Es-salâtü 'imâdü'd-dîn, ve men ekâmehâ ekâme'd-dîn, ve men terekehâ fekad hedeme'd-dîn.
Sadaka Resûlullahi Rabbi'l-Âlemîn.
Kalbleri nûr-ı Kur`ân ve nûr-ı îmân ile ve resûller resûlü olan Muhammed Mustafâ'ya îmân ile tezyîn olan, yüzleri yerlerin ve göklerin, bilinen ve bilinmeyen âlemlerin rabbine secde etmekle süslenen, dilleri Allah'ın esmâsını anan, gönülleri Allah ve Resûlünü seven, kıyâmet gününe inanan, Hakk'ın cennetine tâlib, rızâsına râgıb, cemâline âşık olanlar! Rızâ-yı Rahmân'ı arayanlar! Resûlullah'ın sevgili ümmetleri! Allah'ın sevgili kulları! Allah'ın kendi ismiyle isimlendirdiği kişiler!
Allah kendi ismiyle sizleri ve bizleri isimlendirdi. Allah'ın bir ismi mü'mindir, bize de aynı esmâyı verdi, ismini verdi bize, bize mü'min dedi Allah. Kendi ismini verdi. Elhamdülillah. Allah bizim başımızdan bu îmân tâcını, sırtımızdan libâs-ı şerîatı çıkartmasın. Bizi dînsizlikle, densizlikle terbiye etmesin. Bizi dâimâ kendi kulluğunda şereflendirsin. Bizi sevgili Muhammed'inden ayırmasın.
Gece gündüz, zâhiren ve bâtınan, akşam sabah, Allah'dan bunu isteyiniz. En büyük nimet-i uzmâ, Hazret-i Peygamber'e ümmet olmakdır. Yaaa! Resûlullah'a ümmet olmakdır. Bundan büyük bir fazîlet, bundan büyük bir nimet olamaz. Tabii biz bu nimetin kıymetini bilmiyoruz. Bilemiyoruz, bilmiyoruz, baş gözümüz görüyor, kalb gözümüz görmüyor bu nimeti. Nimet-i uzmâ, bu.
Bütün cihân senin olsa...
Şöyle kısa bir manâ verelim sonra geçelim okuduğumuz âyetin manâsına.
Bütün cihân senin olsa, bir gün senin elinden bu çıkacak. Bunu hiç kimse inkâr edemez. Allah'ı inkâr edenler, bunu inkâr edemezler. On sekiz tâne diploman, yüz seksen tâne icâzetnâmen elinde olsa, bunun da sana hiç bir faydası olmayacakdır. Kısa bir yol için, iki kıta arasındaki köprüden geçinceye kadar bu sana lâzımdır. Birisi âhiret kıtası, birisi dünyâ kıtası. Dünyâ kıtası köprü gibidir. Diplomalar, icâzetnâmeler, kabrin hâricindedir, altına hiç bir faydası yokdur.
Sakın hâ, bunları olma, okuma demedik! Sözümü ters anlama sakın. Bu fânî hayâtı da o kadar güzel bir süsle ki, îmân ile, Kur`ân ile, alın açıklığıyla, nâmûsun ile, şerefin ile, şânın ile öyle süsle ki, sen öldüğün vakitde halk sana ağlasın. Ölüm sana gülerek gelsin ama halk senin arkandan ağlasınlar. Halka yalancı şâhidlik yapdırma musallâ taşında. İmâm, yevmiyeyi çıkaracağım diye süsler ölüyü, ölünün kıymetini artırır filan. Mangırı fazla alsın diye. Çünkü keçi can kaygusundadır, kasap et kaygusunda.
