâne fakülteden diploma alsın, faydası yokdur, hepsi bunların kabrin hâricinde kalır. Dünyânın son menzili olan kabir, âhiretin ilk menzilidir, oraya vâsıl oldu mu, hepsi toprağın dışında kalır, kendisine hiç bir faydası olmaz, belki seyyiâtı ve mes'ûliyyeti olur.
O ilmihallerde, siyerlerde okuduğunuz gibi değil. "Peygamber'e kırk yaşında nübüvvet geldi, kırk üç yaşında risâlet gelmiş", bunlar halka anlatmak için söylenen sözlerdir. Resûl-i Ekrem daha doğmadan, Âdem'in suyu ve çamuru karılmadan, melek gulgulesi, felek velvelesi olmadan peygamberdi, sallallahu aleyhi vesellem.
Hattâ sahâbeden birisi, Allah ondan râzı ola, Resûl-i Ekrem'e sormuş, "Yâ Nebiyyallah, ne vakitden beri peygambersiniz?". "Âdem'in suyu henüz karılmamışdı, toprağı henüz yoğrulmamışdı, ben peygamberdim" diyor Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem.
E peki, Kur`ân'da buna işâret var mı? Elbette var. Ben dâimâ bunu söylerim, dersimize devâm edenler bunu benden dinlemişlerdir ama bir daha söyleyelim. Malûm ya, Îsâ Peygamber dünyâya geldi, kundakda, Meryem'e sordular, "Ey İmran kızı Meryem! Senin annen-baban kötü insanlar değildi, sen bu çocuğu nerden buldun?" dediler. Allah emretmişdi kendisine, Meryem'e "Konuşmayacaksın, çocuğu göster, ona sorsunlar". Konuşmadı, oruç tutuyordu, lisan orucu.
Çok güç lisan orucu tutmak. Diline sâhib ol! Dokuz tâne gırtlağın boğumu var. İyi dinle! Dokuz tâne gırtlağın boğumu var. Bir de irâden var. Sonra diş var. Sonra dudak var. Bak, Allah dili kaç tâne kale içine kapamış. Biliyor musun, bu et parçası, cirmi küçük cürmü gâyetle büyükdür, insanı ya a'lâ-yı illîyyîne, veyâhud esfel-i sâfilîne götürür. Diline sâhib ol! Diline sâhib ol, dînine sâhib ol, donuna sâhib ol.
Beyinsiz! Allah'ın oğlu olur mu! Allah'In oğlu olunca, Allah'ın babası olması lâzım gelir. Babası olanın dedesi olması lâzım gelir. Sülâle sonra yürür yukarı doğru. "اِنّ۪ي عَبْدُ اللّٰهِ۠ innî abdullah, ben Allah'ın kuluyum".
Efendi! En büyük şeref Allah'a kul olmak, bunu unutma sakın ha! "اِنّ۪ي عَبْدُ اللّٰهِ۠ innî abdullah, ben Allah'ın kuluyum". En büyük şeref Allah'a kul olmakdır. Kim ki Allah'a kul oldu, iki cihâna sultân oldu. İnsan, merbût olduğu yerin şerefiyle şereflenir. İnsan nereye bağlıysa, oranın şerefiyle şereflenir. Nefsine kul olan, rezîl olur, sefîl olur, sultân olsa, rezîl olur, Züleyhâ gibi. Allah'a kul olan, Yûsuf gibi köle olsa, Mısır'â sultân olur. Sana bunun misâlini gösteriyor Hazret-i Allah, "ahsenü'l-kasas"da.
Ama hiç bir zaman unutma sakın hâ! Sana ne kadar esrâr-ı ilâhiyye fâş olsa, açılsa, sakın kulluğunu unutma! Ayaz'ın çoban değneğini duvara asdığı gibi, kulluğunu düşün, bir katre menîden geldiğini, ana rahminde, hayız kanıyla, kudret fırçasıyla tersîm olduğunu, Allah'ın seni sana sormadan seni istediği şekle sokduğunu, sonra bu âlemde her istediğinin olmadığını, bunları hep düşün ve kulluğunu sakın unutma, tekrar abdiyyete dön. Eğer sultân olmak istiyorsan, sultânlıkda ebediyyet. Buna cem' ile fark derler tasavvufda.
