Elif, lâm, mîm. Zâlikel kitabü lâ raybe fîh. Hüden lil müttakîn. Ellezîne yü'minûne bil gaybi ve yukîmunes salâte ve mimmâ razaknâhüm yünfikûn. Vellezîne yü'minûne bimâ ünzile ileyke vemâ ünzile min kablik, ve bil âhireti hüm yûkınûn. Ülâike 'alâ hüden min rabbihim ve ülâike hümül müflihûn.
Sadakallahü'l-azîm.
Allah'ı tevhîd eden ve O'nun habîbi, mahbûbu, mergûbu, rahmeten-lil-âlemîn olan, sebeb-i hilkat-i Âdem, sebeb-i hilkat-i âlem, nûru evvel ba'sı sonra olan, Habîb-i Hudâ'yı her şeyinden ziyâde severek îmânını kemâle erdiren, kıyâmet gününe inanan, Hakk'ın cennetine tâlib, rızâsına râgıb, cemâline âşık olanlar!
Duyunuz ve dinleyiniz, kulağınızı benden yana veriniz, işittiklerinizi hıfz ediniz ve ezberleyiniz, iyice belleyiniz ve âmil olunuz, ihlâs ile yapınız. Duymayanlar sağırdır. Hakk'ı işitmeyenler sağırdır. Her ne kadar baş kulağı işitse dahi Hakk'ı işitmeyen sağırdır. Hakk'ı görmeyen kördür. Burada kör olan âhiretde de kör olacakdır. Zîrâ Cenâb-ı Hakk Kitâb-ı Kerîm'inde "وَمَن كَانَ فِي هَذِهِ أَعْمَى فَهُوَ فِي الآخِرَةِ أَعْمَى وَأَضَلُّ سَبِيلاً ve men kâne fî hâzihî a'mâ fe hüve fil âhireti a'mâ ve edallü sebilâ" buyurmuşdur. Burada Hakk'ı görmeyen derken, baş gözü görmeyen ma'nâsına konuşmadık. Burada Hakk'ı görmeyen, Hakk'ı bilmeyen, Hakk'ı bulmayan, kördür. Kör olduğu için Cenâb-ı Hakk âhiretde de onların gözünü halk etmeyecek, kör olarak haşr edecekdir.
Zâten başında düşünmek nimeti bulunan, aklını hayırlı yerlere sarfeden kişiler için bu âlemde bir çok âyât u beyyinât vardır. Birçok hayvanlar görürüz, elsiz ve ayaksızdır, yüz üstüne yürürler. Yılanlar, akrepler, çıyanlar, daha nice böyle müz'ic hayvanlar vardır. Acabâ Allah bunları niçin halk etmişdir? Yine güzeller, çirkinler, hastalıklılar, sıhhatliler, âfiyetliler, zenginler, fakirler vardır. Acabâ Allah bunları niye böyle halk etmişdir? Müsâvî olarak halk edebilirdi.
İyi dinle beni, kulağını benden yana ver. Senin hak ve hakîkate götürecek sözler söyleyeceğim.