Halbuki tabutun içindeki meyyit, kıvrım kıvrım kıvranır, inim inim inler. Kürsüye çıkan bir vâiz gibidir. Seslenir, bağırır, çağırır, ağlar. "Ey namazına gelenler!". Namaz gelip de ayakda duranlara değil. Onlara da seslenir ama onlar hiç duymazlar. Namazlılar da duymuyorlar. Eğer namazlılar duysaydı, hiç bir daha gülmezlerdi, hiç namazdan ayrılmazlardı. "Ey namazına gelenler! Beni âhiret yolculuğuna çıkarmak için teşyi edenler! Beni görün, benden ibret alın! Ben sizlere ibret oldum, benden ibret almazsanız, siz başkalarına ibret olursunuz" der. Meyyit kürsüde vaaz eder, musallâ üzerinde. Anlayana! Doktor seslenir, doktorsa eğer, "Derdlere devâ bulurken, kendi derdime devâ bulamadım". Hiç kimseye bâkî kalmaz velhâsıl. Ne Süleyman'a kalmış, kuşlarla konuşan, cinnilere, rüzgara emreden, ne Süleyman'a kalmış, Kânûnî Sultan Süleyman manâsına konuşmadım, Süleyman Nebî'den bahsetdim, ne İskender-i Kebîr'e kalmış, ne Şeddâd'a kalmış, ne Hitler'e kalmış.
Mü'min! Allah bizi ismiyle isimlendirdi.
Dikkat et konuşduğum sözlere! Hiç boş söz söylemiyoruz, elhamdülillah. Hevâ konuşmadık.
Allah bir kimseye, maddî manevî, iyi dinle!, maddî ve manevî bir nimet verdiği vakitde, o kimse o nimete karşı küfrân-ı nimet ederse, Allah o nimeti onun elinden alır. Yâhud daha çoğaltır, maddîyse eğer, azâbı çoğalsın diye. Bir âyet var, "Eğer mü'min kullarımın, îmânı sarsılmayacak olsaydı, kâfirlerin evlerini dünyâdayken gümüşden yapdıracakdım" diyor Cenâb-ı Allah. "Tavanlarını, merdivenlerini gümüşden yapdıracakdım" diyor. "Ama mü'min kullarımın îmânları sarsılacak diye yapmadım bunu" diyor. Niye? Kâfire verdiği nimetin cezâsını görecekdir kâfir. Verdikçe nimeti azâbı çoğalır. Mü'mine verdiği nimetin kadr u kıymetini mü'min bilmezse, Allah elinden alır.
En büyük nimet nedir? Soruyorum evvelâ. Îmâna gireceğiz çünkü, dersimiz öyle. En büyük nimet îmândır, inanmadır. Hangi inanma? Îmân, hangi îmân? Habîb-i Hudâ, Şefî-i Rûz-i Cezâ, Şems-i Hakîkat-i Muhammediyye, bidâyet-i âlem, Allah'ın sevgilisi Muhammed Mustafâ, O'nun inanmaya dâir getirmiş olduğu maddeleri, lisân ile ikrâr kalb ile tasdîk. Îmân bu. Hiç şek ve şübhe götürmez. Âdem Nebî'nin neyse îmândaki durumu, senin de îmândaki durumun bu olması lâzım gelir. Yalnız nûru çoğalır, azalır. Biz sünnî olmak münâsebetiyle, îmânımızın nûru çoğalır ve azalır.
Îmân, en büyük nimet îmân. Îmânın başı Allah'a inanmak, dürüst bir îmân ile, dürüst bir inanç ile Hakk'ı bilmek, Hakk'ı bulmak, Hakk'ın kudretini bu âlemde seyretmek. Ayne'l-yakîn görmek, hakka'l-yakîn görmek, ilme'l-yakîn bilmek. Vazifelerimiz bunlar bizim.
İşte onun için Cenâb-ı Allah okuduğum âyetde, "innellezîne âmenû, şu kudsî kimseler ki, bunlar îmân etdiler" buyuruyor. Yalnız Resûl-i Ekrem'i işidip de Resûl-i Ekrem'e îmân etmeyen, yâhud Hazret-i Âdem'den Hazret-i Peygamber dâhil olmak üzere enbiyâdan birine inanmayan, ya onlar hakkında kötü düşünen, onlar îmân etmiş olmazlar. Çünkü Dîn-i İslâm'da "lâ nüferrıku beyne ehadin min rusulih", cümle enbiyâya îmân şartdır. Fakat peygamberler, birbirlerinden yüksekdir. En yüce peygamber de Hazret-i Muhammed'dir. Nûru evvel, ba'sı sonradır. Allah nûrunu evvel yaratmış, son olarak göndermiş. Tesbîhin ikmâli gibidir, elindeki tesbîhin.