"اِنّ۪ي عَبْدُ اللّٰهِ۠ innî abdullah, ben Allah'ın kuluyum". Kim söylüyor bunu? Îsâ Peygamber söylüyor. Nerede söylüyor? Henüz doğgaç, ya üç günlük, ya bir günlük, yahud yedi günlük, ihtilaf var. Mühim. Doğduğu gün de söylese mühim, üçüncü gün de söylese mühim, yedinci gün de söylese mühim, çocuğun konuşması. Kim konuşuyor acabâ Îsâ'nın ağzından, o kadar çocuğun ağzından? Hakk konuşuyor.
E peki Resûl-i Ekrem'de böyle bir şey zâhir oldu mu? Elbette oldu. Hazret-i Âmine diyor ki, "Oğlum Muhammed doğduğu vakitde hemen secdeye kapandı, secde etdi ve dudakları oynuyordu, bir şeyler söylüyordu. Aldık kulağımıza tutduk dinledik, 'Ümmetim! Ümmetim!' diyordu. Senin peygamberin bu, benim peygamberim, cümle peygamberlerin peygamberi. Cibrîl-i Emîn O'nun emir eri. Cibrîl-i Emîn denen melek, Resûl-i Ekrem'in emir eridir. Allah ile arada şifre getiren, kitâb getiren zât-ı muhteremdir yani. Şerefi de Hazret-i Muhammed'e vahiy getirmekdendir. Şerefi de, Cebrâil'in şerefi, Hazret-i Muhammed'e vahiy getirmekdendir.
Hattâ diyor ki, Allahu Teâlâ melekleri nûrdan halk etdi. Nerden nereye geçdik ama söylemeden geçemeyeceğim, çünkü zuhûr etdi. Allah melekleri nûrdan halk etdi, şeytanı ateşden halk etdi, bizi toprakdan halk etdi. Fakat Cebrâil'in bir vücûdu vardır ki, onu kâfûrdan halk etdi. "Niçin acaba Allah beni kâfûrdan halk etdi diye düşünüyordum" diyor, "mi'râc gecesi ben bunu buldum" diyor. Hakk Teâlâ buyurdu ki, "Yâ Cebrâil! Git, Ümmühâni evinde Resûlüm, müşriklerin yapdıkları ezâ ve cefâ ile üzüntüde, üzüntülü olarak uykuya yatdı. Git onu uyandır ama sakın incitme. Ayaklarının altına yüzünü koy. Anladım ki, kâfûr soğukdur, benim soğukluğum ile Resûl-i Ekrem uyandı" diyor. "O vakit anladım niçin ben kâfûrdan yaradıldığımı" diyor.
Onun için, Allah'dan sonra en büyük varlık Hazret-i Muhammed Mustafâ'dır. Mir`ât-ı Hakk'dır, mir'ât-ı mücellâdır. Nûr-i Hakk'dan halk olunmuşdur. Ne arş, ne kürsü, ne cennet, ne cehennem, ne semâvât, ne ard, hiç bir şey yokken, Nûr-i Muhammed zâhir oldu. Hakk kendi vücûdundan halk etdiği yani vücûd-i ilâhîden halk etdiği nûrundan, "Kün Muhammedâ", Resûl-i Ekrem'in nûrunu Allah halk etdi.
Unutma peygamberini! Bu milletin başına gelen felâketler, belâlar, Resûl-i Ekrem'den uzak düşmekledir. Resûl-i Ekrem'den uzak düşdüler, nûrdan uzaklaşdılar, onun için bir takım musîbetlerle karşılaşdık. Resûl-i Ekrem'e tutunan âlî olur. Her ne kadar zâhirde fakîr de olsa hakîkatde sultândır. Yâ Rabbi, bin bir esmân hakkıyçün bizi Habîbin Muhammed'den ayırma. Âmin.