Âhiretde ne var ise, ister nimet, ister nikbet, Allah bir numûnesini dünyâ yüzüne vermişdir. O yılanlar, çıyanlar, akrepler, yarın âhiret âleminde nâra girecek olanlara musallat olacakdır. Allah onları göstermekdedir. Güzel nimetler de dünyâ yüzünde cennetin bir numûnesidir. İnsan metaını pazara getirdiği vakit, hepsini birden getirmez, birer numûne getirir, "Bende bundan var" der. Onun için, aklını başını al. Bu semâ, ard, arş, kürsü, cennet, cehennem, melek, kitâb, hisâb, mîzân, dünyâ ve âhiret, kabir âlemi, âlem-i ervâh yani rûhlar âlemi hep senin için halk olunmuşdur. Semânın yıldızlarla süslenmesi, güneşin mahlûkâta hayât vermesi hep senin için olmuşdur. Cenâb-ı Hakk hadîs-i kudsîde buyurur ki, "Ey âdemoğulları! Bütün mevcûdâtı yani ne görüyorsan, ne biliyorsan, ilminin yetiştiği kadar, düşünebildiğin kadar, anlayabildiğin kadar, ne görüyorsan, hepsini senin için halk ettim, seni de kendim için halk ettim". Onun için, senin vazîfen, Hakk için halk olunduğundan dolayı, Allah'a abdiyyetdir, kullukdur. Allah'ın emirlerine imtisâl, nehiylerinden ictinâb etmekdir. Yani Allah'ın emirlerini tutmak, nehiylerinden kaçmakdır. Allah'ın yap dediğini yapacaksın, yapma dediğini yapmayacaksın. "Efendim, ben istediğimi yaparım". İstediğini yapabilirsin, bu âlemde sana bu müsâade edilmişdir. Tamâmen hepsini yapamazsın, her istediğini yapamazsın ya. Çünkü herkesin başında bir manevî yular vardır. Biraz kaba tabir ama anlatmak için böyle söylemek lâzım gelecek. Allahu Teâlâ diyor ki, " آخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا âhizün bi nâsiyetihâ", bütün mahlûkâtın nâsiyesinden biz tutduk diyor. Boynumuza birer yular geçirmişler, o yuların mikdârını sen bilmezsin, ne vakit başına bir şey gelirse, oraya kadar sana müsâade ederler yani ordan ileri gidemezsin. Kiminin ipi uzun, kiminin ipi kısadır. Bu manevî bir ipdir. Yani Hakk her kulun âhizesinden yani perçeminden turmuşdur, kiminin ipini uzun bırakmış, kiminin kısa bırakmışdır. Yoksa burada yapılan her amelin, ister iyilik, ister kemlik, her amelin, muhakkak yevm-i cezâda hesâbı ve mükâfâtı yâhud cezâsı vardır. Kurtuluş yokdur. Bir ayak bir yerden bir yere gidemez, dört soruyla karşılaşmadıkça.
İşittiğin ilimle ne amel ettin?
Parayı nerden kazandın nereye sarf eyledin?
Ömrünü nerde yıprattın, geçirdin?
Gençliğini nerde kocalttın?
Dört soru soracaklar. "Efendim, peygamberlere de mi?", peygamberlere de sorulacak, ümmetlere de sorulacakdır. Âdetullah böyledir. Hükûmet-i Rabbâniyye böyle kurulmuşdur. Hem enbiyâya sorulacak hem sana sorulacak. Enbiyâya, "Benim şerîatımı, benim kitâbımı, benim ahkâmımı, benim emirlerimi, kullarıma tebliğ ettin mi?". "Ettim yâ Rabbi, şâhidsin, biliyorsun". Kullara sorulacak, "Enbiyâ-i Kirâm Hazerâtı size şerîatı tebliğ etti mi, ahkâmı bildirdi mi? Ve peygamberlere vâris olan ulemâ ve evliyâullah da size bu yolları gösterdi mi?". Ya gösterdi dersin ya göstermedi dersin. Göstermedi deyip inkâr edenlerin, dilleri tutulacak, elleri konuşacak, ayakları şâhid olacak. Esteîzübillah. Bismillahirrahmânirrahîm. "اَلْيَوْمَ نَخْتِمُ عَلٰٓى اَفْوَاهِهِمْ وَتُكَلِّمُنَٓا اَيْد۪يهِمْ وَتَشْهَدُ اَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ el yevme nahtimü alâ efvâhihim ve tükellimünâ eydîhim ve teşhedü ercülühüm bimâ kânû yeksibûn". "Biz kıyâmet gününde, ağızları mühürleriz, elleri konuştururuz, ayakları şâhid tutarız, yaptıklarına". Hattâ fenâlık icrâ ettiğimiz yerler dahi, bizim aleyhimize şehâdet ederler. Vücûdumuzda bulunan a'zânın kâffesi bizim aleyhimize şehâdet edecektir, yâhud lehimize. Namaz