Tevhîd, Hakk'ı birlemek, O'nu şerîkden tenzîh etmek, Hakk Teâlâ'nın kullar üzerindeki hakkının en yücesidir. Allah Celle Celâluhû Hazretleri, "Şirkden gayrı her günâhı istersem affederim" buyuruyor fakat şirki aslâ. Allah, birdir, şerîki, nazîri yokdur, noksan sıfatdan münezzehdir, kemâl sıfatlarıyla muttasıfdır, her yere, her mekâna, hâzır ve nâzırdır, mekândan münezzehdir. Allah, mekânların mekânıdır. Her neye bakarsak Hakk'ın kudretini, fi'l-i ilâhîsini, sıfat-ı rahmânîsini ve zât-ı ulûhiyyetini müşâhede ederiz. Onun için Cenâb-ı Hakk Kur`ân-ı Kerîm'inde "fe eynemâ tüvellû fe semme vechullah" yani "nereye bakarsanız benim vechime bakıyorsunuz" buyuruyor.
Öyleyse mü'minin necâtı, tevhîddedir. Tevhîd, Hakk'ı şerîkden berî kılmakdır. Sonra bu îmânı kemâle erdirmek için, O'nun sevgili habîbi, bütün peygamberlerin seyyidi, nûru evvel, sebeb-i hilkat-i âlem olan Muhammed Mustafâ'yı sevmek, sallallahu aleyhi vesellem, ve O'nun sünnetlerine ittibâ, seve seve icrâ ve Resûl-i Ekrem'i her şeyinden ziyâde severek, îmânını kemâle erdirmek her mü'mine lâzım olan kudsî vazîfedir. Zîrâ kişi sevdiği ile berâberdir. Resûl-i Ekrem'i her şeyinden ziyâde seversen, Allah da O'nu her şeyden ziyâde seviyor, o sevgide müşterek olursun, Hakk'la berâber olursun. Mâdem ki kişi sevdiği ile berâberdir, öyleyse "fî mak'adı sıdkın 'inde melîkin muktedir"e nâil olursun. Bundan evvelki hutbelerimizde söylemişdik, Resûl-i Ekrem a'râbîye hitâb etmişdi, demişdi ki, "El mer'u meâ men ehabbe/Kişi sevdiği ile berâberdir, mâdem ki sen Allah ve Resûl'ünü seviyorsun, sen de benimle berâbersin" buyurmuşdur.
Cenâb-ı Hakk'ı sevmemiz lâzımdır, düşünürsek sevmemiz îcâb eder. Bütün nimetler bizim için halkolunmuşdur. Cennet, cehennem, melâike, arş, kürsî, dünyâ, âhiret ve mâfîhâ yani ne varsa hepsi bizim için halkolunmuşdur. Senin kursağına bir lokma ekmek girmesi için üç yüz altmış beş gün, göğe güneş çıkar, yağmurlar yağar, mevsimler tebeddül eder. Hepsi senin kursağına bir lokma ekmek girmesi içindir. Ve Cenâb-ı Rabbü'l-âlemîn hadîs-i kudsîde Resûl'ü lisâniyle şöyle buyurur, "Ey benî âdem! Bu mevcûdâtı senin için halkettim, seni de kendim için halkettim" diyor. Öyleyse kulluğunu bil, vazifeni bil, Allah yolundan ayrılma!
Okuduğum âyet-i kerîmeye göre, îmândan sonra îmânın muhâfazası namaz iledir. Nasıl ki rüzgarlı havada mum yanmazsa, rüzgarın tesiriyle sönerse, ibâdetsiz îmânlar küfür rüzgarlarıyla, isyân rüzgarlarıyla sönmeye mahkûmdur. Öyleyse îmân nûrunu ibâdet çerçevesiyle çerçevelememiz lâzımdır ki, ibâdetlerin ehemm-i mühiminden birisi namaz birisi de zekâtdır. Birisi vücûdî ibâdet, diğeri mâlî ibâdetdir ki dünyâ bununla kâimdir. Gene Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem, o sevgili peygamberimiz, Allah'ın sevgilisi, diyor ki, "Sizlere amelden ilk sorulacak olan soru namazdır" diyor. Namaza çok ehemmiyyet vermeniz lâzım gelir. Kılanlar hudû' ve huşû' ile, ta'dîl-i erkân ile vaktinde kılmaları gerekdir. Kılmayanlar ise, bu ibâdeti mutlakâ yapmaya cezm ü kasd etmeli, Allahu Teâlâ'ya yalvarıp, Cenâb-ı Hakk'dan "Yâ Rabbi, bana namaz ibâdetini sevdir, beni namazına mahkûm et" diye yalvarmalıdır. Namaz kılmayanların hâlleri yevm-i kıyâmetde perîşân olacakdır. Eğer namazın yerindeyse Cenâb-ı Hakk diğer ibâdet ve tâatlarda müsâmahakâr davranacakdır. Fakat Allah'ın kul üstündeki hakkının, birisi îmân, Allah'ı şirkden berî kılmak, diğeri namaz ibâdetidir ki vücûdî ibâdetdir. A gözümün nûru! A sultânım efendim! Birkaç söz söyleyeeğim, bundan sana intibah hâsıl ola!