Bunun ma'nâsı nedir? Benî İsrâil peygamberi olan Îsâ Peygamber, beşikde, anadan henüz doğar doğmaz, nebî olduğunu söylerse, Hazret-i Muhammed Mustafâ kırk yaşında mı peygamber olur? Kur`ân'da işâret var buna. Bu âyet-i kerîme Resûl-i Ekrem'in ezelî ve ebedî nebî ve resûl olduğuna işâretdir, sultân-ı enbiyâ olduğuna işâretdir. Çünkü Kur`ân-ı Kerîm'in âyetlerinde, tercümeyi okuyarak orada bulamazsın sen onu. Dâll bi ibâretihî, dâll bi işâretihî vardır. İbâreyle delâlet eder, işâretle delâlet eder. Bir de esrâr-ı ilâhî vardır ki, Allahu Teâlâ ilhâm ile, sevdiği kullarının kalbine ilhâm eder ma'nâ-yı Kur`âniyyeyi. Herkes buna müyesser olamaz. Herkesin harcı değildir. İbâreyle değil. Kim satırdan okur, kimi sadırdan okur. Satır, biliyorsun, yazı. Sadır da göğüs. İlhâm olur bazı zevâta. Resûl-i Ekrem ebedî ve ezelî nebîdir ve resûldür. Ve resullerin resûlüdür ve serdârıdır. Ve Allah'ın sevgilisidir, bizim de peygamberimizdir, sallallahu aleyhi vesellem. Biz günahkarları O'na ümmet olmaya Allah lâyık görmüşdür. Öyleyse O'na lâyık olmaya çalışacağız. O'nun çizdiği yol, O'nun getirdiği Kur`ân, O'nun getirdsiği îmân, O'nun getirdiği sırât-ı müstakîm, rızâ, rıdvân, cennet yolları, cemâl yolları, O'nun kapısından girilirse oraya vuslat bulunur. Yoksa Hazret-i Muhammed'in kapısından girmezsen, yarıda kalırsın, yolda kalırsın, yolunu şaşırmış olursun.
Allah'a giden yol o kadar çok ki, her mahlûkâtın her nefesinin sayısınca Allah'â giden yol var. Cümlesi baîddir, uzakdır. Ancak karîb olan, yakın olan Hazret-i Resûl-i Ekrem'in çizdiği bir yol ve O'nun açdığı bir kapı vardır ki bâbullahdır o kapı, ordan kim girerse, "قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُون۪ي kul in küntüm tuhibbûnallahe fettebi'ûnî", Resûl-i Ekrem'e kim tâbi olursa, o kapıdan girerse, o kşmse rızâ ve rıdvân ve cemâle nâil olur. Hattâ daha buradan olur o iş, daha oraya varmadan. Çünkü cennetin miftâhı burdan alınır, cehennemin ateşi burdan götürülür. Sen cehennemde ateş arama, burdan götürüyorsun. Cennetin nimeti de burdan gider. Ne olursa burda olur, kısa âlemde. Fânîdir, evveli ve âhir vardır ama ma'nâsı gâyetle büyükdür. Onun için "رَبَّنَٓا اٰتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْاٰخِرَةِ حَسَنَةً rabbenâ âtinâ fi'd-dünyâ hasene ve fi'l-âhireti hasene". Bu "hasene" kelimesine çok ma'nâlara vermişler. "Yâ Rabbi bize dünyâda güzeli âhrtde güzeli ver" diyelim. Güzel denildiği vakitde, her şey ona dâhildir, her güzellik ona dâhildir.