Biz kutlu kişileriz. Kasem ederim ki, kitâblarda gördüğüm gibi söylüyorum, Mûsâ Kelîmullah, Îsâ Rûhullah, İbrâhim Halîlullah, o dahi, Resûl-i Ekrem'in Hakk tarafından medh ü senâsını ve tazîmini işidince, "Keşke ben de Muhammed Mustafâ'nın ümmetinden olsaydım" diyor İbrâhim Halîlullah. Onun için Cenâb-ı Hakk ne yapıyor, bize farz etdiği beş vakit namazda, salâtın içerisinde Hazret-i İbrâhim'in ismini ne yapıyoruz, anıyoruz. O'nun ism-i mübârekini. "Kemâ salleyte alâ İbrâhim ve alâ âli İbrâhim, inneke hamîdün mecîd". Bu kadar kutlu insanlarız. Bu nimetin kıymetini bilmediğimiz takdirde Allah bizim elimizden bu nimeti alır. Onun için Resûlullah bir üsvetü'l-hasenedir, bir önderdir, Allah'ın en büyük nimetidir, hüviyyet-i rabbânîdir, mir`ât-ı Hakk'dır Muhammed Mustafâ. O'nun makâmı bûsegâh-ı enbiyâdır, mutâf-ı melâikedir. Melekler Resûlullah'ın türbesini tavâf ederler. Enbiyâ O'nun makâmını öper, ayağının bulunduğu yeri. Resûl-i Ekrem'in, sallallahu aleyhi vesellem. Senin peygamberin, benim peygamberim. Allah'ın sevgilisi. Elhamdülillah sümme elhamdülillah sümme elhamdülillah.
Mü'min kardeşlerim! Îmân, bu etmiş olduğumuz îmân, bir muma benzer. Açık havada yanan muma benzer îmân. Etrâfına a'mâl-i sâlihadan bir fener çevirmek lâzım gelir. İslâm beş şey üzerine binâ kılınmışdır. Hepiniz bilirsiniz bunu. Bilmeyenler öğrensinler. Savm u salât, hacc u zekât. Allah'ın emirleri bir fener gibidir îmâna. Namaz, îmân mumunun etrâfında bir çerçeve, oruç bir çerçeve, hac bir çerçeve, zekât bir çerçevedir. Etrâfını çevirdin mi, rüzgara karşı o çerçeve tutar, söndürmez. Ama ibâdetsiz îmân, etrafdan esen rüzgarlarla sönmek ihtimâli, Allah muhâfaza buyursun, vardır. Allah'a kasem ederim ki, bir adam îmânsız ölürse, bu cihân kadar altun dağıtsalar, mümkün olsa, ona hiç bir fâidesi yokdur. Bitdi işi. Bir daha gelmek? Ne münâsebeti var.
Hattâ kıyâmet gününde amel edenlerle etmeyenler, her iki taraf da ağlayacaklar. Onu da haber vereyim sana. Edenler, "Keşke daha fazla yapsaydık", "Niye namazı kıldım da tesbîh etmeden câmiden dışarı çıkdım", "Niye filanca gün İkindi namazını geçe bırakdım", ya "Yatsıyı kazâya bırakdım, yogundum". Âh edecekler böyle. Kılmayanlar da, yapmayanlar da, "Keşke biz de bunlar kadar yapsaydık" diyecekler. İki taraf da pişmân olacak. Verilen ecir, verilen derecât, bunlar herkesin ameline göre cennetin derecâtıdır.
Bir de âşıklar vardır ki, Allah'ı sevenler, Allah'ın sevdikleri, onlar Hakk'ı isterler, Hakk da onları ister. Onlar zât cennetine gireceklerdir. Kimisi efâl cennetine, kimi cennet-i sıfata, kimi cennet-i zâta dâhil olacaklardır. Onlar âşıklardır. Aşk-ı ilâhî ile kalbleri yanan, dîdeleri giryân, ciğerleri büryân olan âşıkândır. Onlar tâ-be-seher uyumazlar, Allah Allah diye ağlarlar. Allah'a ilticâ ederler. Allah'sız yaşayamaz onlar. Allah demeden duramazlar. Allah'ı zikretmek, Allah'a ibâdet edenler için, aldıkları hava, içdikleri su, yedikleri ekmek gibidir. Nasıl ki bir adam su içmeden, hava almadan, ekmek yemeden yaşayamadığı gibi onlar da Allah'a ibâdetsiz yaşayamazlar. Allah demeden duramazlar.
"إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ innellezîne âmenû ve amilü's-sâlihâti". Demek ki a'mâl-i sâliha, îmânın çerçevesidir. Çerçeveyi de kırmak ihtimâli var. Nedir o? Ahlâkı kabîh olan kimsenin çerçevesi kırılır, yapdığı a'mâl-i sâliha gürültüye gider. Onun da etrâfına tel çevirmek lâzımdır ki bu da ahlâk-ı hamîdedir ki en ehemm-i mühimmdir, ikisi birbirinden ayrılmaz.
Şimdi, gelelim bakalım. Evvlelâ bunu gençlere söyleyeceğim.
Huzûr-ı Saâdet'e yani Peygamber'in huzûruna bir a'râbî geldi. Allah o a'râbîden râzı olsun. Ashâb-ı bâ-safâ oturmuşlar.
Hele ashâb-ı soffe vardı, bu ashâb-ı soffe, bir lokma ekmek, bir yudum su ile Resûl-i Ekrem'in kapısı önünde dururlar, otururlar, Allah'ın Resûl-i Ekrem'e bildirdiklerini ondan öğrenirlerdi. İlk üniversite, islâmın üniversitesi. Ashâb-ı Soffe. Aç bî-ilâç. Hattâ onlardan birine demişler ki, ismini vermeyeyim de, bilenler bilir, "Çok hadîs rivâyet etdin" demişler de, tecâvüz gibi görmüş kendisine, "Siz" demiş, "dünyâ metâını kazanırken, para kazanırken, biz Resûlullah'ın kapısında bir lokma ekmeğe kanâat eder, bir yudum suya kanâat eder otururduk. Resûlullah'dan dinlediklerimizi size bildirdik" demiş. "Onun için biz biliyoruz, siz fazla beklemediniz bizim gibi Peygamber'in kapısını". Ashâb-ı Soffe bunlar, Sofa Ashâbı. Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn. Hepsi birer aslan. Hepsi birer aslan. Hepsi birer Allah'a giden hidâyet yıldızı, hidâyet yolu. Allah'ın sevgilileri. Çünkü neden? Muhammed'in ashâbı, sallallahu aleyhi vesellem. Sevgilisinin arkadaşları.
Bir gün demiş ki, haydi bir müjde daha vereyim sizlere, bir gün demiş ki onlara, "Benim kardeşlerime selâm söyleyin" demiş Efendimiz. Demişler ki, "Yâ Resûlallah, biz senin kardeşlerin değil miyiz?" demişler. "Hayır" demiş, "siz benim arkadaşlarımsınız. Kardeşlerim, benden sonra gelecekler. Siz beni gördünüz îmân etdiniz, benim mucizelerimi gördünüz îmân etdiniz, onlar beni görmeden îmân edecekler, onlar beni görmeden beni sevecekler. Onlar benim kardeşlerimdir" demiş Cenâb-ı Peygamber. Bu müjdeyi vermiş, sallallahu aleyhi vesellem.
O a'râbîden Allah râzı olsun. Düşün, bir mescid, mescidin mihrâbında Allah'ın sevgilisi, mescidin içerisi Peygamber'in sevdiği ashâbıyla dolu. O mescidin etrâfında melâike tayarân ediyor. Yani tavaf ediyorlar melekler. O a'râbî demiş ki, "Yâ Resûlallah, bana islâmı tarîf etsenize" demiş. İyi dinle! Yalnız bu tarîf, cemaatimizden gençlere. Daha henüz islâmı öğrenmek isteyenlere hitâb ediyorum. Yaşlılar bundan biraz daha ileri gitmeleri lâzımdır.
Şerîat tarîkat yoldur varana
Hakîkat marifet andan içeru
Bu, gençlerimize hitâb bu şimdi, buradaki hitâb. Resûl-i Ekrem herkese, A'dan Z'ye kadar herkese cevâb verdi. Avâmına, havâssına, havâssü'l-havvâsına. Hattâ "Öyle bir ânım olur ki" diyor, "melâike-i mukarrabîn bile benim sırrıma vâkıf olamaz diyor Peygamberimiz. O ayrı davâ.