kılmışsın, o ard diyecek ki, "Yâ Rabbi, üzerimde namaz kıldı, salât etti" diyecek. Allah Celle bildiği halde, şâhidle. Ve kâfire hiç bir fırsat vermeyecektir. İnkâra mahal bırakmayacaktır. "Evet, peygamberler bize tebliğ etti, ulemâ geldi haber verdi, biz bunları tekzîb ettik, öyle bir şey yokdur, siz uydurdunuz, bizi istismar ediyorsunuz, böyle söyledik" diyerek itiraf-ı zünûb ettikten sonra, nâra sevk olunacaklardır. Ey Efendiler! Ey Gençler! Ey Kardeşler! Ey Yoldaşlar! Allah yolunda yoldaşlar! Resûlullah'ın cemiyetine, sofrasına müştâk olanlar! Hazret-i Muhammed'le oturmak isteyenler! Livâsı altında cem olmak isteyenler! İslâmdan ayrılmayınız ve İslâm'ın emirlerini yerine getiriniz. Ufak bir noktada dahi İslâm'dan rücû etmeyin, Allah'ın emrinden dışarı çıkmayınız. Bir ufak noktada, bir zerrede. Senin önderin Allah'ın Resûlü olan Muhammed Mustafâ'dır. Düstûrun da elindeki Kur`ân-ı Azîm'dir. Onun için, onun yolundan yürüyeceksin, zerre kadar yoldan çıkmayacaksın. Kazâ-yı Rahmânî zuhûr ederse tövbe istiğfâr edersin, Allah sevgili Muhammedinin ümmetlerini afv u mağfiret edebilir, eder. Geçiyoruz. Vazîfemiz Allah'a kulluk ve abdiyyet. Hakk'ı bilmek, Hakk'ı bulmak, Hakk'la olmak. Zâhirimiz, İslâm'ın emirleriyle, bâtınımız îmân, muhabbet, meveddet, aşk, Hakk korkusu ile süslenecek. Bir kimsenin kalbinde Allah korkusu yoksa, o kimse insan sûretinde hayvandır. Gene kalbinde Allah sevgisi yoksa, o kimse de nâkıs kişidir. Kalbi, aşkullah muhabetullah ile memlû olanların elleri ve a'zâları hepsi nûr neşreder. Mâdem ki kalbde îmân vardır. Yani bir küpün içerisine bal koysak, o küp çatlasa içerden bal sızdığı gibi, bir kalbde ki îmân vardır, muhabbet vardır, meveddet vardır, Hakk korkusu vardır, Allah aşkı vardır, Resûlullah'a aşk u muhabbet vardır, onun elinden, ayağından, dilinden, şerîata muhâlif hareket zuhûr etmez.
Gösteriyoruz. Biz söylüyoruz. Allah şâhiddir. Yarın yevm-i kıyâmette Allah seni ve beni karşı karşıya getirecektir, bana tebliğ ettiğimi soracak sana da tebliğ olundun mu diyecek, sen de cevap vereceksin. Yalnız, biz nâkısız, size Hakk'ın azâbını, Hakk'ın celâlini, Hakk'ın cemâlini, Hakk'ın lutuflarını, hakkıyla anlatamıyoruz. Anlattıklarımız deryâdan bir katre bile değildir, şemsden bir zerre değildir. Eğer hakkıyla anlatabilseydik, eriyecektiniz, eriyecektiniz. Hani bir veliyullah geçiyordu, vâiz efendi cemâata benim anlattıklarımı anlatıyordu. "Allah dört şeyi sormadan bir kimseyi bir tarafdan bir tarafa bırakmaz" diyordu. O veliyyullah durdu ve vâize hitâb etti. "Ey vâiz efendi! Allah'ın soracağı bu sorular muhakkaktır, böyledir. Böyle olmasa da Allah kula şu soruyu sorsa, 'Ey kulum! Ben seninleydim sen kimleydin?' dese, kul ne cevap verecek?" deyince vâiz düşdü ve Allah'a rûhunu teslîm etti yani bu söz ona o kadar tesîr etti. Bir daha söylüyoruz. Cenâb-ı Hakk, "Parayı nerden kazandın nereye sarf ettin?, "Gençliğini nerde yıprattın?", "Ömrünü nerde kocalttın?", "İşittiğin ilimle ne amel ettin?" diye soracak. Kime? Herkese soracak. Enbiyâya teblîğ ettiğini, teblîğ olunan ümmete de teblîğ olunduğunu soracakdır. O velî diyor ki, Allah bu soruları sormasa da, şu soruyu sorsa, dese ki, "Ey kulum! Ben seninle berâberdim, sen kiminleydin?". "وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ ve nahnü akrebü min hablil verîd". Bir daha. Esteîzübillah. "وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ ve nahnü akrebü min hablil verîd". "Ey kullarım! Ben size sizden yakınım" diyor Allah. Sen kiminlensin? Allah seninle berâber sen kiminlensin? Düşündün mü bunu?