Peygamberlerin ve velîlerin irâde-i cüziyyeleri yokdur. Onlar dâimâ makâm-ı müşâhedede olmak münâsebetiyle, irâdeleri olmaz. Avâmm-ı nâsın irâde-i cüziyyeyi inkârı küfür olup, velîlerin, mukarreb olan evliyâullahın ve enbiyânın irâde-i cüziyyeyi kabûlleri küfürdür. Anlayana söyledik bunu geçdik. İsteyen sonra sorabilir bana, misâlini veririz. Peygamberlerin ve velîlerin, Hakk'da yok olanların, Hakk ile olanların, Hakk'da bekâ bulanların irâdeleri olmaz. Hakk'la beraberdir onlar. Haydi anlatalım. Bir adam, insan olduğu hâlde, reisicumhurun huzûrunda olsa irâden var mı senin? Ne oturabilirsin ne kalkabilirsin. Reisicumhur ne derse onu yapacaksın orda. Ama aynı adam, evinde döndüğü vakitde, karısına, "Yatağı yap, yemek yiyelim yatalım" der, yatar. Enbiyâullah, evliyâullah dâimâ huzûr-ı Hakk'da oldukları için onların irâdesi olmaz. Hakk'ın irâdesi câri olur. Avâmm-ı nâs, perde olduğu için kendilerine, onların kendi irâdeleri vardır. Îzâh etdik, kısaca, bu kadar.
Sevdirildi Resûl-i Ekrem'e. Sevdirildi. Sana da öyle. Câmiye gelmek sevdirildi sana. Sen sevmedin, sen istemedin, Allah istedi. "وَمَا تَشَٓاؤُ۫نَ اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُۜ vemâ teşâûne illâ en yeşâallah". Allah demek sana sevdirildi.Sevdirilmezse Allah diyemezsin. Dudağın olduğu hâlde, dilin olduğu hâlde, isteğin olduğu hâlde diyemezsin. Bunu da yakın zamanda göreceksin, başına gelecek. Yani bir çok şey isteyeceksin, yapamayacaksın. Elinde değil. Hakk yapdırırsa yapdırır, ve illâ yok. Geçiyoruz.
Resûl-i Ekrem'e sevdirildi. "وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوٰىۜ * اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْيٌ يُوحٰىۙ vemâ yantıku ani'l-hevâ in hüve illâ vahyün yûhâ". Enbiyânın ve evliyânın ef'âl ü harekâtı vahiyledir. Evliyâullaha ilhâm tabir ederiz. Vahiy peygamberlere mahsûsdur. Ulemâ-yı benâm hazerâtı bu şekilde söylemişlerdir. Evliyâullaha gelen ilham, vahyin bakiyesidir. Onlara ilhâm tabir edilir. Bize de verilmiş gene aynı zamanda, denmiş ki, bizim hakkımızda da, bize de verilmiş, vahiy münkati olmuşdur, mübeşşerât bâkîdir. Rüyâ-yı sâdıka, sâdık rüyâ, yani şeytânî değil de rahmânî rüyâ, vahyin kırk altıda bir cüzüdür denmiş bize de. Onun için bir çok maneviyyatla meşgûl olanlar, rüyâ ile yollarını tayin ederler. Çünkü göz yok, madde yok, gören nedir, görülen nedir? Orasını geçdik böylece.
Melek geldi, "İkra' Yâ Muhammed", sallallahu aleyhi vesellem. Buyurdular ki, "mâ ene bi kâriin". Buhârî'den olduğu gibi söylüyorum, gördüğüm gibi. "mâ ene bi kâriin". "Ne okuyayım, okuyacağımı bilmiyorum".
Dikkat et sözüme, ne konuşuyorum. "Bilmiyorum" değil, "ne okuyacağımı bilmiyorum, ne okuyayım". Cebrâil Beytü'l-İzzet'den Kur`ân'ı alıyor, Resûl-i Ekrem'e indiriyor. E peki Beytü'l-İzzet'e kim indiriyor Kur`ân-ı Kerîm'i? Cebrâil'in makâmı Sidretü'l-Müntehâ'dır. Geç o tarafa doğru, çok konuşma, adamın dilini ateşden makasla keserler. "fekattanî sümme erselenî, beni aldı kucakladı bağrına basdı" diyor. "Öyle bir basdı ki, öyle bir sıkdı ki beni, kemiklerim birbirine geçdi. Sonra gene dedi ki, İkra' Yâ Muhammed" sallallahu aleyhi vesellem.