Resûl-i Ekrem buyurdu ki, "Allah'ı tevhîd etmendir". Allah'ı birlemek. En büyük günah nedir? Şirk. Allah'a irk koşmak. Allah muhâfaza buyursun. Hiç affı yok. Bir kaç yerinde Kur`ân-ı Mübîn'in Cenâb-ı Hakk, "Dilersem, dilersem! istersem!, şirkden gayrı günahları affederim" diyor. "Dilersem, istersem, şirkden gayrı günahları affederim". Ne günah olursa olsun. Hele tövbe edersen, günahın denizin dalgaları sayısınca, kumları adedince, havanın zerrâtı kadar olsa gene Allah affeder. Gaffârdır, gafûrdur, settârdır, rahmândır, rahîmdir, hannândır, mennândır, deyyândır Cenâb-ı Hakk. "Günaha tövbe eden günahı yapmamış gibidir" diyor Peygamberimiz. Ama bir daha dönmemek üzere pişman olunacak, tövbe edilecek. Bir daha yapmamak üzere ama pişmanlıkla. Cenâb-ı Hakk da gene dilerse yevm-i kıyâmetde, mahkeme-i kübrâda, yevmü'l-hakda, hak gününde yani, "Dilersem şirkden gayrısını affederim diyor". "Dilersem!"
Vallahi şefâat-i kübrâ Peygamber'den zâhir oluncaya dek biraz sıkıntı çekeriz. Size müjdeyi vereyim. Anladığımız böyle. Şefâat-i kübrâ Peygamber'den zâhir oldu mu, çok şefâatçimiz var. Şehîdler şefâat eder, gâzîler şefâat eder, âlimler şefâat eder, zâhidler şefâat ederler. Pek az kimse nâra girer Ümmet-i Muhammed'den. Şartı, Allah'ı tevhîd etmek. Tevhîd nedir? "Lâ ilâhe illallah Muhammedü'r-Resûlullah". Bu, tevhîdin elfâzî kısmıdır. Lafzan söylemek bunu, mü'min olduğunu izhâr etmek için.
Selâm da öyledir. Yolda gelirken mü'minler birbirne selâm verecekler. Şimdi kaçıyor herif selâmdan. Ne anlar selâmdan o! Selâmın ne olduğunu ne bilecek! O selâm, Allah'ın bir esmâsıdır ki, yarın cennetde verilecekdir o selâm esmâsı size ve bize. "سَلَامٌ عَلَيْكُمْ طِبْتُمْ فَادْخُلُوهَا خَالِد۪ينَ selâmün aleyküm tıbtüm fedhulûhâ hâlidîn". Selâm! Manâsı şu dünyâda, selâm vermenin manâsı, "Ben senin dîn kardeşinim, bana her husûsda ilticâ edebilirsin, yardıma ihtiyâcın var mı?" demekdir. Müslümanlar, elfazda tevhîd etdikleri gibi, manâda da birbirlerini sevecekler, birbirlerinin hak ve hukûkuna riâyet ve yardıma hazır olacaklar. O manâya tevhîd. Acaba anlatabildik mi? Yoksa herkes tevhîd ediyor, birbirinin gırtlağını sıkıyor, o tevhîd sayılmaz o. Elfâzen tevhîddir o. Bir daha söylüyorum. Cümle Ümmet-i Muhammed bir, "lâ mevcûde illâ hû". Elfâzen söylüyor, kalbe indirmemiş, mü'min kardeşinin gırtlaığını sıkıyor, haklı haksız, hakkına tecâvüz ediyor. Biraz şübheli o iş. Azıcık. Neyse. "Lâ ilâhe illallah Muhammedü'r-Resûlullah" demek, lisân ile ikrâr, kalb ile tasdîk etmek. Bitdi. "Muhammedü'r-Resûlullah", Resûlullah'ın risâletini tasdîk etmek.
