11 Aralık 2020 tarihinde yayınlanmıştır.
İnşâallah bu sûre-i celîleyi ezberlediniz. Hemen hemen beş-altı hafta olud, aynı sûre-i celîleden konuşuyoruz. Kısa bir sûre-i celîle, hemen ezberleyebilirsin. Tabbi Allah'ı seviyorsan, Peygamber'e muhabbetin varsa böyle olur iş. Sevdiğin bir adam sana bir mektûb yazsa, o mektûbu başka bir lisân ile yazsa, sevdiğin bir kimse, o mektûb da nısfü'l-leylde gelse, geceyarısı kalkar o mektûbu tercüme etdirmek için kapı kapı dolaşır ricâ edersin, değil mi? Hakkın da var, çünkü o zâtı seviyorsun. Allah'ı, Peygamber'i sevenler de, O'nun kitâbını tercüme etdirirler, sûrelerini filan ezberleyiverirler. "Ne olacak" demezler, bırakmazlar. Zâten bugünü yarına bırakma. Bugünü yarına bırakma!
Allah diyor ki, Celle Celâlûhû Hazretleri, yani yerin gööğün sâhibi, kudret-i külliye mâliki, yani işte bu kâinâtı, ziyâsı milyarlarca senede kürremize gelen o yıldızları filan bir emirle halk eden Allah diyor. Onları Allah bir emrile halk etmişdir yani semâdaki bulunan yıldızları, milyarlarca senede kürre-i arda ışıkları gelen yıldızları, güneşleri, ayları. Daha semâda nice güneşler, aylar vardır. Bir emirle Allah onları halk etmiş, "kün" demiş, "feyekûn", hemen olmuşdur.
Allah bir şeyi halk etmeği murâd etdi mi, ona şu emri verir, "kün" der, o şey hemen olur. O'na itiraz edilmez yani Hakk Teâlâ'nın emrine. Onun için Cenâb-ı Hakk Sûre-i Yâsîn'de "fe izâ erâde şey'en en yekûle lehû kün fe yekûn" buyurmuşdur. Allah bir şeyi murâd etdi mi, "kün" emrini verir, o şey zâhir olur. "Peki insanlar niye böyle, altı ayda, bir senede çocuk meydana geliyor?" dersen, o da bütün dünyâdaki işlerin hemen olmayacağı, işin ağır ağır meydana geleceğine işâret vardır, esrâr vardır. Her şeyin altında bir sır vardır. Görene, köre ne!
İşte o yıldızları, ayları, gökleri, yedi kat semâyı ve yedi kat ardı, bilinen ve bilinmeyen âlemleri yaratan ve gene bu kâinâtı bir emirle yok edecek, güneşi dürecek, yıldızları dökecek, bu âlem başka bir âlem olacak, onu da bir emirle yapacak olan Hazret-i Allah, o söylüyor yani "ve'l-asri" kelimesini. Benim sözüm değil, müftünün sözü de değil, imamın sözü de değil, Peygamber'in sözü de değil, Allah'ın kelâmı.
Bazı ahmaklar var, Kur`ân'ı Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi vesellem Resûl-i Ekrem'in yazdığını zannediyorlar, sakın ha o itikadda bulunma, sakın ha! Kur`ân'ın vâzı'ı Hazret-i Allah'dır. Resûl-i Ekrem ağızdan söylemiş fakat Allah O'nun kalb-i münevverine, kalb-i mukaddesine Kur`ân'ı inzâl etmişdir yâhud Cebrâil'le âyetlerini indirmişdir Peygamber'e. Peygamber, Allah'dan aldığını bize bildirmişdir, bize bildirmek üzere Allah'dan ne aldıysa. Her şeyi bildirmemiş, kulların bilmesi lâzım gelen şeyleri bildirmiş. Meselâ kendisi buyuruyorlar ki, sallallahu aleyhi vesellem, "Benim bildiğimi siz bilseniz, benim gördüğümü siz görseniz, dünyâda gülmezsiniz, gülemezsiniz" diyor. Ama taraf-ı sübhâniyyeden kullara ne lâzımsa Resûl-i Ekrem vazîfesini tamâmen yerine getirmişdir ve Kur`ân-ı Kerîm ikmâl olunmuşdur. Zâhiri, bâtını, evveli, âhiri Kur`ân'da cem' olmuş, "وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ velâ ratbin velâ yâbisin illâ fî kitâbin mübîn", yaş ve kuru ne ararsan Kur`ân'da mevcûddur ama bilenedir, bilene söyler.