Efendiler! Burada ben dâimâ söylerim, sakın Cenâb-ı Peygamber'in ismini anıp da, altından Resûl-i Ekrem'e salavâtı okumazlık yapmayınız. İnsanın ameli habt olunur, yani bâtıl olur. Allah Sûre-i Hucurât'da diyor ki, "Birbirinizi çağırır gibi, birbirinize seslenir gibi Habîbim Muhammed'e seslenmeyin", sallallahu aleyhi vesellem. Neden? "Sonra ameliniz bâtıl olur" diyor. Allah, Peygamber'e hürmet istiyor, Allah bizâtihî Peygamber'e tazîm ediyor. "اِنَّ اللّٰهَ وَمَلٰٓئِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّۜ innallahe ve melâiketehû yusallûne 'ale'n-nebiyy". İşte Kur`ân-ı Kerîm'de ilân etmiş, her cuma okuyor müezzin efendiler şân-ı Muhammediyyeti. Resûl-i Ekrem'e Allah tazîm ister, hürmet ister, itâat ister. Resûlullah'a itâat, Allah'a itâatdır, Resûlullah'a hürmet Allah'a hürmetdir, Resûlullah'a muhabbet Allah'a muhabbetdir, Resûlullah'a ihânet Allah'a ihânetdir.
Daha indirelim. Mü'mine muhabbet, Resûlullah'a muhabbetdir, Resûlullah'a muhabbet, Allah'a muhabbetdir. Mü'mine ihânet, Resûlullah'a ihânetdir, Resûlullah'a ihânet, Allah'a ihânetdir. Sen de işin içine dâhilsin, ayrı bir şey değilsin. Sen üzümün salkımı gibisin. Nasıl ki salkımdaki üzüm tâneleri hep bir yere bağlıysa bütün mü'minler de bir salkıma bağlıdırlar. Nedir o? O ağacın kökü yerde, dalları semâdadır. "Lâ ilâhe illallah" ağacı. O salkımın içinde hamları câhilleridir, olgunları âlimleridir, ârifleridir, zâhidleridir, âbidleridir. Çürükleri de nefslerine uyanlardır. Yani ayrı değilsin, zâhirde ayrı görünüyorsun ama maneviyatla bağlısın. Elektrik bağlı olmasa lambanın ışığı yanmıyor, görmüyor musun? Bak, "Lâ ilâhe illallah" ışığı, nûru saçılıyor, her tarafa, her tarafa!
Bir şeyin başında Allah esmâsı olmazsa, o şeyin sonu ebter olur. Bütün meşrû işlerinde Allah'ın ismini an. Ama Allah'ın ismi dilinde, muhabbeti gönlünde olacak. Mücrred ismi dilinde olur da muhabbeti kalbinde olmazsa münâfık olursun. Allah dediğin vakitde, vücûdunun her zerresi, her tüyü diken diken olacak.
Öyleyse İslâm'da bizim baş öğreticimiz kimdir? Allah'dır, Celle Celâluhû. Kur`ân'ı öğretmiş, bizlere Kur`ân'ı talîm etmiş. Sonra? Resûl-i Ekrem'dir, sallallahu aleyhi vesellem.
Şimdi, bak ne diyor Hazret-i Ali kerremallahu vecheh, esedullah-i gâlib, radıyallahu anh Hazretleri, "men allemenî harfen fekad sayyaranî abdâ, bana hakîkatden bir harf öğretenin ben kölesiyim" diyor. Ali'yi sevdirseydin, çocuk hocayı sevecekdi, öğretmeni sevecekdi, hürmet edecekdi.
Benim hocam, ben diye konuşduğum için beni affediniz, doksan üç yaşındaydı. Beni okutan hocaefendi, Fâtih Câmisinin baş imamıydı, ondan tashîh-i hurûf etdim, Arap Hoca. Vallahi, karşıdan gördüğümüzde yol değişdirirdik. Belki de adamcağız uzakdan görmezdi. Eğer rast gelirsek karşı karşıya, ne soracak biliyor musun? Selâm verdikden sonra, "Nerden geliyorsun?" diyecek. Bunu da biz biliyoruz, ne soracağını. Fakat böyle bir şeyle karşılaşmayalım diye, o kadar hürmet ederdik Hocaefendi'ye. Karşısında kimse bağdaş kuramazdı, diz çöküp otururduk. Alışmamışız da o vakit diz çökmeye. İki saat, üç saat ders devam ediyor, felâket! Tutulur ayakların. Bana müsaade etmişdi, Allah rahmet eylesin. Neden? Çünkü biz Ali'yi öğrendik, öğrenebildiysek eğer. O gün için öyle öğrenmişdik, öğrendiğimiz kadar. Hocaya hürmetin ne olduğunu göstermişdi.