Gelelim biz a'râbîye. Köyü Arab yani. A'râbî demek, köylü, köylü Arab'a a'râbî derler. Peygamberimiz ona böyle talîm buyurdular. Dediler ki, "Ey a'râbî, Allah'ı tevhîd, benim risâletimi tasdîk, cümle enbiyânın risâletini tasdîk". "Kabûl etdim". Sonra? "Beş vakit namaz".
Aman efendim! Bugün namaz üzerinde duracakdık ama bu kadarla geçiyoruz. Beş vakit namaz. Bu namazı ihmâl etmeyiniz. Şimdi yeri geldi söyleyelim. Kıyâmet gününde îmândan sonra, amelden evvelâ namazdan sorulur.
Efendiler! Kulağını benden yana ver! Buradan girip buradan çıkmasın. Mahşer gününde îmândan sonra ilk soru namazdandır. Namaz dürüst gitdiyse öteki hesâblar kolay gider. Namaz dürüst değilse eğer, biraz sıkıntı alır yürür. Kimi dizine kadar, kimi göbeğine kadar, kimi boğazına kadar terlere boğulur. Uzun bir bekleme vardır. Bak burada sen câmide, bu serin yerde beklemeye üşeniyorsun yâhud sıkılıyorsun değil mi? Seni urgansız, zincirsiz bağlayacaklar kabre evvelâ. Sonra mahşerde bekleyeceksin. Olacak bunlar. Oyuncak değil! Esâtir değil! Olacak! Muhbir-i sâdık böyle haber vermiş. Kim o? Sevgilimiz Muhammed Mustafâ. Habîbenâ, kurratü a'yüninâ, gözümüzün nûru, kalbimizin sürûru, Allah'ın sevgilisi, sözünde sâdık olan Peygamberimiz, böyle haber vermiş. Ne yapayım ben. O günler gelmeden buradan hazırlığını yap.
İki türlü ölüm var. Kaç defa söyledik. Birinde Resûl-i Ekrem'i görmek var, "Gel benden yana" diyor. Bir tânesinde ejderhâ bekliyor. Hangisini istiyorsun? Bu olacak, başına gelecek. Ejderhâ bekliyor, ejderhâ! Geçen hafta anlatdım size hükümdarın başına geleni. Birisi, Resûl-i Ekrem'i göreceksin, aşkın varsa eğer, "Gel benden yana diyecek" seni bağrına basacak. Bâb-ı Muhammediyyetden gireceksin içeriye. İkinci, ejderhâ bekliyor, ağzını açmış. Amelin senin yani. Oraya gitdiğin vakitde iki mekân var, üçüncü yok. Bir mekân var, a'lâ-yı illiyyîn, sarây-ı ilâhiyye, cennet. Bir mekân var, hükûmet-i rabbâniyyenin, Allah hükûmetinin hapishânesi. Zincirleri var, bukağıları var, zindanları var, kat kat. Her ikisinin de ehli var. Hazırlığı buradan yapacaksın. Cennetin miftâhı buradan alınıyor, cehennemin anahtarı da buradan alınıyor, derekâtı. Paranla alıyorsun. İçki içiyorsun, cehennemden yer alıyorsun kendine işte, bitdi. Bulayım sana bir tânesini söyleyivereyim. Haram yiyorsun. Kumar oynuyorsun. Zinâ ediyorsun. Nefsinin uşağı olmuşsun. İşte cehennemden yer satınalıyorsun. Ateşini buradan götürüyorsun kendin. Tövbe et, Allah'a rücû et! Allah'a rücû!
"Ey a'râbî, namaz kılacaksın". Resûl-i Ekrem buyurdu. Bu namaz, islâm dîninin direğidir, öyle teşbîh yapıyor. "Es-salâtü imâdü'd-dîn. Ve men ekâmehâ fekad ekâme'd-dîn". Kim ki kıldı, direğini dik tutdu. Binâ yıkılmadı yani. Kim ki terketdi, "ve men terekehâ hedeme'd-dîn", dînini yıkdı diyor Peygamber. Dört mezhebde de böyle. Yüz seksen mezhebde de böyle. Yüz seksenden ziyâde mezheb var, dörde kalb olmuş. İsmâil-i Buhârî'nin de mezhebi var, Dâvûd-i Zâhirî'nin de mezhebi var. Zeydîler de var, şunlar da var, bunlar da var. O alnını süreceksin yere Allah'ın önünde. O dağlardan yüce gördüğün burnunu yere süreceksin Allah önünde. "Bir hiçim ben Yâ Rabbi" diyeceksin. "Nereden çıkdığımı biliyorum, aslım menî" diyeceksin. "Aslımı unutdum, nereden çıkdığımı da kaybetdim, sana karşı âsî oldum" diyeceksin. Allah'a karşı hâ! "Verdiğin ekmeği yedim, sana isyân etdim. Verdiğin rızkı yedim sana karşı küfretdim". Haydi söyle. Sonra tek başına kabre koydukları vakitde, kimse senin ağlamana gelmez. Arkandan ağlayanların bir kısmı seni sevenler ağlarlar, bir kısmı mal kaldı diye sevinç ağlamasıdır o.