Bundan evvelki haftalarımızda gene söylemişdik, mütakkîlere söyler yani takvâ sâhibi kişilere söyler. Takvânın daha bir yüksek mevkii var, o da ehl-i verâ. Verâ sâhiblerine söyler Kur`ân-ı Kerîm. Herkese söylemez. Alır bakar, anlayamaz. Hattâ içinizde okuyanlar, görenler, bak dikkat buyurunuz, bir defa okur, bir daha okur, bir daha okur, on defa hatmeder Kur`ân'ı, on birincide bir hakâyıka rastgelir, durur üzerinde, "yâhu ben bunu hiç okumadım mı?" diye.
Hattâ tefsîr yazan bir arkadaş vardı da, o zâta ben bir âyet-i kerîme okudum, dedim ki, "Bu âyete sen ne ma'nâ verdin" dedim, bir durdu böyle, "Yâhu ben bu âyeti hiç okumadım mı, tefsîr etmedim mi" dedi. Halbuki tefsîri bitirmiş idi.
Hangi kalb Hakk korkusu ile atıyorsa, Allah korkusu varsa, haşyetullah ile kalb doluysa, o kalbe söyler Kur`ân, herkese söylemez. Söylemez herkese. Yüz kamyon kitâb okusa, yedi sekiz fakülteyi bitirse, gene Kur`ân'ı alsa, anlamaz bir şey, bakar koyar yerine. Söylemez bir şey. Onun Allah'a kurbiyyeti, takvâsı kadar söyler yani. Söylemez değil söyler ama bu kadar.
Biliyorsunuz, hepiniz hocaefendilerden, vâizefendilerden dinlediniz. Birgün küffâr-ı hâkisâr, küffâr-ı Kureyş, Kabe'de toplanmışlar, "Bizim putlarımız yalanlayan, dînimiz arasına fitne sokan, Muhammed'i içimizde kim öldürür?? Yok edelim bunun vücûdunu, kaldıralım dünyâdan, rahata kavuşalım. Çünkü o sağ olduğu müddetçe, bize rahat vermeyecek. Putlarımızı yalanlıyor, bizim nefs-i emmâremizin istediklerini men etmeğe çalışıyor" dediler ve bakdılar böyle "Ne yapalım? Bunu Ömer'e yükleyelim" dediler. Yani bildiğimiz Hazret-i Ömer. Bak isimleri câmilerde asılı. "Bu işi yaparsa Ömer yapar" dediler, işi Ömer'e yüklediler. İyi dinle! Ömer de erkekliğine yediremedi. Kureyş içerisinde eli ayağı tutan bir adam, yani sözü geçen bir adam, eli ayağı tutan bir adam. Meselâ Hicret'de herkes gizli kaçmışdır, Medîne-ı Münevvere'ye gizli çıkmışdır Mekke'den, Ömer ibn Hattâb, Kureyş'e karşı çıkmış demişdir ki, "Ben gidiyorum, Medîne'ye gidiyorum, kimin karısı dul kalacaksa, evlâdı yetîm, gelsin beni bulsun yolda" demişdir. Yani böyle merd bir adam. Kâfir zamânında korkunç İslâm düşmanı. Resûl-i Ekrem'in korkunç düşmanı. Ve mü'min olan müslümanlara öyle eziyet cefâ ediy0r ki, olur şey değil.
Mühim bir şey söyleyeceğim de onun için söylüyorum bunu. Hem de kulağında kalsın. Çünkü sâlihleri zikretmek rahmetin tenzîline işâretdir.
İşi Ömer'in üzerine yıkdılar. Ebû Cehil zekî adam, Ömer'in üzerine yıkdı bu işi. Halbuki bir gün evvel de Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, yani Mahbûb-i Kibriyâ, Muhammed Mustafâ, rahmeten-lil-âlemîn, bârigâh-ı ehadiyyete elini açmış, demiş "Yâ Rabbi, şu Dîn-i İslâm'ı iki Ömer'den birisiyle teyid et". İki Ömer'den birisi Ebû Cehil, yani Ebü'l-Hakem, biri Ömer ibn Hattâb. Böyle duâ etmiş Cenâb-ı Peygamber. "İki Ömer'den birisiyle İslâm'ı teyid et" demiş, duâ etmiş Cenâb-ı Peygamber. Çok bunaldı Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem.