Bak! Niçin Devlet-i Osmaniye ilerledi? Onlar da hocalarına hürmet etmişler. Koskoca Bayezid-i Velî, camisi var burda hani...İçeriye parayla adam sokmuyorlar, imamı bedava, suyu bedava, halısı bedava, elektriği bedava. Hani kapıya bir kişi koysaydı, adam başına beş kağıt kesseydi, derdin ki, "Yapdırdı câmiyi ama para kazanıyor" derdin. Öyle bir şey yok. Onlar Allah taralasına ekmişler, ekeceklerini. Defter-i a'mâlleri kapanmasın diye. Çünkü îmânı var Allah'a, Allah'ı seviyor. Âlim çünkü. Allah'ı bilen âlim, bilmeyen câhil.
Bilebilir misin acabâ? "Sübhâne mâ arafnâke hakka marifetike yâ ma'rûf". Allah bildirsin. Allah Allah'la bilinir. Kim Allah'la arayı iyi eder, Allah ona kendini bildirir. Yoksa sen bilmezsin, kul kafasıyla.
Hocası yazı yazıyor, Sultan Bayezid elinde hokka, hocanın karşısında ayak üstünde duruyor. Ayakda duruyor pâdişah. Yedi iklîmin pâdişahı. Hocaya hürmeten. Yere oturmuyor hocanın karşısında, ayakda duruyor, hocası yazı yazıyor. Neden? Çünkü Ali'yi talîm etmiş. "Men allemenî harfen fekad sayyaranî abdâ, hakîkat ilminden bir harf öğretenin kölesiyim" demiş Ali, kerremallahu vecheh radıyallahu anh.
İkinci. Selim Han gitmiş Mısır'a, Mısır'ı zabt etmiş. Orada bir hâdise olmuş. Paşanın birisi, paşalarından bir paşa demiş ki, "Mısır'ı aldık, gene tutdu bir Çerkes'e bırakdı" demiş. Bunu işitdiği için kafasını vurdurmuş paşanın. Bir müddet sonra yolda giderken, aynı gün yani yarım saat sonra, Kemalpaşazâde, âlim, Müftî-i Sekâleyn Hazretlerinin atının tırnağından sen çamur fırla, pâdişahın üstüne. Hocanın yüzü bembeyaz olmuş. Ama Kemalpaşazâde, benim gibi hoca değil. Sarıklı değil yani. Müftî-i sekâleyn. Hem cinnilere hem insanlara fetvâ vermiş olan adam yani. Yüzü bembeyaz olmuş. Demiş, "Hocam, merak etme, korkma" dedi. "Ulemânın atının nalından sıçrayan çamur, bizim için şerefdir, alsınlar bu harmaniyemi, tabutumun üstüne örtsünler" dedi. Ben gitdim ziyâret etdim makberesinde. Şimdi bilmem koydular mı, var mı yok mu. Eskiden, türbeler kapanmadan evvel duruyordu üzerinde. Çamurlu cübbe duruyordu
Fâtih Hân, okumazmış, hocayla alay edermiş. Küçük çocuk, ufak. Hiç bir hoca okutamıyor. Şehzâde, vuramıyorlar, dövemiyorlar filan. Sonra sultana demişler ki, Molla Gürani Hazretleri...Nerde kabr-i münevverleri biliyor musun? Bilmezsin. Bilenlerimiz vardır ama bilmeyiz çoğumuz, bilmeyiz biz. Fındıkzâde'de kabri. Demişler, "Efendim bunu Molla Gürani Hazretleri okutur" demişler, II. Murad'a.
