8 Eylül 2023 tarihinde yayınlanmıştır.
HUTBE
Nasıl ki kirli pis bir hâneye, bir eve pâdişah yâhud reisicumhur yâhud yüksek mevkîde bulunan kimse gelmediği gibi, girmediği gibi. Reisicumhurun gireceği evi temizlerler, süpürürler. Büyük bir kimsenin geleceği evi süpürürler. Halbuki reiscumhur olsun, pâdişah olsun, paşa olsun, kıral olsun, ne olursa olsun, bizim cinsimizden olan mahlûkdur. Yani evveli vardır, âhiri vardır. Onun da evveli menî, âhiri ölecek toprak olacakdır. Îmân ise bir cevherdir ki, bu cevher ebedî saâdeti hazırlar. Elbet ki bunun bulunacağı mahal, bulunacağı evin tathîr olunması, temiz olması lâzım. Kalb temiz olmayınca îmân oraya girmez. Îmân girmeyince, o vücûd, îmânsız vücûd, hayvan gibi olur, yâhud hayvandan daha ednâ ve eşnâ olur, daha alçak olur, daha denî olur.
Kalbe îmân girmesi için îmânın bulunacağı yerde bulunmayacak olan sıfatların çıkması lâzım. Buna kalb marazı diyorlar, kalb hastalığı, manevî yani doktorların bakdığı kalb hastalığı değil. Manevî maraz, kalb hastalığı. Bunlar yedi tâne. Bunlardan bir kaç tânesini bundan evvelki haftalarda size saymışdım. Bugün üzerinde duracağım bir tânesi de ucub, ibâdete güvenme. Kalb marazından bir tânesi de yapdığı ibâdete güvenme. Allah'a güvenmiyor, ibâdetine güveniyor. Geçen hafta buna bir misâl vermiş idik. Halbuki güvenilecek zât-ı akdes, Allahu Zü'l-Celâl Hazretleri. Çünkü hiç bir kimse ibâdet sebebiyle cennete gitmez. Cennât-u âliyât, ebedî saâdet, ebedî nimet, ancak Allahu Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin yani yerin göğün sâhibinin, bizi halk eden Allah'ın fazl u keremiyledir. Cehennem denilen makarr ki, me'vâ ki, yer ki, bu da günah mukâbilinde değildir, Allah'ın adâletinin tecellîsidir.
Bu âlemden sonraki âlem ki hepimiz o âleme gideceğiz ve gidiciyiz. Bundan yüz sene evvel, bu dünyâ âleminde olmadığımız gibi, bundan yüz sene sonra, içimizde bulunan en küçüklerimiz dahi burada bulunmayacaklar. Ne sen ne ben, hepimiz bu âlemden başka bir âleme gideceğiz. Bu gideceğimiz âlemin iki makâmı var. Ya cennât-ı âliyât, ebedî saâdet yâhud ebedî felâketdir. Bundan başka bir mahal yok. "فَرِيقٌ فِي الْجَنَّةِ وَفَرِيقٌ فِي السَّعِيرِ ferîkun fi'l-cenneti ve ferîkun fi's-sağîr". İkiye ayrılacak. İki mahal var. Ya ehl-i cennet, ya ehl-i nâr. Âhiret âleminde ancak îmân, bir de kalb temizliği, kalb-i selîm sâhibi olmak, bunun menfaati var, başka bir şeyin menfaati yok. Îmânın ve kalb-i selîm sâhibi olmanın menfaati var. İşte bu îmân ile ebedî saâdeti alacağız. Yâhud îmân etmeyerek, îmân kalbimize girmediği hâlde, öyle giderek âhirete, îmânsız çene kapayacağız, ebedî hüsrâna uğrayacağız, ebedî azâb göreceğiz.
"Efendim, giden gelen var mı? Bunu kim haber verdi?" dersen, giden gelen var. Giden gelen bize haber verdi. Muhbir-i sâdık olan Muhammed aleyhi's-salâtü ve's-selâm. Allah ona indirmiş olduğu Kur`ân-ı Azîminin ilmen bildirdiği âyetlerini, peygamberini mirâcına götürerek, peygamberine gözüyle gösterdi. Peygamberine gözüyle gösterdi. Meselâ Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki, "Bir kadını gördüm cehennemde". Yani olmamış daha, olacak. Allah olacak şeyleri halk edip peygamberine gösterdi ki bize haber versin diye. Bir tânesi bu. "O kadın cehennemde yanıyordu, sordum onun suçunu, niçin bu azâba müstehak oldu. Cibrîl aleyhisselâm bana dedi ki, "Yâ Resûlalah"...