Gene Hakk diyen kişi erirdi. Bir âlim geçiyordu, bir demirci demir dövüyormuş, örs üzerinde, müezzin de ezân okuyormuş. Ezân esnâsında demirci, örsün üzerine çekicini koymuş ve minâreye ve müezzine şöyle hitâb etmiş, o âlim ordan geçerken... Bütün mü'minler velîdir. Velî demek, dost demek, Allah'ın dostu demek. Velîler iki kısımdır. Velâyet-i âmme vardır, velâyet-i hâssa vardır. Her mü'min, "Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah" dedi mi, lisân ile ikrâr kalbiyle tasdîk etti mi, bu adam velîdir. İsmi velîler defterine kaydolunur. Bir de velâyet-i hâssa var. Allahu Teâlâ, velâyet-i hâssa sâhibi olan büyük velîlere, kerâmât-ı kevniyye, kerâmât-ı ilmiyye, kerâmet-i vücûdiyye ihsân eder. Şimdi, burdaki zât, yani o demirci, velâyet-i hâssadanmış herhalde. O âlim ordan geçerken, müezzine şöyle hitâb etmiş, "Ey müezzin efendi! Kelâmın hak ama niyetin bâtıl" demiş. Bunun ma'nâsı şu. Yani müezzin efendiye aylık vermeseler ezân okumayacak. O ma'nâya söylüyor. Yani maaşla ezân okuyor, onu demek istiyormuş Hazret. Öyle deyince o âlim, anlayamamış bunun inceliğini. Bazen öyle oluyor. İnsan ne kadar âlim olsa da kavrayamıyor. Allah bildirmeyince kul bilemez. Âlim de olsa bilemez, anlayamaz. Göz sâhibi olsa, baksa, göremez. Kulak sâhibi olsa, işitse, dinleyemez. Kalb sâhibi olsa, anlayamaz. Aklı olsa, düşünemez. Hep Hakk'ın elindedir yani Allahu Zü'l-Celâl Hazretlerinin yed-i kudretindedir, kudret elindedir. Demiş, "Sözün hak ama niyetin bâtıl" demiş. Yani ma'nâsı şu. "Sana müezzinlikten maaş vermeseler, sen bu ezânı okumazsın". Sözün hak ama niyetin bâtıl. Maaş için yapıyorsun bu işi demek istiyor ama o âlim kavrayamadı, "Nasıl söz o?" dedi. "Ezân okuyan bir müslümana nasıl böyle hitâb ediyorsun?". Dedi, "Efendi, her sözün bir şâhidi vardır. Şâhidsiz söz, şâhidsiz da'vâ kabûl olunmaz. Tanıksız da'vâ kabûl olunmaz. İsbât edelim". Çıktı örsün üzerine, "Allahuekber" dedi, örs eridi, örs eridi. Dedi, "Bu da olmadı" dedi. Neden? "Eğer hakkıyla Allahuekber deseydik, bizim de erimemiz lâzım gelirdi" dedi. Öyle deyince âlim şaşırdı ve şu âyeti okudu demircibaşı, esteîzübillah, "لَوْ اَنْزَلْنَا هٰذَا الْقُرْاٰنَ عَلٰى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ خَاشِعًا مُتَصَدِّعًا مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِۜ وَتِلْكَ الْاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ lev enzelnâ hâze'l-kur'âne 'âlâ cebelin le raeytehû hâşi'ân mütesaddi'an min haşyetillah ve tilke'l-emsâlü nadribühâ li'n-nâsi le'alleküm yetefekkerûn".