Sen bedâva buldun İslâm Dînini. Bedâva buluverdin böyle mîrâs olarak geldi eline senin. Öyle kolay gelmedi bu devre kadar İslâm Dîni. Milyonlarca şehîdimiz var. Milyonlarca mazlûm var. "Lâilâheillallah"a kendisini fedâ etmiş, "Muhammedü'r-Resûlullah" için boynunu vermiş, rûhunu vermiş. Birliğini, tevhîdini bozma, sonra onların başına gelenler bizim başımıza gelir. Sana ibret olsun için söylüyorum, sırası geldi de. İspanya sekiz yüz sene kaldı İslâm elinde, sekiz yüz sene. İstanbul beş yüz küsur senedir yani beş yüz otuz sene filan, o kadar. O İspanya'yı böyle koyun boğazlar gibi boğazladılar sonradan. Hattâ birçokları korkudan "Hıristiyan olalım" dediler filan, önce Hıristiyan yapdılar sonra götürüp ateşe atıp yakdılar. "Hıristiyan oldunuz, şimdi rûhunuzu temizleyeceğiz" diye filan. Hiç merhameti yokdur kâfirin. Ki onlar ehl-i kitâb idi. Şimdi bazı kâfirler var ki onlar, ne Îsâ, ne Mûsâ, ne Allah, ne İncil, ne Tevrat. Birliğini, tevhîdini bozma! Vatanına, milletine hakkıyla vazîfe yap. Yapacağın vazîfe, şahsına yapdığın vazîfe ile bunu temin edebilirsin. Herkes kapısının önünü temizlerse memleket temizlenir. Onun gibi yani. Dürüst ol, doğru ol. Doğru, dürüst olacaksın. Özün, sözün doğru olacak. Kimseye hâinlik etme, hâinlik düşünme, hıyânet düşünme. Düşünce sâhibinin kalbini gören Allah'dır. Ondan dahi îcâb ederse Allah hesâb soracakdır.
Ömer ibn Hattâb mecbûren aldı üzerine, bu meseleyi Ömer'in üzerine yıkdılar. Ertesi günü, elbiselerini takındı, giydi elbiselerini, eline kılıcını aldı ve Resûl-i Ekrem'in bulunduğu mahalleye doğru yürüdü. O vakit müslümanlar gizli ibâdet ediyorlar. Çünkü alışverişi kesmişler, yolları kesmişler. Bir müslüman görürlerse felâketin büyüğü. O tarafa doğru yürüdü, yolda birine rast geldi, bir zâta rast geldi. Dedi, "Yâ Ömer, bu hâlle nereye gidiyorsun böyle?". Dedi, "Dînimiz arasına tefrîka sokan, ilâhlarımızı yalanlayan, yani Lât'ı, Uzzâ'yı, Menât'ı yalanlayan Muhammed'i kesmeğe gidiyorum" dedi. "Öldüreceğim onu, bu fitneyi kaldıracağım ortadan". O zât, "Çok büyük bir iş yüklenmişsin, üzerine almışsın. Bunu sen yapamazsın. Yapılacak iş değil bu. Olmaz bu iş" dedi. "Yoksa sen de müslüman mı oldun?". "Canım, benim müslümanlığımdan sana ne, ben müslüman olmuşum, olmamışım, sana ne bundan. Sen git kızkardeşinle eniştene bak" dedi, "onlar müslüman oldular" dedi. "Yalan söylüyorsun" dedi. "Yalan söylemiyorum, git bak da gör" dedi. "Nerden bileceğim onların müslüman olduğunu?". "Bir hayvan kes, onlar sizi müşrik biliyorlar, sizin kesdiğinizi yemezler" dedi, "ondan bil müslüman olduklarını". "Peki öyleyse evvelâ kızkardeşimle eniştemin işini bitireyim, ondan sonra Muhammed'i keseyim" dedi. Sallallahu aleyhi vesellem.
İnsan bazen fırına gider, ekmek almağa, fırıncıya âşık olur, bahçeye gider, bahçıvana âşık olur, kötülüğe gider, Allah onun başına iyilik verebilir. Bunda da bir sır vardır, bu işde.