Peygamber bilmediğinden sormadı Cebrâil'e hâ! Cebrâil ile Nebî konuşacaklar ki biz duyalım diye, biz işitelim diye. Allah ile Peygamber konuşur, Allah ile melek konuşur, biz duyalım biz anlayalım diye.
"Yâ Resûlallah, bu kadın bir kediye eziyet cefâ etdiğinden dolayı bu azâba müstehak oldu. Senin ümmetindendir bu kadın". Kim acaba, bilmiyoruz tabii. Haa ne oldu şimdi? Demek ki mahlûkât-ı ilâhiyyeye azâb etmek yok. Yani azâb eden kişi, onlara eziyet cefâ eden kimse, onun yeri cehennem. Ama kedi. Kedinin kıymeti yok zannetme sakın hâ! Kedinin kıymeti olmasa Allah halk etmezdi. Hakk Teâlâ onu halk eylemiş, bir kıymeti var demek ki. Allah kıymetsiz bir şey halk etmez. Domuzun bile kıymeti var. Domuzun kıymeti var. Kötü kişilerin kıymeti vardır. Kötülüğün de kıymeti vardır. Çünkü kötülük bilinmeyince, kötülüğü görmeyince, iyiliği anlayamayız. Allah her şeyi zıddıyla kâim etmişdir. Ama Allah bizi kötülerden yapmasın.
Şimdi gelelim. Âhiret âleminde, bu âlemden sonraki âlemde, gideceğimiz âlem ki yakın bir zaman sonra. Yani yüz sene evvel bu dünyâda var mıydık? Yokduk. Yüz sene sonra da bu cemâat içinde en küçüğümüzden en büyüğümüze varana kadar yâhud kürre-i ardda bulunan halkın ekserisi ve belki de hepsi, iki buçuk milyar halk mı var, bunların kâffesi, yüz sene sonra yok dünyâ yüzünde. Belki içinden üç beş kişi kalacak, yüz elli yaşamış filan böyle. Hepsi âhirete gidecekler. Bunu kimse inkâr edemiyor. İşte bu gideceğimiz âlemde, muhbir-i sâdık bunu haber vermiş, iki makâm var. Ya saâdet güllerini dereceksin, ebedî saâdete ereceksin, cennât-ı âliyâta veyâhud ebedî hüsrâna uğrayacaksın, ehl-i nâr olacaksın. Ehl-i saâdet olmanın birinci sırrı, îmânı kalbe sokmak ve kalbde îmânı meskûn etmek yani orada sükûn buldurmakdır.
Îmânın kalbe girmesi için, kalbden bu sıfatların çıkması lâzım. Geçen hafta anlatmışdım size. Birincisi, kibir. Kibri atacaksın kalbinden, çıkaracaksın. Hepsinin sırlarını bir mikdar size söyledim, birer mikdar yani hepsini anlatmadım. Kalbde bulunan ucubu, ibâdete güvenmeyi, riyâyı gösterişi atacaksın. Ekserî nâs gösterişdedir. Görsünler, bilsinler diye. Birçok adam câmiye gelir, kendisini namazda gösterir ki halk ona itimâd etsin de halkı dolandırsın diye. Hepsi bunların, kâffeten âmme, ehl-i nârdır. Çünkü bir ibâdet bir kimseyi Allah'a yaklaşdırmıyorsa, meselâ namaz seni kötülüklerden korumuyorsa, Allah'a yaklaşdırmaz. Belki seni Allah'dan uzaklaşdırır. Namazı kıldığın vakitde hakkıyla Allah'ın emirlerine riâyet edeceksin. Namaza lâyık bir kul olacaksın yani. Yoksa sôfî elbisesi giymişsin, sakal koyvermişsin, bıyığını düzeltmişsin, saçını uzatmışsın, pantalon giymişsin, şalvar giymişsin filan, kişi içi insan olmayınca, Kur`ân boyasıyla boyanmayınca, insan olmaz. Belki bu kıyâfetiyle halkı aldatır ki mürâîdir. Mürâîlikde yani gösterişçilikde şirk-i hafî vardır. Ekserî nâs da bu derde mübtelâ olmuşdur. Bu manevî derde yani. Gösteriş, göstermek için. "Nereden böyle?". "Câmiden geliyorum". Tesbîhi elinde taşıyor. Misvağını meydana çıkarıyor. Ona sofu desinler diye. Kullar sana ne derlerse desinler. Bana herkes iyi demiş, ben kötü bir kişiymişim, Allah yanında iyi olmam. Kullar bana kötü demişler, Hakk katında ben iyiymişim, kulların kötü demesiyle ben kötü olmam. Onun için herkesin müftüsü kalbindedir.