Aklım var diyorsun, tefekkür eyle! Allah sana bu vücûdu vermiş, vücûdumuzun her uzvunu para mukâbilinde satacak olsak, kaç milyona veririz? Gözünün bir tânesini yüz bin liraya vermezsin, iki gözünü iki yüz bine vermezsin. İşitmek hassasını, düşünmek hassasını, kaçar milyona verirsin acaba? Verilir mi, verilmez değil mi? Allah seni bu nimetlerle donatmış, Allah'a teşekkür etmeyecek misin? Sana birisi başına giymen için bir takke verse, teşekkür ediyorsun ki teşekkür etmek vazîfendir. İyiliğe karşı kullara teşekkür Hakk'a teşekkürdür. Kula teşekkür etmeyen, iyiliğe teşekkür etmeyen, Hakk'a teşekkür etmiş olmaz. Birisi sana bir takke verse, hediye etse, vazîfen ona teşekkür etmekdir çünkü hiç bir alacağın yok iken sana bir takke vermiş. Takkeyi verene teşekkürün var, ona karşı boynunu büküyorsun da, o takkeyi giymek için sana kafayı veren Allah'a secde etmeyecek misin? Sana bir yaz gözlüğü hediye etseler, teşekkür ediyorsun. O gözlükden bakmak için gözü veren Allah'a teşekkürün yok mu? Vücûdun teşekkürü ibâdet ve namazdır.
Sakın ha! Zinhar insan şeytanlarına kanmayınız! "Namazda bir şey yokdur" diyenler hatâ ediyorlar ve namaz kılmayıp da "kalbim temiz" diyenler de Allah'ın hasmıdır. Allah, Habîbi Muhammed'ine mi'râcda demişdir ki, "Hasımlarımı sana sayayım mı?". İyi dinle! Birkaçını söyleyeceğim. Çünkü vaktimiz dar olduğu için fazla konuşamıyorum. Cenâb-ı Hakk, Resûl-i Ekrem'ine, "Ey Resûl-i Müctebâm, Ey Ahmedim, Muhammedim, Sevgilim, Habîbim! Hasımlarım, düşmanlarımı haber vereyim mi?" buyurdu. Birincisi, "Seni sevmeyenler benim hasmımdır, düşmanımdır" buyurdu. Resûl-i Ekrem'i kim sevmezse, o Allah'ın hasmıdır. İkincisi, "Bir şey yediği vakit, o yediği şeyi görene tattırmayan kimse benim hasmımdır" buyurdu. Üçüncüsü, "Çalıştırıp, terletip teri soğumadan hakkını vermeyen kişi benim hasmımdır" buyurdu. Çalıştırdığın kişinin hakkını teri soğumadan vereceksin. Çünkü teri soğursa ne verirsen râzı olur, ertesi gün yorgunluğunu unutmuşdur. Onun için yorgunluğu gitmeden, teri soğumadan hakkını vereceksin. Birkaç tânesini saydım, hepsini sayarsam zâten hatırında tutamayacaksın. Üç tânesini saydım, bu sana kâfî gelecek. Cenâb-ı Hakk diyor ki, "Beni tevhîd edenler, beni şerîkden berî kılanlar, beş vakit namazlarını, beni seve seve, hudû' huşû ile, ta'dîl-i erkâna riâyetle, vaktinde edâ edenler". Sonra, "Onlara vermiş olduğum emânet maldan, benim emrim üzere fukarâya tasadduk edenler"... Zekât kaçda kaç, biliyor musun? Şerîat-i Garrâ-yı Ahmediyye'de kırkda birini vermekdir ama Hakk'a âşık olanlar hepsini verirler, hattâ îcâb ettiği vakit, Allah yoluna kelleyi de verirler. İşte âbâ u ecdâdın Allah yoluna kelleyi zekat vermişlerdir. Bugün Anadolu'nun elimize geçtiği gündür. Elli bin kişilik bir orduyla, iki yüz-üç yüz bin kişilik Bizans ordusunu bozmuşlardır. Bugün, cuma vaktinde. Sultan Alparslan, buyurmuş ki, "Cuma vaktinde, hatîbler hutbede iken duâ edecekler, o vakit edilen duâlar müstecâbdır, o anda düşmana hücûm edelim". Soyunmuş, kefenine sarınmışdır ve böylece Allah'a zekatlarını ödemişler.