Ve kızkardeşinin evine geldi, uzatmayalım lafı, bir hayvan kesdi, kızarttırdı.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem âyetler nâzil oldu mu, gizli gizli ashâbı gönderiyor, islâmların hânelerine, orda nâzil olan âyetleri talîm etdiriyordu Peygamberimiz. Kesmiyorlar faaliyeti yani devâm ediyorlar. Oraya da o gün sahâbeden birini göndermişdi, Ömer'in geldiğini görünce onu bir dolaba sakladılar. "Buyrun Yâ Ömer" deyip içeri aldılar. İşte hayvanı kesdi, kızarttırdı filan. "Buyrun gelin oturun yiyelim" dedi. Dediler ki, "Biz yemeyiz, sen kendin otur ye" dediler. "Niçin?" dedi, "Karnımız tok, az evvel yemişdik" dediler. "Canım birer lokma alın" dedi. "Hayır, biz hiç yiyemeyiz". O akit dank dedi kafasına, "Yoksa müslüman mı oldunuz" dedi. Kızkardeşine bir tokat vurdu, kızkardeşi yıkıldı yere. Eniştesine de bir tokat atdı onu da yıkdı yere. Pehlivan çünkü kendisi. Kızkardeşi dedi ki, "Yâ Ömer, utanmıyor musun! Böyle bir nebî-yi zîşân zâhir oldu, kâinâta rahmet olarak gönderildi, O'na karşı geliyorsun ve îmân edenlere de bu ezâyı cefâyı lâyık görüyorsun". "Onu kesmeğe gidiyordum, evvelâ seni keseyim sonra ona gideceğim" diyerek kızkardeşinin üzerine kılıcı kaldırınca, kesmek üzere, ne yapabilir bir müslüman, kuvvetsiz bir müslüman ne yapabilir?, soruyorum, hemen Kur`ân-ı Kerîm'den o gün talîm etdiği sûre-i celîleyi okumağa başladı. Esteîzübillah. "Tâ-Hâ, mâ enzelnâ hâze'l-kur`âne li teşkâ, illâ tezkiraten li men yahşâ, tenzîlen mimmen halaka'l-arda ve's-semâvâti'l-ulâ, er-rahmânü ale'l-arşi's-tevâ" deyince, Ömer'in eli titremeye başladı, "Bu okuduğun senin nedir?" dedi. "Allah'ın Hazret-i Peygamber'e gönderdiği kitâb bu işte". "Yok yâhu, ben onu çok dinledim, böyle değil, bunda başka bir şey var" dedi. O güne kadar kapalı, mühürlü yani anlayamıyor.
Onun için sen ezânı duyuyorsan, senin kulağında gaflet pamuğu yoksa, ezânı duyuyorsan, Allah'a hamd ü senâ et. Kur`ân'ı dinliyorsan, ondan zevk alıyorsan, Allah'a şükret, secde et Cenâb-ı Hakk'a.
"Çok dinledim âyetleri ama hiç ben böyle bir şey işitmedim" dedi. "Hayır işte Kur`ân bu" dediler. "Yaa öyle mi, kalk öyleyse" dedi, okşadı onu, kızkardeşini, "Acaba gitsem, beni Dîn-i İslâm'a kabûl eder mi?" dedi. Kızkardeşi dedi ki, "O öyle bir mürüvvet kapısıdır ki, O, O'na taş atanları dahi affeder". O'nun dişini kıranları bile affetdi O. Amcasını yetmiş parçaya ayırıp, ciğerini yiyenleri de affetdi. Onun üzerine, âyetleri talîm eden hoca, tekbîr alarak dolapdan çıkdı. Üçü birden gizli yollardan Huzûr-i Saâdet'e doğru yürüdüler. Çünkü Ömer'in kalbinden perde kaldırılmışdı, artık Kur`ân'ı anlayabiliyordu. Onun için söylüyorum bunu. Neyse gerisini de söyleyelim de bitirelim sözü.
Hazret-i Hamza, radıyallahu anh, nöbetçi oydu o gün, dediler ki, "Ömer geliyor", "Yâ Resûlallah Ömer geliyor". "Bırakın" dedi Cenâb-ı Peygamber, "Ömer fenâlığa gelmiyor, îmâna geliyor" dedi. Çünkü Cebrâil gelip haber vermişdi Peygamberimize. Hazret-i hamza dedi ki, "Ömer'e karşı kılıcımız var" dedi. "Ömer'in hakkından geliriz" dedi. Esed-i Resûl, Resûlullah'ın arslanı Hamza. Esedullah Ali'dir, Allah'ın arslanı Ali'dir, Resûlullah'In arslanı, Hazret-i Hamza'dır. "Biz ona kâfî geliriz" dedi. Cenâb-ı Peygamber, "Almayın kılıcını üzerinden, kılıcını almayın" dedi. Geldi Huzûr-i Saâdet'e, Efendimizin ayaklarına kapandı ve Kelime-i Şehâdet'i talîm buyurdular ve îmân ile müşerref oldular.