Kalbini tathîr etmeyince, bu sıfatlardan soymayınca, îmân oraya girmez. Girmeyince de insan hayvan gibi olur, ahmaksa eğer. Akıllı ama tevfîksizse o vakit hayvandan daha ednâ ve eşnâ olur. Onun için görüyorsun, bakıyorsun bir vahşî hayvan, bir kişiyi katlediyor, üç kişiyi katlediyor. Bir sefîh insan, Allah'a inanmayan, îmânsız, binlerce kişinin ırz, iffet, nâmusuyla, kanıyla, canıyla uğraşıyor. Hiç bir arslan, hiç bir kaplan, hiç bir pars, hiç bir yılan, onun yapdığı fenâlığı yapamıyor dünyâ yüzünde. Onun için îmânı kalbe sokacağız evvelâ. Îmânın girmesi için de bu sıfatların kalbden çıkması lâzım. Kalb temiz olmayınca îmân oraya girmez.
Bu sıfatlardan bir tânesi de ucub. Bu ucub, ibâdete güvenme. İbâdetine güveniyor. Halbuki Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ki Peygamber'in abdiyyeti, ibâdetle mükellef olması ve resûllüğünden evveldir. "Eşhedü en lâ ilâhe ilallallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûluh".
Bu sözü böyle söylediğin gibi kalbinle de inanacaksın, kalbe indireceksin bunu. "Eşhedü"nün manâsı, gençler size söylüyorum, büyüklerimiz biliyorlar ma'nâsını, "eşhedü", ben şehâdet ederim, "en lâ ilâhe illallah", Hakk'dan başka, Allah'dan başka ibâdete lâyık bir mabûd yokdur. "Lâ şerîke leh", şerîki, nazîri yokdur. Ortağı yokdur yani. "Ve eşhedü", ben şehâdet ederim "enne Muhammeden abduhû ve resûlüh", Muhammed aleyhisselâm Allah'ın kuludur ve Allah'ın resûlüdür, nebîsidir. Resûlullah'ın abdiyyeti, ibâdetle mükellef olması, risâletinden evvel geliyor. Binâenalâzâlik hangi ibâdetine güveneceksin?
Ekseri nâs böyle. Kötülüğü yapmış kırk sene, elli sene, içki, fuhşiyyât her şeyi yapmış yapmış. Kırkıncı senesinde sofu oldu, tövbe etdi, çekildi. Başlıyor halkı kötü görmeye. Başlıyor ibâdetine güvenmeye. Sanki cennetin anahtarını kendi eline aldı. Hiç kimse mekr-i ilâhîden kurtulamaz, Allah'ın mekrinden. Allah'ın mekrinden korkacaksın. Son nefesde ne olacağımız malûm değil. Her namazda, her duâda, her ânda kalbin titreyecek, "Yâ Rabbi îmânımı yoldaş etmezsen ebedî hayâtım mahv u perîşân olur. Bana îmânımı, ibâdetimi yoldaş et" diyeceksin.
Görmüyor musun namazı? Namazın manâlarını oku. Günde beş vakit namaz var, kırk rekat var. Her rekatda bir defa Allahu Teâlâ Hazretlerine duruyoruz kıyâmına, "اِيَّاكَ نَعْبُدُ iyyâke na'büdü, yâ Rabbi ancak sana ibâdet ediyor, وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ ve iyyâke nesta'înü, senden yardım istiyoruz". Dikkat et, "Yâ Rabbi sana ibâdet ediyoruz, bu ibâdeti yapmak için senden yardım istiyoruz. Bize bu hidâyeti vermezsen, ibâdet lezzetini tattırmazsan, bizi ibâdetinde kullanmazsan, biz sana ibâdet yapamayız, huzûrundan kovuluruz" diyorsun. "İyyâke na'büdü ve iyyâke nesta'înü"nün manâsı bu. "اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۙ ihdine's-sırâta'l-müstakîm, bizi dîn-i islâmda sâbit-kadem et, beni îmân ile göçür" ma'nâsına, yani "îmânla çene kapayayım ben". Peygamberler titremişler, korkmuşlar. Peygamberler, ulü'l-azm peygamberler! Koskoca Yûsuf Peygamber, "تَوَفَّن۪ي مُسْلِمًا وَاَلْحِقْن۪ي بِالصَّالِح۪ينَ teveffenî müslimen ve elhıknî bi's-sâlihîn" diyor. "Yâ Rabbi beni îmân ile öldür, sâlihlere ilhâk et" diyor. Peygamber söylüyor bunu!