Gene namaz hakkında konuşacağım, bir tâne daha söyleyeceğim. "Es-salâtü imâdü'd-dîn, dînin direği", "Kılan dîni yapdı, terkeden dînini yıkdı diyor Peygamber, dînini. İki. "Es-salât kurratü aynî, namaz benim gözümün nûrudur" diyor Peygamberimiz, o sevgili Peygamberimiz. O kadar çok namaz kılıyordu ki sallallahu aleyhi vesellem, ezvâc-ı tâhirât, "Yâ Resûlallah, senin günahın yok, sen masûmsun", mübârek ayakları şişmişdi, namaz kılmakdan. Okuyun Tâ-Hâ Sûresinin tefsîrini. Allah diyor ki, "Habîbim Muhammed sana meşakkat için indirmedim Kur`ân'ı" diyor. Resûl-i Ekrem ne diyor biliyor musun ezvâc-ı tâhirâta, "Yâ Resûlallah, sen masûmsun, bu nedir, bu kadar ibâdetin?". "Rabbime şükretmiş olmayayım mı?" diyor ve sevâbını bize bağışlıyor. "Ümmetim ümmetim" diyor hep. "Ümmetî ümmetî ümmetî".
"Namaz kılacaksın yâ a'râbî". Sonra? "Ömründe bir defa hac. Zengin olursan malının kırkda birini fukarâya tasadduk, zekât". "Yâ Resûlallah, islâm bu kadar mı?".
Bak bu kısmı böyle anlatdım, gençlere hitâb etdim. Dînde mübtedî olanlara söyledim bu kısmı.
"Yâ Resûlallah, islâm bu kadar mı?". "Evet" dedi sallallahu aleyhi vesellem, "bu kadar senin için yâ a'râbî". "Vallahi ve billahi seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a kasem ederim ki, ne bir fazla yaparım ne bir eksik" dedi a'râbî. Özü sözü doğru ama a'râbînin. Oradan ayrıldı, giderken Efendimiz ashâba hitâb etdi, "Şu giden adam, sözünde sâbit olursa, ana ve babasına da ihsânda bulunursa", bir daha söylüyorum, "anaya babaya ihsânda bulunursa", bir daha söylüyorum, "sözünde sâdık olursa, anaya babaya ihsânda bulunursa", bir daha söylüyorum, "anaya babaya ihsânda bulunursa", eziyet cefâ şöyle koy, ihsânda bulunursa.
Annesini ismiyle çağırsa, ibâdeti habt olur. Annesinin adı Fâtıme, "Fatmaaaa" dese böyle şakadan, ibâdeti habt olur. Anneciğim diyecek. Ana da demek yok, anneciğim. Karşısında böyle nasıl kuş yavruları anneleri onlara yem getirdiği vakitde titriyorlar böyle, cıvıl cıvıl cıvıl, böyle olacaksın annenin babanın karşısında. "Annem kâfir efendi". Kâfir dahi olsa, kiliseye götürmeyeceksin ama, puthâneye götürmeyeceksin ama, sırtına alıp eve getireceksin kâfir anneni. "Babam sarhoş, hiç bizim meşrebe uymuyor". Meyhâneye götürmeyeceksin ama sırtına yüklenip evine getireceksin. Elini öpeceksin. Acaba anlatabildik mi? Annenin de ayağının üstünden öpme, altını öp ki cennet orada. Çünkü gene muhbir-i sâdık, sevgilimiz, insanlığa bizi çağıran, insanları kâmil ve mükemmel eden Muhammed Mustafâ, "Cennet annelerin ayağı altında" buyurmuş. Kâle'n-nebiyyü sallallahu aleyhi vesellem, "El-cennetü tahte akdâmü'l-ümmehât". "Memleketde o, ben uzakdayım". Mektûb yazacaksın. Hediye behiye göndereceksin. Hatırını soracaksın. "Yapmam". İbâdetin mi var, habt olunur. Gitdi.