Ha şimdi konuşacağım söz, buradan bizim alacağımız hisse, Allah bir kula murâd etmeyince, Kur`ân'dan zevk vermez, duyurmaz, anlatmaz. Yüz kamyon kitâb okusun, anlayamaz bir şey Kur`ân'dan. İllâ müttakî kalb, yaşlı göz, aşk ile çarpan bir kalbe mâlik olmak ve ittikâ sâhibi olmak. Bu müttakînin de ma'nâsı, bir iş yapacağı vakit, "bu iş Allah tarafından makbûl müdür, Allah beni bundan cezâlandırır mı, mükâfâtlandırır mı, Allah'ın rızâsı var mıdır, yok mudur?" diye düşünerek, eğer Allah'ın rızâsı varsa, o işi icrâ etmek, Allah'ın rızâsı yoksa, Peygamber'in rızâsı yoksa, o işi terk etmek. Müttakîlerin de alâmeti budur. Bir daha söylüyorum. Müttakî demek, Allahdan korkan demekdir. Alâmeti bu. Bir iş yapacağı vakit, üzerinde âmiri-memûru olsun olmasın, onu gören Allah olduğunu bilmesi. Nerde olursa olsun. "Yapacağım işde Hakk'ın rızâsı var mıdır yok mudur?". Rızâsı varsa icrâ etmesi, seve seve. Rızâsı yoksa, O'ndan korkarak onu terk etmesi. Bu müttakîlerin alâmetlerindendir.
Asıl ittikâ, "Rabbim bana kulum demezse, Allah bana kulum demezse". İnsan bundan korkmalı, bundan çekinmeli. Ne cennet, ne cehennem, ne azâb, ne mükâfât, asıl davâ bu. "Rabbim bana kulum demezse, beni cennetine de koysa, benim için orası dar gelecek, cennet geniş olmasın rağmen". İlle Allahu Sübhânehû ve Teâlâ "kulum" demelidir. Resûl-i Ekrem, "ümmetim" demelidir. Bundan daha büyük bir mükâfât tasavvur edilemez, âşıklar için, mü'minler için.
Evet efendim. Allah diyor ki, "Asra kasem ederim ki bütün insanlar hüsrandadır". Dünyâya gelen kimse musÎbet deryâsına düşmüşdür. Elemler, kederler, musîbetler. Hattâ gene Sûre-i Bakara'da, Esteîzübillah, "وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِّنَ الْخَوفْ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِّنَ الأَمَوَالِ وَالأنفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ ve le neblüvennekum bi şey'in minel havfi vel cûi ve naksın minel emvâli vel enfüsi ves semerât, ve beşşiris sâbirîn". Böyle deryâdan bir katre olarak söyleyeceğiz.
"وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ ve le neblüvenneküm", ben sizi herhalde bu âlemde, dârü'l-imtihân yani imtihân evi bu hayât, bu dünyâ evinde, bu dünyâ hayâtında, sizi imtihana tâbi tutacağım, bir şeyle ki, korkuyla, açlıkla, yoksullukla, sevdiklerinizi elinizden almakla. İş böyle olunca, musîbetin içerisindesin. Peki kurtuluş çâresi? Denize düşdün, kara görünmüyor, mahvın ve helâkin muhakkak. İşte bir gemi gelmiş, gemiden de bir kimse sana bir ip atmış, denize doğru. Sesleniyor sana, "Ey denize düşen! Garîk-i bahr-i belâ olan! Şu ipe tutun, bu gemiye gel, canını kurtar" diyor. Bu gemi İslâm gemisi, ipi atan Resûl-i Ekrem,. İpden murâd, Cenâb-ı Hakk'ın kelâmı, Kur`ân-ı Kerîm. Kim ki îmân etdi, onlar müstesnâ, îmânın hıfzı ve muhâfazası şartıyla. Çünkü bir adam mücerred günâh-ı kebâir işlerse yani büyük günâh işlerse, insan kâfir olmaz. Yani irtikâb-ı meâsî küfrü mûcib değildir. Bir adam içki içse, zinâ etse veya Allah'ın men etdiklerini yapsa, yapdığı şeyi helâl görmedikçe, kâfir olmaz. Konuşduğum söz çok mühim. Ama son nefesden korkulur. Küfür rüzgarları ve masiyet rüzgarları îmân nûrunu söndürebilir. Yani amelsiz, a'mâl-i sâlihâtsız, ibâdetsiz-tâatsız, ahlâksız bir îmân, mücerred îmân, fırtınalı havada yanan muma benzer. Etrafdan esecek olan rüzgar, bu mumu söndürebilir. Onun için Cenâb-ı Hakk, "اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ illellezîne âmenû ve 'amilu's-sâlihâti" buyuruyor. Şu kimseler ki husrânda değildir, kurtuldular bunlar, îmân etdiler ve a'mâl-i sâliha icrâ etdiler. Nedir? A'mâl-i sâlihât, îmân nûrunun çerçevesidir. Nasıl rüzgara karşı fener kullanıyorsak, mum sönmesin diye, îmân nûrunun sönmemesi için, îmân nûrunun etrâfını a'mâl-i sâlihât ile çerçevelemek lâzımdır.