İşte Resûlullah, resûller resûlü diyor ki, hangi ibâdetine güveneceksin, resûller resûlü diyor ki, "Sübhâneke mâ abednâke hakka ibâdetike yâ ma'bûd, ey benim ma'bûdum, ibâdete lâyık olan Allahım, sana hakkıyla ben ibâdet edemedim" diyor. Halbuki Peygamberimizin ayakları şişmişdi ibâdet ve tâatdan. Bir gün oruç tutar, bir gün oruçlarını bozarlar, bazen uzun uzun tutarlardı. Arabî ayların ilk günlerinde, ortalarında, sonlarında oruç tutarlardı. Hazret-i Âişe diyor ki Ümmü'l-Mü'minîn, "Resûlullah kaç gece benim hânemde kaldıysa, ben gece sabaha kadar uyuduğunu görmedim onun. Hep kalkar, kıyâmında, rükûunda, secdesinde, 'Yâ Rab Yâ Rab, ümmetî ümmetî' diye yalvarır, Allah'dan ümmetini ister, ümmetinin afv u mağfireti için uğraşırdı. Böyle olmasına rağmen gene, "Sana hakkıyla ibâdet yapamadım" diyor.
Onun için kırk sene elli sene dalâlet çukurlarında dolaşmış herif, sonra bir tövbe istiğfâr ediyor. Güzel, ne kadar güzel tövbe etmesi. Başlıyor kendisine ucub vermeye, ibâdetine güvenmeye. Sanki cennât-ı âliyâtın anahtarı ona verildi. Ne olacağımız malûm değil. Allah hacıya, hocaya, şeyhe filan bakmaz. Nice kerâmetli şeyhler son nefesde îmânsız göçmüşlerdir. Nice ulemâ, cildler dolusu kitabı yazmışlar, yazdırmışlar, okutmuşlar, son nefesde îmânsız göçmüşlerdir. Ufak bir şeyden. Ufak bir şeyden. Meselâ hiç kıymet vermediğin bir günah insanın îmânsız ölmesine sebeb olabilir. Ufak bir günah! Ufak ufak böyle hiç kıymet vermezsin.
Vakit müsâidse anlatacağım size bir şey, inşâallah gerisini haftaya söylerim. Hava sıcak çünkü.
İslâmlardan birisi esir düşmüş, Avusturya'ya yahud Bizans'a. Kendisi hocaymış. Sâlih bir adammış.
Bazı adam sarıklı olur, fâsık olur. Mesleğini marangoz gibi yapar yani parayı vermezsen imamlık yapmaz, parayı vermezsen vâizlik yapmaz. Halbuki Resulullah Efendimiz ne para almış, ne pul almışdır. Ancak teblîgât-ı şeriyye mukâbilinde, bütün peygamberler, Efendimiz de dâhil, "وَمَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍۚ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلٰى رَبِّ الْعَالَم۪ينَۜ vemâ es'elüküm aleyhi min ecrin in ecriye illâ alâ rabbi'l-âlemîn, ey benim ümmetim ve kavmim, sizden hiç bir ecir beklemiyorum, bir şey beklemiyorum sizden, ancak ecri Allah'dan bekliyorum" demişlerdir.
Bu zât inanmış bir adammış. Esir düşer, esir düşünce kâfir ayırıyor, sanatın ne diye soruyorlar. Çünkü esirleri kullanacaklar, sanatın ne diye soruyorlar. O da demiş ki, "Ben sarıklıyım, hocayım, dîn adamıyım, rûhânîyim" demiş. Rûhânî diye hıristiyan din adamlarına derler. Rabbânî diye bize derler. Onların anladığı gibi konuşmuş. Öyle deyince, "ne yapalım buna" demişler. "Bunlar domuz yemezler, müslümana eziyet olsun diye, domuz güttürelim hocaya" demişler. Sarayın domuzlarını buna vermişler. Yanında kelâmullah varmış, bir tarafdan domuzu güdüyor, ne yapsın, esirdir, bir tarafdan da ibâdetini yapıyor. İbâdetini yapıyor ve Kur`ân okuyor filan. Bir gün Kur`ân okurken, kıralın kızı ava çıkmış, nasılsa oraya gelmiş, dinlemiş mollanın okuduğu Kur`ân'ı, tesîr etmiş Kur`ân-ı Kerîm kıza. Arapça bilmediği hâlde, Kur`ân'ın manâsını anlamadığı hâlde, tesîr etmiş.