II. Murad Han cennetmekân, yedi düveli Varna Ovasında mağlûb etmiş, öyle bir kahramandır, gâzîdir. Ve hayâtında iken tahtını oğluna bırakmış, tahtda da gözü yok. Kabrini gidip görürsen, Bursa'ya gidersen git uğra, kabrini göreceksin, sandukası üzerinde örtü de yokdur ve kubbesinin üstü açıkdır, ordan içeriye yağmur yağsın, kabrin üstüne diye. Mütevazi bir kabirdir. Yanına da kimse gömülmemişdir. Tekbaşına. Niye? Sormuşlar sultana. "Azâb olunursam kimseye rahatsız etmeyeyim" demiş "oraya koyun beni" demiş. Fâtih'in peder-i âlîleri.
Çağırtmış Molla Gürânî'yi, "Hocaefendi saraya kadar gelsin" demiş. Hoca, pâdişaha cevâb vermiş, "İlim ayağa gelmez, ilme gelinir" demiş. Kızmamış pâdişah. "İlim ayağa gelmez" demiş, "İlme gelinir" demiş. Pâdişah bizâtihî gitmiş. Pâdişahı hoş karşılamış hânesinde. "Nedir?". "Oğlum Mehmed biraz yaramaz, kendisi haylazca, bunun tahsîlinin sizden yapılmasını istiyorum, arz ediyorum. Eğer kabûl ederseniz, lutfen, kerem edin". Böyle. "Valla pâdişahım, ben şehzâde mehzâde dinlemem, döverim" demiş. "Ben asabiyim biraz, döverim, kırarım bir tarafını. Yani bir şey olursa, sonra sakın davâya filan kalkma". Pâdişâh, "Yook hocam" demiş, "eti senin kemiği benim" demiş. "Mehmed'i adam et, Allah'ın boyasıyla boya, dünyâsını ve âhiretini ona kazandır, devletini adl ile idâre etmesini öğret, ne yaparsan yap" demiş. "Halk ondan hoşnûd olalar".
Almış okuturken, daha ilk dersde, bizim küçük Mehmed hocayla alay etmiş. İlel bahsi okuyorlarmış, "kâle"nin aslı "kavale" deyince, Fâtih, "Kavala" demiş, Selânik'in kazâsı.
Hoca, aldığı gibi yere bir vurmuş, bir dövmüş ama benzetmiş biraz, iyicene. "Ben sana gösteririm" demiş. "Pâdişâh babama gidip seni söyleyeceğim" demiş, ağlayarak gitmiş. "Baba! Bu hocayı azlet". "Niye?". "Beni dövdü". "Döver" demiş". "Nasıl döver?" demiş, "sen pâdişâh değil misin? Ben pâdişâh oğlu değil miyim?". "Döver evlâdım, âlimler bizden büyükdür" demiş. "Zâhiren biz mülkün sultânıyız ama hakîkâtde onlardır bizim büyüklerimiz" demiş.
Yarın yevm-i kıyâmetde cennetin önünde bir şehîd, bir ağniyâ-i şâkirîn ve bir âlimi, Allah münazara yapdıracak. Bize bildirmek için bunu. Cennete evvelâ kim girecek? Şehîd diyecek ki, "Düşmana ben cezâ verdim ve kanımı dökdüm". Âlim diyecek ki, "Sana o gazânın sevâbını kim öğretdi? Şehîdliğin sevâbını sana kim bildirdi?". Sükût edecek şehîd. Zengine soracaklar, zengin diyecek ki, "Molla Efendi, senin medresedeki ekmeğini ben verdim, şehîdin de silâhını ben göndermişdim". Âlim diyecek ki, "Güzel ama bunların mükâfâtını sana kim bildirdi". O da sükût edecek. Allahu Teâlâ, Cebrâil'i gönderecek. Âlimlerin bildirdiğini söyleyecek. Çünkü Kur`ân'a sâhib. Kur`ân'a sâhib olan fakîr olur mu hiç! Evvelâ âlim girecek cennete.
"Senden büyük adam var mı baba?", "Var tabii, âlimler bizden büyükdür" dedi. O vakit, süklüm püklüm geldi hocanın yanına ve okudu, tahsîl etdi. Sükût etdi artık.