İslâm öyle zor değil, zor değil. Zâten Resûl-i Ekrem buyurmuş, "yessirû velâ tu'assirû beşşirû velâ tüneffirû" yani "kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, halka tebşîrât verin, müjde verin, onlaraı istikrah ettirmeyiniz" buyurmuşlardır, sallallahu aleyhi vesellem, Resûl-i Ekrem, sultânlar sultânı, enbiyâlar sultânı Efendimiz, böyle buyurmuşlardır.
Bir defa evveliemirde binâ-yı İslâm'ı yerine getirmek her müslümanın boynunun borcudur. Yapmayanlar nâdim olacaklardır, pişmân olacaklardır, çok feryâd u figân edecekler, ellerini ısıracaklar, sakallarını yolacaklardır, saçlarını yolacaklardır. Fakat faydası olmayacakdır.
Bak sana söyleyeyim, gâyetle basit. Bir a'râbi geldi yani köylü arab. Medenî olursa, şehirli, a'râbî ise köylü araba derler. Huzûr-i Saâdet'e geldi. Dedi, "Yâ Resûlallah, bana İslâm'ı arz et" dedi. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem, o a'râbîye dedi ki, "Ey a'râbî, Allah'ı tevhîd et, benim risâletimi tasdîk eyle". "Etdim" dedi, "Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah". Efendimiz, "Beş vakit namaz kıl, senede bir ay oruç tut, mala mâlik olursan kırkda birini fukarâya tasadduk et, zekât ver, ömründe bir defa haccet" dedi. "Yâ Resûlallah, İslâm bu kadar mıdır?" diye sordu o. "Evet bu kadardır" dedi ona. Sonra o dedi ki, "Vallâhi ben bunların hepsini yaparım" ve yemîn etdi, "Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a kasem ederim ki, bundan ne bir fazlasını ne bir eksiğini yaparım" dedi ve oradan ayrıldı. Ayrılınca, Cenâb-ı Peygamber ashâb-ı bâ-safâya, yani arkadaşlarını döndü dedi ki, "Bu adam anasıa babasına ikrâm ederse, ihsân ederse, ehl-i cennetden birini görün" dedi Cenâb-ı Peygamber. Zorluk yok, zorluk yok. Hiç zorluk yok.
A'mâl-i sâlihâtın da başlıcalarından bir tânesi salâtdır, geçen hafta söylemişdim size. Yevm-i kıyâmetde ilk evvelâ amelden, namazdan sorulur. "Allah insana amelden evvelâ namazdan sorar, ordan hesâba çeker. Namazları kâmilse eğer diğerleri kolay gider" diyor Cenâb-ı Peygamber.
Ama bizim buraya geliyoruz biz şimdi, bizim müslümanların birçokları, "Benim kalbim temiz, namaza ne ihtiyaç var" diyor. Fesübhânallah! Sen Allah'dan daha iyi mi biliyorsun, Peygamber'den daha iyi mi biliyorsun? Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem tâ-be-seher salâtda bulunurlardı. Hattâ, "Tâ-Hâ, mâ enzelnâ hâze'l-Kur`âne li teşkâ" âyetinin ma'nâsı, "Tâ-Hâ", Ey Resûlüm, Habîbim, Mahbûbum, Mergûbum, biz sana Kur`ân'ı meşakkat için indirmedik, "illâ tezkiraten li men yahşâ", korkanlar için bir tezkiredir, Allah'dan korkanlar için. Çünkü Resûl-i Ekrem'in namaz kılmakdan ayakları şişmişdi. Hattâ Resûl-i Ekrem'e "Yâ Resûlallah sizin günâhınız yok, siz masûmsunuz, niçin bu kadar ibâdet yapıyorsunuz?" dedikleri vakit, "Ben Rabbime şükretmeyeyim mi?" diyordu Cenâb-ı Peygamber.