Nerden okudum biliyor musun? Sûre-i Haşr'dan. Ezberle! Kafanı boşuna yorma, dünyâ metâı için. Hep dünyâya çalışma, öleceksin. Allah'ı ve ölümü hatırından çıkarma! İster genç, ister pâdişâh, ister paşa, ister kıral, ister hacı, ister hoca, kim ölüm düşüncesini başından çıkarırsa o adam, dalâlete sevk olunur. İki şeyi unutma, Allah'ı ve ölümü. İki şeyi unut, gördüğün fenâlığı unut, yaptığın hayrı unut. Hatırlama onları. Birisinden zulüm gördün mü, unut onu sen, affet onu ki Allah seni affeyleye. Seni mahrûm edeni sen mahrûm etme. Birde yapmış olduğun hayrı unut. Kıldığın namazı hesâba koyma, kaleme vurma. "Bu kadar namaz kıldım, bu kadar oruç tuttum, bilmem ne". Allah kabûl etti etti, etmedi etmedi. Okuduğum âyetde Allah diyor ki, Celle Celâluhû Hazretleri, "Eğer biz Kur`ân'ı dağlara inzâl etseydik, indirseydik, sen onu görürdün ki, Allah korkusuyla dağlar paramparça olurdu". Netekim de Hazret-i Mûsâ aleyhisselâma tecelliyâtda dağlar eriyiverdi. Vaktâ ki Mûsâ Tûr'a gitdi, "وَلَمَّا جَاءَ مُوسَىٰ لِمِيقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُ قَالَ رَبِّ أَرِنِي أَنْظُرْ إِلَيْكَ ۚ قَالَ لَنْ تَرَانِي velemmâ câe mûsâ li mîkâtinâ ve kellemhû rabbuh kâle rabbi erinî ünzur ileyk, kâle len terânî". Kur`ân'da Cenâb-ı Hakk'ın zâtından. Kelâm-ı Kadîm, mahlûk değil ki. Eridi. Onun için ekseriyâ câmiler çok çabuk eskir. Rus kıralı demiş ki, Şeyh Şâmil Hazretleri, Rusya'ya esîr düştüğü vakit. Yirmi üç sene harb etti Ruslarla. Dağıstan kahramanı Şeyh Şâmil. Fakat müslümanlar, hıristiyanlardan yani Ruslardan dayak yemedi, müslümanların ihânetinden mağlûb oldu, müslümanlar ihânet ettiler. Bunu söylemeden geçemeyeceğim. Çünkü dâimâ bizim kalelerimiz içerden feth olunmuşdur, dışardan değil. Bize düşman tesir edemez. Mâdem ki bizim gönlümüzde lâilâheillallah vardır, düşman içeri giremez. Ancak münâfıklar yapar bu işi. Geçiyoruz, bu kadar. Fakat kahramanlığı, dürüstlüğü, yaptığı muamelesinden dolayı Çar kendisine büyük iltifat göstermiş, birgün kendisine demiş ki, "Ekseriyâ yıldırımlar câmilere düşüyor, kiliselere düşmüyor" demiş. "Bunun sebebi nedir?" diye sormuş. O vakit demiş ki, "Korkmazsan şimdi gösterelim" demiş, başlamış Kur`ân-ı Kerîm okumaya, başlamış kilise sallanmaya, yâhud saray. Demiş ki, "Kur`ân'ın şiddeti vardır. Onun tesiriyle bu iş olur" demiş. Deyince Çar korkmuş, diz üstüne çökmüş. Ehli okursa Kur`ân'ı, Hakk katına iletirse o işi, işin rengi başka türlü olur. Sen okursun ben okurum, herkesin okuduğu birdir ama elfazda birdir, ma'nâda bir değildir o. Kıymette bir değildir, ma'nâda bir değildir. Acaba anlatabildik mi? Sen bir orduya dur desen ordu durmaz, fakat ordu kumandanı dur derse, ordu durur. Meselâ bir tabur. Neden? Rütbeli olmak lâzım. Allah'a sözünü geçirmek için rütbeli olmalı insan. Yani Hakk katında rütbeli olmalı. Geçiyoruz. Mü'minin zâhiri şerîatla...Okumuş olduğum âyet-i kerîmede, Allah, "يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ yü'minûne bil gaybi ve yukîmûne's-salah" diyor, şimdi onu söyleyeceğiz. Evvelâ îmân. Îmânsız yapılan ibâdetlerin kıymeti olmaz. İş îmâna bağlıdır. Ama îmânsız bir adam hayırda bulunursa, dâimâ hayırda bulunursa, Allah ona îmânı ihsân edebilir. Ona