Bir gün ansızın, icâzesine yakında yani diplomasını almaya yakın, Hoca, ona bir tokat vurdu, lüzumsuz yere, Sultan Fâtih'e. Burnundan kan damladı kitâbın üzerine. Fakat Fâtih kinlendi Hoca'ya. Fenâ hâlde kinlendi.
Bunu ibretle dinleyiniz. Aldığım yer de Cevdet Paşa Târihidir. Yani ordan almışım, kafamda kalmış, küçükken okumuşdum. Çok mühim!
Bir müddet sonra icâzet aldı ve pâdişah oldu. Hoca'yı çağırtdı. Hoca'yı çağırtdı ve dedi ki, "Hocam, vaktiyle ben haylazdım, okumazdım, alay ederdim, filan, sen bana güzel bir sopa atmışdın, hatırlıyorsun değil mi?" dedi. "Tabii hatırlarım" dedi. "Hocanın vurduğu yerde gül biter" dedi. "Dayak cennetden çıkmadır" dedi. İyi olsaydı zâten cennetden dışarı çıkarmazlardı" dedi. Âdem'le beraber dışarı çıkmış dayak. Fâtih, "Güzel ama bundan üç ay evvel, yâhud altı ay evvel, sen bana bir daha cezâ olmak üzere, ben bir kabahat yapmadığım hâlde, bilâ kabahat, bana kuvvetli bir tokat vurdun. Bunun hesâbını senden soracağım" dedi. Hocaefendi, "Hay hay, cevâbını vermeye hazırım oğlum Mehmed" dedi. "Bak! Sana o tokatla adâleti öğretdim" dedi. "Ne demek o?". "Sen pâdişâh oldun, milletin sopayı hak ederse, milletini döversen, millet der ki, 'Biz sopayı hak ettik, sultân bizi dövdü' der. Bak, sen kabahat yaptığın vakitde, ben seni dövdüğüm vakitde, bana nasıl hak veriyorsun. Ama bi-gayr-ı hak sana tokadı vurduğumda beni affetmedin, kinlendin bana, değil mi? Milletine bi-gayr-ı hak tokat atarsan böyle, senin gibi, millet sana kinlenir" dedi. "Onu öğrettim sana" dedi. Eyvaaah! Hocaefendi ayağa kalkdı, pâdişah ayağına kapandı. "Lüzum yok. Hakkımı iki şeyle sana helâl ederim. Beni buraya çağırtdın" dedi. "Birisi, milleti adl ile idâre et, zâlimin sırtından sopayı kaldırma, kılıcını da düşmana, milletine değil, düşmana kullan. İkincisi, öldüğüm vakitde benim ayağıma bir ip bağlarsınız, beni sürükleye sürükleye kabre götürürsünüz. Böyle yapmazsan hakkım sana helâl olmasın" dedi. Çıkdı dışarıya. Yaaa! Affetmedi o da pâdişahı. Sonra öldüğü vakitde, böyle yapmadılar da, bir hasıra koydular Hazret'i, böyle hasırla sürüklediler kabre kadar, vasiyeti yerine gelsin diye.
Huzûrunda ümerâ ayakda durur, ufak bir talebe gelse, sultan onu oturturdu, Sultan Fâtih. İyi dinle! Ümerâ ayakada durur, ufak bir talebe gelse, onu oturturdu. Dediler ki, sultana duyurdular bunu, "Biz ümerâyız, ayakda duruyoruz, bir ufak talebe oturuyor". "Talebe-i ulûm olunuz, âlim olunuz, siz de oturunuz. Ümerâ olan ayakda durması lâzımdır" dedi, kesdi atdı.
Onun için babalarımız ilme, âlime, velîlere, Allah'a, Peygamber'e sevgi, muhabbet gösterdiler, Allah onları âlî kıldı. Yani kestirmesi, Allah'a kul oldular, iki cihâna sultan oldular.
Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin müstakîm.
Efendi Hazretleri, bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde 25 Kasım 1983 (21Safer 1404) tarihinde îrâd buyurmuşlardır. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.