Sen Resûl'ün yolundan yürüsene. Görmüyor musun, hiç aklın yoksa bile, bir adamın hiç aklı olmasa kafasında ve tefekkürü, âbâ ü ecdâdımız câmiler yapdırmışlar, milyonlar sarfetmişler, sonra yeniden gene para koymuşlar, vakıf olarak, câmi yıkılırsa tekrar yapılsın diye. Eğer kalb temizliğiyle olsaydı, câmilerin yapılmasına lüzûm kalmazdı hiç. Memleketin manevî tapusudur câmilerimiz, Allah'ın evleridir, ibâdet ve tâat yerleridir, halkın Hakk'ı zikretdiği yerdir, Allah'ın kulu zikretdiği yerdir, Hakk huzûruna çıkılan yerdir, tesbîhât yeridir, kıyâm yeridir, rükû yeridir, sücûd yeridir, tesbîhât yeridir, salât ü selâm yeridir. Câmide kılınan namazla münferid kılınan namaz arasında yirmi yedi derece fark vardır. Soruyorsun bizim akıllıya, "Sen namaza bakma efendim" diyor. Neye bakalım, namaza bakmayalım da kime bakalım? Sana mı bakacağım. "Filanca sarhoş içmiş de ermiş". Bir sarhoş içer, erer. Allah dilerse bir kulunu affeder, şirkden gayrını affeder. Senin önderin sarhoş olan o adam mı yoksa Cenâb-ı Muhammed mi? Sen hangisine uyacaksın bakayım? Bırak böyle kafaları. Bunlar iyi şeyler değil.
Bir sarhoş içer, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetine müstağrak olur, güzel bir iş yapar, Bişr Hâfî gibi. Bişr Hâfî bir veliyyullah, meyhânelerde çalgı çalarmış. Bir gece kafayı çekmiş, gelirken yolda, bakmış yerde bir kağıt duruyor. Aşağı inmiş bakmış kağıda, üzerinde "Bismillâhirrahmânirrahîm" yazılı. Almış, ağlamış, sızlamış, o akşam çalgı çalıp topladığı parayla koku almış, onu kokulamış, "Allah'ın Rahmân ve Rahîm isimleri yerde mi sürünüyor" diye ağlaya ağlaya, "ne yapayım ben bunu, ne yapayım" diye düşünmüş, "yutayım" demiş ve yutmuş. O gece demişler ki kendisine, "Sen benim ismime hürmet etdin yâ Bişr, ben de senin ismini âlî kılacağım" demiş Hazret-i Allah. Bir velî olmuş. Olabilir. Sonra isr-i Muhammed'e girmiş sonradan. İnsanların velâyeti isr-i Muhammed'e girmekledir. Resûlullah'ın isrine girerse, o vakit velî olduğu muhakkakdır.
Îmânın bekâsı, a'mâl-i sâlihat iledir. Tekrar söylüyorum. A'mâl-i sâlihâtın bekâsı ise, güzel ahlâk iledir. Bir adam namaz kılsa oruç tutsa, ahlâkı dürüst olmasa ki, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem bir gün ashâbına sordu, iyi dinle, kulağını benden yana ver!, "Müflis kimdir?" diye sordu ashâbına. Ashâb dediler ki, "men lâ dirheme velâ metâ' yâ Resûlallah", yani parası malı-mülkü olmayandır. "Yok" dedi Cenâb-ı Peygamber, "O, dünyâ müflisi o"...
Halbuki nice adam vardır ki, milyonları vardır gene müflisdir o, gözü doymaz bir defa evveliemirde. Gözü doymayınca müflisdir o. Bir türlü doymaz gözceğizi.