îmânı ihsân etmezse, oğluna ihsân eder, tohumundan islâm getirir. Acaba anlatabildim mi? Kötü bir müslüman da kötülüklerle, Allah'ın nehiylerine el uzatmakla, en nihâyetinde îmânını kaybedebilir. Îmânlı dahi olsa, îmânını kaybedebilir. Îmânın hfız ve muhâfazası ibâdet ve tâatladır. Bunun da başında ilk ibâdet, namaz gelir. Namaza hiç bir mahzur yoktur. Hastayım, ihtiyarım, idrarımı tutamıyorum, yelimi tutamıyorum, filan, hiç bir mahzur yoktur. Yarın yevm-i kıyâmette de Allahu Zü'l-Celâl ve Tekaddes Hazretleri, her mü'mini evvelâ hesâba namazdan çekecektir. Onun için mü'minlere lâyık olan, evveliemirde zâhirinde ibâdet ve tâatla, bâtınında muhabbetle ve îmân ile olmaktır. Kalbe muhabbet ve îmân girdi mi, ittikâ girdi mi, Hakk korkusu, Allah korkusu, onun bütün a'zâsından mutlakâ Cenâb-ı Hakk'a teslîmiyyet lâzım gelir. Îmân tam oturduysa, îmânın nûru. Bizim mezhebimize göre îmân çoğalıp azalmaz, îmânın nûru çoğalır ve azalır. Bizim itikad mezhebimize göre. Binâenalâzâlik, mü'mine lâyık olan, evvelâ iç âlemini, kalbini temizlemektir, bâtının tathîr etmektir ve îmân nûrunu oraya koymaktır. Îmân nûru oraya girince, elinden hayırdan başka bir şey gelmez. Hattâ îmânı yakîne gelenler, Allah'ın öyle bir mahbûbu yani sevgilisi olurlar ki, o kul, kötülüğe gitmek istese, Allah ona mâni olur, müsâade etmez. Buna tevfîk-i rabbânî derler. Allah hangi kulunu severse, ona kötülük yaptırmaz Allah, kötülüğüne mâni olur. O niyet edebilir, kötülük yapmak için, o kötülüğü yapmaya giderken, önüne mâni çıkar. Hattâ mâni çıkmaz, mevâni çıkar yani mâniler çıkar. Allah'a kendini sevdirirse. Sevdirmezse, bırakmıştır. "if'alû mâ şi'tüm", "istediğini yap" der. Serbesttir ama hesâbı var.
Mü'mine lâyık olan, evveliemirde salâtına dâim olmasıdır. Bak Allah, "يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ yü'minûne bil gaybi" diyor, "gayba îmân ederler" diyor. Gayb nedir? Cehennemi görmedin ama misâli burda var. Hükûmetin kânunlarını dinlemeyenleri ne yapıyorlar, götürüp hapsediyorlar. Âhiret âleminde Allah hükûmetinin hapishânesi cehennemdir. Âhirette Allah hükûmetinin hapishânesi cehennemdir. Âhiret âleminde Allah hükûmetinin serbestiyeti, rahatlığı, saâdeti cennettir. Burda da öyle. Hü^kumetin kânunlarını dinlemeyenleri götürürler, bir yere hapsederler. Dinleyenleri, itâat edenleri, onlar, serbest, rahat, ticâretleriyle meşgûl olurlar, çalışırlar, ederler, kendi alın teriyle kazanırlar, gülerek eğlenerek kazandıklarını helâlıyla yerler. Ben helaldan bahsediyorum. Öyle içkiyle fışkıyla meşgûl olan adam, "Muhammedîyim" nasıl diyebilir? Allah'ın nazargâhı olan kalbinin yanını meyhâneye çeviren, içkiyle dolduran, Allah'ın sevmediği sıfatlara giren, aklını zâyi edip de konuştuğu söz ile Hakk'ı kıran, Peygamber'e buğz eden, anasına babasına âsî olan, evlâd u ayâlini kıran, ahbâb u yârânını gücendiren kimse, nasıl "Muhammedîyim" diyebilir, "Ben Resûlullah'ın ümmetiyim" diyebilir. Biraz ağır konuşuyorum. Ama dikkat ve insâf et yani bana hak ver. Bak, mir'ât-ı Hakk olan kalb, îmânın makarrı, îmânın karar kıldığı yer, merkezi, bunun yanı midedir. Burayı içkiyle nasıl doldurabilirsin? İçki düştüğü vakit akıl zâyi olur, akıl zâyi olduğu