Sen Allah için neyini hazırladın? On paranı veremiyorsun ama nefs-i emmârene tapıyorsun, onun emirlerini dinliyorsun, isyânda bol bol sarfediyorsun. Tövbe ederim diyorsun ama sonra aldanırsın. Çünkü o gelici, insanları birbirinden ayırıcı, servi boyları büküp kemân edici, ansızın gelir. hemen Cenâb-ı Hakk'a rücû' et, dön Allah'a! Ne kadar günâh işledinse işle, tövbe ettikden sonra Allah hepsini affedecekdir. Çünkü Muhbir-i Sâdık öyle haber vermişdir. Ama bir daha yapmamak üzere tövbe etmek şartıyla. Niyetin bu olacak. "Et-tâibü mine'z-zenbi ke men lâ zenbe leh", Sadaka Resûlullah. "Günâhına tövbe eden o günâhı yapmamış gibidir". Allah'ın affetmeyeceği günâh yokdur. Ancak şirkle gidersen, işte o vakit felâket olur. Aman şirkden beri ol! Lisânını tevhîde, gönlünü Allah sevgisine, lisânını "lâilâheillallah"a alıştır, kalbini aşkullah, muhabbetullah, muhabbet-i Resûlullah ile tezyîn eyle. O sevgili peygamberin sana yarın bakdığı vakit, alnındaki eser-i secdeden, baba evlâdını tanır gibi seni tanısın. Alnını secdeye koy. Hiçliğini bil. Allah sana senden yakın, sen secde ettiğin vakit, Allah'a yaklaşacaksın. Cenâb-ı Allah Kur`ân-ı Kerîm'inde öyle diyor. Âyeti okursam şimdi hepinize secde lâzım gelecek. Zekâtlarını verenler yani mâlî ibâdetlerini yapanlar ile vücûdî ibâdetlerini yapanların ecirleri zâyi olmaz, yaptıkları ibâdet boşa gitmez. Verdikleri zekât, yardım, sadakât, onlar da boşa gitmez. Ne olur? Allah indinde onlar cem' olur. Yalnız bunlar değil, günâhlar da böyledir, onlar da cem' olur. Sonra sen gözünü yumar yummaz, rütben sırtından çıkdı mı, kasan elinden gitdi mi, kesene başkaları sâhib oldu mu, malına sevmediklerin vâris olduğu vakitde, kitâbını senin önüne yayarlar, "Bak! Dünyâda yaptığın budur" derler.