Bir velîye bir zât biraz para vermiş, "Ben senin paranı alamam" demiş. "Niye almıyorsun? Ben fakîr değilim" demiş, "beş yüz bin altınım daha var benim" demiş. Menâkıb ya, evliyâullahdan menâkıb, isteyen alır, îmânın şartından değil bu söylediğim söz. "Daha bende beş yüz bin altın var" demiş. Der demez, "Peki o beş yüz bin altının altı yüz bin olmasını istiyor musun?" demiş, "isterim" demiş. "Senin daha gözün doymamış, onun için sen fakîrsin, senin paranı almam ben" demiş. Evvelâ kanâat lâzımdır, göz doyması lâzımdır. Hırs da lâzımdır, bazı adamlar hırslı olmasa, halka hizmet etmezler. O da ayrı bir davâdır. Fakat Allah o külâhı bize giydirmesin.
Efendimiz sordu, sallallahu aleyhi vesellem. İyi dinle! "Müflis kimdir?". Dediler, "Yâ Nebiyallah, müflis, parası, malı, metâı olmayandır". "O dünyâ müflisidir" deyince, "Allah ve Resûlü bilir" dediler. İyi dinle! Bir mü'min kıyâmet gününde mahkeme-i kübrâya, savmıyla, salâtıyla yani orucuyla, namazıyla, haccıyla, zekâtıyla gelir. Fakat herifin ahlâkı dürüst değil, ona sebbetmiş, ona şetmetmiş, ona vurmuş, ona sövmüş, onu dövmüş, onun malını almış yemiş, çalmış çırpmış fakat namazlı. Düşünemez ki onu, bir adam yedi yüz vakit namaz kılarsa imam arkasında, o da kabûl olursa, birinin hakkını tecâvüz ederse, yedi arpa hakkı, yedi yüz vakit namazı verirler, yedi arpa hakkına. Haberin var mı ondan? Hâlâ bana diyor ki, "şefâat-i peygamberî ile kurtulurum". Hukûk-i ibâda girmez o iş. Hukûk-i ibâda girmez! Resûlullah'ın şefâati büyük günahlaradır. Böyle, almış, vermiş, kırmış, etmiş filan, hak sâhibi hakkını helâl etmeyince olmaz öyle şey. Hele kâfir hakkı olursa, hele hayvan hakkı olursa.
Eğer hak sâhibi mü'min olursa, dövmüş herifi, derler ki, "Bunun kıldığı namazları hak sâhibine verin". Yeterse ne âlâ, yetmezse, onun günahını alıp buna yüklerler diyor Peygamber. Sonra, çalmış, hırsız, "onun tuttuğu oruçları buna veriniz", verirler, kâfî gelirse na âlâ, gelmezse günahını alıp ona yüklerler. Sonra, aleyhinde konuşmuş, yüzüne konuşulmayacak sözleri arkasından söylemiş, "zekâtını verin buna" derler, zekâtını verirler, yeterse ne âlâ, yetişmezse, günahını alır ona yüklerler. "Sümme turiha fi'n-nâri" diyor Cenâb-ı Peygamber, sonra onu götürürler yüzüstüne cehenneme atarlar. Bak savmıyla, salâtıyla, namazıyla, orucuyla, zekâtıyla haccıyla gitti, fakat yapdığı işi gördün mü? Ahlâkının dürüstlüğü olmadığından hak sâhiblerine namazı, zekâtı dağılır. Benim sözüm değil, Resûl-i Ekrem'in sözü, sallallahu aleyhi vesellem.
Gönül yap. Beytullah gönüldür, onu tamir eyle!
Zünnûn-i Mısrî diyor ki, "Haccdan geliyordum, yetmişinci haccımdı, kervanla berâber geliyorduk, benim yanımda hiç bir şey yokdu, ne yiyecek ne içecek, hiç bir şey yokdu. Bakdım bir kelb, kuyunun etrâfında dolaşıyor, susamış hayvancağız. Anladım ki hayvan susamış, su içecek ama bende su yok. Döndüm kervana dedim ki, bu hayvanı kim sularsa, vallahi ve billahi bu seferki haccımla, yetmişinci haccımdır, yayan geliyorum, yetmiş haccımın sevâbını ona vereceğim, bu hayvanı sulayana" dedi. Bir kelb için veriyor bunu bir veliyyullah. Ya insanoğlu, Allah ve Resûlünün muhabbeti ile kalbi dolan bir mü'mine yapılan hakâret, ya onun hakkını gasb, ya ona şetm eden kimse, namaz da kılsa namazının faydasını göremez.
Yâ Rabbi, îmânımızı kemâle erdir, ahlâkımızı dürüst, a'mâl-i sâlihâtımızı ihlâs ile yapmak nasîb ü müyesser kıl.
Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin müstakîm.