vakit, ne söylediğini bilmezsin. Akıl nerde, îmân ordadır. Hayâ nerde, îmân ordadır. Sarhoş adam, hayâsız olur. Hayâsını kaldırır atar. Çünkü aklı yok, ne yaptığını bilmiyor. Allah'ı kırar. Hattâ bir sarhoşa de ki, içmeden evvel, "gel buraya, sana şu kadar para vereceğim, gel kâfir ol" de, "Ne yapıyorsun" der, belki seni dövmeye, vurmaya kalkar. İçki içtiği vakit bedâva kâfir olur, haberi bile olmaz. Ağzından bir söz çıkar, Allah'ı gücendirir, Peygamber'i darıltır. Şimdi, buna sen nasıl elini sürebilirisin? Soruyorum sana. Ey ibâdallah! Darılmayın, gücenmeyin. Belki böyle kötü işlere mübtelâ olan arkadaşlarımız vardır. Allah'ın affetmeyeceği günah yoktur. Hemen Allah'a dön ama! Allah'a rücû eyle. Allah'a rücû etmeyince olmaz. Koymayacaksın ağzına. "Efendim, işte bırakmak istiyorum ama yapamıyorum" dersen, ben sana öğreteyim usûllerini. Nasıl terkedeceksin? Evvelâ Allah'dan isteyeceksin terk ettirilmeyi. Allah senin kalbine onu istikrah ettirsin. Evvelâ Allah'a. Sonra içki arkadaşlarını terkedeceksin. O vakit içkiyi terk edersin. Kumarı terkedeceksen, evvelâ kumar arkadaşlarını terk edeceksin. Sâlihler içine gel. Allah'tan korkanların içinde bulun. "يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَكُونُواْ مَعَ الصَّادِقِينَ yâ eyyüllezîne âmenû'ttakullahe ve kûnû me'a's-sâdıkîn". Ey mü'minler! Allah'tan korkunuz, sâdıklarla, dürüstlerle olunuz diyor Allahu Subhânehû ve Teâlâ. Ne işin var senin ötekilerin içerisinde? Bu tarafa geç. Çünkü sen ne kadar mücâdele yapsan dahi, arkadaşını kıramazsın, belki seni gene kötülüğe götürebilir. Evvelâ onları terkedeceksin.
Evvelâ namaz! Salât. Şimdi salâtın bir kaç hadîsini söyleyeceğim, vakit dar olduğu için kesiyorum. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem haber verdi, "Es-salât imâdü'd-dîn. Ve men ekâmehâ fekad ekâme'd-dîn ve men terekehâ fekad hedeme'd-dîn". Sadaka Resûlullah. Namaz, bu dînin direğidir. Kim namazını kıldı, dînini yaptı, dîn binâsını yaptı. Bir daha söylüyorum. Namaz kılmak demek, yalnız başını secdeye koymak ma'nâsına değildir. Namaz, ef'âl-i ma'lûma, erkân-ı mahsûsadır, namaz kıldığın vakit, Hakk'ın menhiyyâtından kaçınacaksın. O vakit namaz seni Allah'a götürür. Namaz kılıp, yüz bin tâne fenâlık düşün, halkın rızkına elini uzat, iffet ırzına bak, olmaz. O vakit Allah'tan uzaklaşırsın. O bir binektir ki, iyi kullanılırsa seni Allah'a götürür. O bir binektir ki, seni Hakk'tan ayırıp uzağa da götürebilir. Namaz! Namazı namaz diye kıl. Çünkü "إِنَّ الصَّلَاةَ تَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ inne's-salâte tenhâ ani'l-fahşâi ve'l-münker", sizi münkerâtdan, fuhşiyyatdan men eden namazdır diyor Cenâb-ı Allah Kur`ân-ı Kerîminde. "Es-salâtü imâdü'd-dîn", namaz dînin direğidir. Dîn binâsının direğidir yani temelidir. Ve men ekâmehâ, her kim ki namazı kıldı, fekad ekâme'd-dîn, dînîni ikâme etti yani dînini yaptı. Ve men terekehâ, kim ki terk etti, fekad hedeme'd'dîn, dînini yıktı. Dinle. Darılmak, gücenmek yok. Kardeşlerim, evladlarım! Allah için, Allah nâmına, Resûlullah için, Resûlullah nâmına, İslâm nâmına, sizi ibâdet ve tâata çağırıyorum, hakka çağırıyorum, Allah'a çağırıyorum, cennete çağırıyorum, cemâlullaha