Malûm ya, çoğumuz anlamayız ve bilmeyiz fakat böyle olmasına rağmen, Kur`ân okunduğu vakitde, herkes boynunu büker ve dinler. Îmânı olanlar, îmândan nasîbi olanlar, Hazret-i Muhammed'in kokusunu duyanlar, Kur`ân'a teslîm olurlar, manâsını bilmediği hâlde. O da dinlemiş, tesîr etmiş. Meselâ Muhammed ismi tesîr eder insanlara. Başka isimlere benzemez. Süleyman'a, Dâvud'a, İsmâil'e benzemez. Muhammed ismi konuşulduğu vakitde insanlara gayr-ı irâdî tesîri vardır. Îmânlıya îmânsıza tesîri vardır, Muhammed ismi.
Dinlemiş demiş ki, "Ne okuyor acaba?" demiş yanındaki bulunan lalasına yani mürebbiyesine yâhud hizmetçisine. "Ben sorar öğrenirim" demiş. Gitmişler oradan. O gece kıralın kızı bir rüyâ görmüş. Rüyâsında kıyâmet kopmuş. Yani semâlar yıkılmış, insanlar kabirlerden kalkmışlar. Bir zât-ı muhterem, gâyetle nûrlu, nûr gibi parlayan bir makâma oturmuş, kim gidip şefâat dilerse ona şefâat ediyor ve o kurtuluyor. Şefâat etmediklerini nâra götürüyorlar. Kıralın kızı da koşmuş o zâta, "Sen ne mukaddes, mübârek insansın, beni de kurtar buradan" deyince o zât demiş ki, "Sen benim dînimde değildin, bana sen îmân etmemişdin, sana şefâat edemem" deyince demiş ki, "Sen kimsin?". "Ben müslümanların peygamberi olan, bütün peygamberlerin seyyidi olan Muhammed Mustafâ'yım". Kız demiş ki Efendimize rüyâda, rüyâ hak ve gerçek, "Ben senin dînini diyânetini bilmezdim, işitmemişdim ki îmân edeyim sana. Ben hıristiyandım. Hıristiyan diyârında büyüdüm, ne Kur`ân işittim, ne senin ismini işittim ben". Demiş ki, "Senin domuz çobanın var, Süleyman, ondan niye öğrenmedin?" demiş. Kız uyanmış ter içerisinde, korkudan titriyor böyle.
Çok insan var ki mahşerin şiddet ve dehşetini görmüşler, akşamdan siyah saçlı yatmışlar, sabahleyin bembeyaz kalkmışlardır. Rüyâda kıyâmetin kopduğunu görmüşler, akşamdan siyah saçlı yatmış sabahleyin kalkmış, saçı sakalı ağarmışdır yani. Böyle olanlar var. Kitâblarda kayıtlıdır, kütüb-i islâmiyyede.