Eğer sâlih amel işledinse, Allah indindedir, böyle kimseler için "velâ havfün", gittiği yerde korku yokdur. Nereye gidiyoruz? Sevgililerimizden ayrılıp bizi dünyânın âhir menzili, âhiretin de ilk menzili olan kabre, tek başımıza, amelimizle başbaşa koyacaklar. Korku tabii, bir gece yatabilir misin acabâ? Soruyorum sana! Kabrin içine girip yatacaksın. Münkiri var mı? Haydi soruyorum! Âhiret yok diyebilirsin ama ölümü inkâr edemezsin. Evet, gittiği yerde korku yokdur, akabeler kolaylıkla geçilir. Çünkü iş ölmekle bitmiyor. "Öldü de kurtuldu" mu zannediyorsun. Ne öldü de kurtuldu! Asıl öldükden sonra belâya mübtelâ oldu. El-ayak bağlandı, elini-ayağını ipsiz zincirsiz bağladılar. Dünyâda oradan oraya kaçabilir, insanları kandırabilir, mahkemeyi yanıltabilir, orada öyle bir şey yok. Ne kurtulması! İş asıl orada başlıyor. Burada "if'alû mâ şi'tüm" yani isediğini yap, ister kâfir ol, ister mü'min ol. Allah ekmeğini veriyor, gavur da olsa gene ekmeğini veriyor. Çünkü öyle cömert Allah.Sevmeyecek misin? İşte kâfirleri, müşrikleri, münâfıkları görüyorsun, Allah hepsini sofrasından doyuruyor. Allah ortaya bir sofra sermiş, mü'mini-münâfıkı, sâlihi-âbidi hepsi bu sofradan yiyiyorlar. "Öldü de kurtuldu" değil, ondan sonra iş başlıyor. Akabeler var. Kabir akabesi var, suâl akabesi var yani geçitler var. Derin bir deryâ, geçmek için üzerinde sandal lâzım, kayık lâzım. Oderyâdan kimisi rahat ve selâmetle geçiyor. İşte Cenâb-ı Allah ilân ermiş, "velâ havfün 'aleyhim", korkmasınlar diyor, onlar için korku yok diyor. "Velâhüm yahzenûn", bırakdıklarına da mahzûn olmasınlar. Dünyâda on tâne apartmanı varmış, bırakmış, ama onlara gönül vermemiş, Allah'a gönül vermiş, böylelerine Allah öyle bir nimet verecek ki, bırakdığı şey onun yanında hiç bir şey değil. Onun için mahzûn olma.
Ey Allah'ın velîsi! Allah'ın dostu! Allah'ın sevgilisi! Allah'ı sevenler! Korkma! Korkulacak bir şey yok. Eğer bir kuşun iki kanadı da olursa, o kuş kafesden çıkmakdan korkmaz. Niçin? Uçar çünkü. Eğer bir kanadı olur bir kanadı olmazsa, ya da iki kanadı da olmazsa, onu dışarda helâk ederler. Mü'minin bir kanadı îmân, bir kanadı ibâdetdir, mü'min bu kanatlarla uçarak Hakk'a mülâkat edecekdir. Mü'min için Hakk'a vuslat vardır. Kâfirin kânatları yokdur, onu helâk edecekler. Ey mü'min! Ağla! Sızla! Hakk'dan şunu iste. Hiç bir şey istemeye hakkımız yok, ibâdeti cennet için yapma! Allah'a ücretle ibâdet etme! Kul olduğun için Allah'a ibâdet eyle! Fakat şunu iste, bunu iste, çünkü bu senin hakkındır. "Yâ Rabbi, îmânımı yoldaş et" de. "Lâ ilâhe illallah Muhammedü'r-Resûlullah" diyerek gidersen, korku yok. Hazret-i Muhammed seni kucaklaycakdır. Cennetin sekiz kapısı sana açık bulunacakdır. Ama bunu kaybedersen, iş felâketdir. Senin rahatlığın için arkandan dünyâ dolusu altın dağıtsalar, sana bir faydası olmaz. Îmânsız gidenler için söylüyorum. Îmânlı giderse, arkasından yapılan hayırdan kendisi de hissedâr olabilir ama îmânsız giderse dünyâ dolusu altın dağıtsalar, yüz bin mevlid okutsalar hiç bir faydası olmaz.
Aklını başına al, ibâdet kemerini beline dola! Gece-gündüz, sabah-akşam, gizli-âşikâr, Allah'ı tevhîd et. Resûl'e Ekrem'e salât ü selâm oku, O'nun sünnetlerinden en küçüğüne kadar hepsine ittibâ eyle. Resûl-i Ekrem'i sev. Îmânın kemâli, Allah'a ibâdet, Allah'a tâat, Allah'a muhabbetle tâât ve ibâdet, Habîb-i Hudâ Muhammed Mustafâ'ya muhabbetledir.
Muhabbetden Muhammed oldu hâsıl
Muhammed'siz muhabbetden ne hâsıl
Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sıratin müstakîm.
Efendi Hazretleri, bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde 26 Ağustos 1983 (17 Zilkade 1403) tarihinde îrâd buyurmuşlardır. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.