çağırıyorum, rızâya rıdvâna çağırıyorum. Bak dinle! Eğer Resûlullah'a muhabbetin varsa, "Es-salât kurratü aynî", namaz benim gözümün nûrudur diyor Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem. Peygamber'e âşık olan, Resûlullah'ı seven, O'nun Ehl-i Beytine bağlanan, O'nun ashâbına hürmeti olan, O'nun evliyâsına, ulemâsına hürmeti olan, Dîn-i İslâm'a hürmeti olan, Allah dînine hürmeti olan, namazı, Peygamber'in gözünün nûrunu terk etmez. "Efendim bazen kılamıyorum" dersen, kazâ edersin. Ey Gençler! Ey ufaklar! Efendiler! Erkeklere on iki yaşında farz, kızlara dokuz yaşında farzdır. Ve elinin altında bulunan evlâd u ayâlini döverek, söverek değil, iltifâten, tatlı sözlerle Allah yoluna davet edeceksin ve namaza alıştıracaksın. Yapmazsan mesûlsün. Yarın yevm-i kıyâmette en sevgili evlâdın senin yakana sarılacak, "Yâ Rabbi, babam beni âlem-i ulvîden, ulvî bir âlemden aldı, süflî âleme getirmeye sebeb oldu, fakat süflî âlemde beni terk eyledi, bana ne namazı, ne Allah'ı bildirdi, ne namazı talîm etti, ne Peygamber'i sevdirdi. Şimdi bana azâbı ver, ben onu hak ettim, biliyorum, kulluğumu düşünmedim, abdiyyetimi tefekkür edemedim. Fakat bu azâbın iki mislini de babama ver. Çünkü bana Allah yolunu göstermedi". Babalar! Böyle olmasını istemiyorsanız, evladlarınıza Allah yolunu gösteriniz. Bu yolda felah var. Allah yolunda felah var. Allah yolunda saâdet var. Allah yolunda selâmet var. Allah yolunda necât var. Ondan gayrı yollar sarptır, korkunçtur, helâka götürür, ebedî helâka götürür, Allah muhâfaza buyursun. Yâ Rabbi, bizi Muhammedî getirdiğin gibi, Resûlullah'ın ümmeti olarak ve îmân tâcını başımızdan almayarak, sırtımızadan şerîat libâsını yırtmayarak bizi Dîn-i İslâm'da yaşat, mü'min olarak öldür, sâlihlere ilhâk et yâ Rabbi. Aynı âyet üzerinde duracağım biraz daha ama vakit geç olduğu için size kâfî bu kadar. Ve tekrar ediyorum, arkadaşını seviyorsan eğer, kolundan tut câmiye getir. Buraya gelmek mevzûbahis değil. Yalnız bizim câmiye mevzûbahis değil. Arkadaşlarınızı mescide alıştırınız. Seviyorsan eğer. Sevmiyorsan, berâber fuhşiyyata git. Yarın mahşer gününde yaka yakaya sarılırsın, birbirinizden davâcı olursunuz. Allah'ı sevenler, arkadaşlarını sevenler! Onları câmilere getiriniz, Allah yoluna davet ediniz. Tatlı sözlerle. "Hadi bu sefer bize gidelim canım, hadi bizim câmiye gidelim, cumayı berâber kılalım, cumadan sonra sana bir yemek ısmarlarım, berâber yemek yeriz". Bak, ne lezzet duyacaksın, ne safâya ereceksin. Arkadaşlarınızı câmiye davet ediniz, hayra davet ediniz. Bunun da müjdesini vereyim size. Böyle bir zât getirirseniz eğer, onun almış olduğu sevap ne kadarsa, Allah size de ayrıyeten aynı dereceyi verecektir. Ama kötüye götürürseniz, onun aldığı belânın ne kadar günahı varsa, aynını Allah senin üzerine de yükleyecektir. Aklı başında olanlara hitâb ettim. İnsâfı olanlara söyledim. Îmânı olanlara hitâb eyledim. Kardeşlerim! Gün gurûba erişti. Bir gün gelir Allah diyemezsin, müsâade etmezler, çenen kitlenir, dilin tutulur. Bir gün secde etmeye kalksan, belin bükülmez, secde edemezsin. O günler gelmeden evvel Allah'a secde et. Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin müstakîm.