Hemen kaldırmış hizmetçisini, Tabii sırdaşıymış o, "Hemen gidelim Süleyman'a" demiş, "o domuz çobanı olan müslümana". Sabahleyin gitmişler, kız demiş ki, "Bana Kur`ân'ı öğret, ben islâm olacağım" demiş. Lalasına tenbîh etmiş, "Bunu kimseye söylemeyeceksin" demiş. Sırdaşı onun. Ve kız hergün av diye gelir, Süleyman'dan Kur`ân'ı talîm eder. O da onların lisânını öğrenmiş. Ve kız güzel bir müslüman olmuş. Kızı başka bir kıralın oğluna verecekler. Kız ağlamış, sızlamış, demiş, "Yâ Rabbi, beni kâfire nasîb etme. Ben bir mü'mine oldum, beni bir kâfire nasîb etme. Îmânımı da izhâr edemeyeceğim şimdi, beni gavur karısı yapma" demiş. Ağlamış sızlamış. O gece Fahr-i Risâlet'i görmüş. Demiş, "Kızım, seni âhirete, benim âlemime alacağım. Üzülme, sen kâfire nasîb olmayacaksın. Sen kız olarak, pâkize olarak âhirete böyle geleceksin". Kız sabahleyin kalkmış, Süleyman'a gelmiş sevinerek, demiş ki, "Ey Süleyman, kardeşim, hocam, mürşidim, ben bu gece Resûlullah'ı rüyâda gördüm, ben âhirete göçeceğim". Süleyman üzülmüş, demiş, "İnşâallah Allah ömür vermişdir". "Hayır" demiş, "arzum oldu, arzum böyleydi" demiş. "Ben öldüğüm vakitde, benim üzerime kırk gün İncil okurlar" demiş. "Ben vasiyetnâme yazacağım, benim rûhumun istirahati için, müslüman esirlerinden on kişiyi âzâd et diye babama söyleyeceğim, bir tânesi de sensin" demiş. "Buradan ayrıldıkdan sonra, bekle beni, kırkıncı günden sonra gel, kabrimi aç, benim üzerime elmaslarımı, altınlarımı gömerler, onların hepsini al, git memleketine, helâl hoş olsun ye, beni rahmetle yâd et" demiş. Vasiyetnâmesini yazmış ve vefât etmiş kız.
Kıral çok severmiş kızını. Vasiyetnâme okunmuş, vasiyetnâme mûcibince, on tâne müslüman esîrini âzâd etmiş. Onların arasında Süleyman'ı da âzâd etmişler. Süleyman beklemiş oralarda kırk gün. Kırk gün sonra gitmiş kabri açmış, altınları, elmasları alsın diye. Bir de bakar, İstanbul'da tahsîl-i ulûm etdiği hocası yatıyor kabrin içerisinde. Söylemişdim ya size geçenlerde, geçenlerde anlatdım size burada. Şaşırmış. Kabri kapamış. Oradan İstanbul'a gelmiş. Doğru hocasının evine. Kapıyı çalmış. Âilesi çıkmış. "Hocam nerede?". "Sizlere ömür oldu" demiş. "Ne vakit öldü?". Vaktini söylüyor, o kızın ölümüyle beraber, aynı günlerde. "Nerede hocamın kabri?". "Ayvansaray" da. Gece gitmiş, kabri açmış, bakmış ki kıralın kızı olduğu gibi orada yatıyor, elmaslarıyla beraber. Elmasları almış üzerinden, kızın üzerine türbe yapmış. Kıral Kızı Türbesi, hâlâ duruyor orada şimdi. Çocuğu olmayan kadınlar giderler oradan gül kopartırlar da, rûhuna Fâtiha okurlar, Allahu Teâlâ oradan çocuğu olmayanlara çocuk ihsân edermiş. Böyle bir anane vardır.
Sonra düşünüyor, "Bu âlim adam niçin bu hâlde olsun?".
Size anlatmışdım geçen hafta. Adamın biri Medîne'de ölmek istermiş de, sonra bir zât demiş ki, "Oğlum, Medîne'de ölme, Medîne'ye lâyık olarak yaşa" demiş. Kişi nerede ölürse ölsün, lâyık olduğu yere gider. Burada ölüyor, zannediyor musun kabrin içinde duruyor, senin baban, benim babam? Eğer sâlih kişilerse, Hazret-i Muhammed'e lâyık kişilerse Medîne'ye gidiyor. Medîne'de ölüp de oraya lâyık olmayanları başka taraflara atıyorlar. Taşırlar hepsini, yerli yerine gidiyor hepsi. Herkes yerli yerini bulur.
Sonra gitmiş soruyor hocasının karısına, "Hocamın ne gibi kusûru vardı dîn husûsâtında, itikâdında, biliyor musunuz?" demiş. "Namaz mı kılmazdı?" "Kılardı". "Oruç mu tutmazdı?". "Tutardı". "Niçin bunu soruyorsun" demiş kadın. "Bir sır vereceğim onun için bunu soruyorum" demiş. Demiş ki kadın, "Hocanın bir kusûru vardı, mâdem istiyorsun, söyleyeyim bâri. Hocan derdi ki, "Cimadan sonra yıkanmayı Allah farz kılmasaydı". Çünkü güç oluyor yıkanması diye. Bundan dolayı îmânsız göçmüş.
Bunu niçin söyledim size? Zerre kadar bir hayır bir adamı cennât-ı âliyâta, zerre kadar da kötülük insanı cehenneme ebedî götürebilir.