Bir zâhid, neyse vakit geçdi ama affedin beni, bir zâhid namaz kılıyordu, annesi seslendi, namazı bozmadı zâhid. Halbuki anne seslendiği vakitde, okuduğu sûreyi cehren okuyacakdı yâhud "sübhânallah" demesi lâzımdı. Yâhud Sûre-i Fâtiha'yı okuyorsa, "Mâliki yevmi'd-dîn, iyyâke na'büdü ve iyyâke nestaîn" diyecekdi annesine. Demedi, menâkıbda vardır, büyük menâkıblarda, başına büyük felâketler gelmişdir. İnsan Allah'a takarrub etdikçe, yapdığı suçların cezâsı ağır olur.
Anlayanlara söyledik, aklı olanlara hitâb etdik. Düşünceli olan kardeşlerimiz! Mü'minler! Allah'ın sevgilileri! Size söyledik. Sizi Allah'a çağırdık, Allah'a çağırdık, Allah'a çağırdık sizi.
"Efendi, annemizin babamızın kıymetini bilemedik, onu da söyleyelim de bari bir ilaç olsun. İçinizde bir çoklarının kalbini üzdük şimdi. "Annelerimizin babalarımızın sağlığında kıymetini bilemedik, öldüler, ne yapacağız şimdi?" derseniz, onların rûhlarını şâd etmek için hayır hasenât yapın. Me'mûldür ki Cenâb-ı Allah, onlar âhiretde sizden râzı olalar. Bir de Akşam'la Yatsı arasında, salâtü'l-ebeveyn diye ana baba namazı diye bir namaz vardır, dört rekatdır, onu kılın, bildiğin sûrelerle kıl, sevâbını annenin babanın rûhuna bahşeyle. Bu kadar söyleyelim de derde dermân. Bunu yapın, ihmâl etmeyiniz.
Ve bugünden itibaren hemen bugünden itibaren, bugün Cuma namazı, bu Cuma namazı cehâletimizin son Cuması olsun, İkindi namazına hemen cemaate koşacağız. Bak ben mahrûm oldum, pişmânım şimdi. Vaktiyle ayağım yürürken cemaate gitmediğime. Gidemiyorum cemaate, yürümüyor ayaklarım. Buraya rızâ-yı Bârî için geliyorum, vallahi hâlim yok. Bak vallahi diyorum makâm-ı Muhammediyyetde. Yani zikrullah için filan gitdiğim yerlere de Allah rızâsı için gidiyorum yani zorla. Nefes nefese yani. Onun için elde fırsat varken hemen, hemen Allah yoluna başınızı koyunuz kardeşlerim. Elde fırsat varken. Elin ayağın tutarken câmiye git, namazını kıl, orucunu tut, zekâtını ver, haccını et. Hemen, hemen! Tacîl eyle. Bak geçen hafta okuduk hadîs-i şerîfi, "accilû bi's-salâti kable'l-fevt ve accilû bi't-tevbeti kable'l-mevt". Nasıl ki namazın vakti çabuk geçiyorsa, ömür de öyle çabuk geçmekdedir. Hemen Allahu Teâlâ Hazretlerinin yoluna baş koy. Günahlara tövbe, ibâdet ve tâata başla.
Yâ Rabbi, sen bize yardımcı ol. Bizi nefsimizin zebûnu ve mahkûmu etme. İbâdet ve tâatda bize yardım et ki sana ibâdet ve tâat edelim. Bizi huzûruna kabûl eyle Yâ Rabbi.
Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm, ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtın müstakîm.
Efendi Hazretleri, bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde 21 Eylül 1984 (26 Zilhicce 1404) tarihinde îrâd buyurmuşlardır. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.