Îmân ve Şehâdet

5 Haziran 2021 tarihinde yayınlanmıştır.

İman
Büyük mürşidlerimizden Azîz Mahmûd Hüdâyî Kaddesallahu Sırrahu'l-Fettâhî Efendimiz Hazretlerinin sohbetlerindendir :

بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
فَإِذَا قَرَأْتَ الْقُرْآنَ فَاسْتَعِذْ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ * إِنَّهُ لَيْسَ لَهُ سُلْطَانٌ عَلَى الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ

Hakk Celle ve A'lâ Kitâb-ı Kerîminde buyurur : "Kaçan siz Kur`ân okumak dilerseniz, Allah'a isti'âze eyleyin, şeytan-ı racîmden, "اعوذ بالله" deyiniz. "اذا قراءت القران", "اذا اردتم قراءة القران"  takdîrindedir. "إِذَا قُمْتُمْ إِلَى الصَّلاةِ" de "اذا اردتم القيام الي الصلاة" takdîr olduğu gibi.  Lisân ile ve cenân ile Rabb'e i'timâd edip, "şerrinden ve mekrinden sana sığındım yâ Rabbi" diye ikbâl ediniz.

İbn Mes'ûd, Nebî Hazretinin önünde "اعوذ بالله السميع العليم" dedi. Buyurdular ki, "Öyle deme, bana Cebrâil اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ diye ta'lîm edip durur ve levh-i mahfûzda öyle ketb olmuş gördüm" dediler. 

Tahkîk-i hâl öyle olunca şeytanın tasallutu olmaz. Şol kimsenin üzerine ki, Hakk'a îmân getireler ve Rabb'e tevekkül ve i'tikâd edeler. Yani îmân-ı gaybî mertebesinde kalmaya ki, "Allah birdir, Peygamber hakdır, ne buyurduysa gerçekdir" diye. Dil ile ikrâr ve kalb ile tasdîk ede, hemen bu mikdar ile kifâyet eder demeye. Îmân-ı gaybî mertebesinden terakkî ede ki, şuhûd-i 'ayân ile Hakk'ın varlığını bile. Meselâ şemsi görmeyen kimseye cirmini ve nûrunu medh etseler ona i'tikâdı sahîh olur, inanır. Lâkin bir şübhecinin i'tirâzından i'tikâdına halel ve keder 'ârız olmakdan hâlî değildir. Şemsin nûrunu ve cirmini gördükde tamâm-ı şuhûd ve 'ayân hâsıl olur. Bir şübhecinin şekki ile i'tikâdına fesâd gelmez. Hakk'ı bilir, şuhûd ve 'ayân nûruna vâsıl olur. 

Ehl-i tahkîk anın içün buyururlar, "Îmân nedir diye suâl olunursa, şerde ve hayırda Hakk'a i'timâd etmekdir. Cennetini ve içinde olan nimeti verseler kâni' ve râzı olmaya, Hakk'ı ve Hakk'ın rızâsını murâd edine, tâ ki, şeytanın tasallutundan onlar kurtulabilir. Yalnız mertebe-i şerîatda kalınırsa bu hâsıl olmaz. Yani taşradan bu helâl ve bu harâm diyerek, emr-i marûf ve nehy-i münker mertebesinden terakkî eylemeyip, tarîkat ile nefsini tathîr edemeyen, bir defa kurtulursa dahi nefsin sıfat-ı zemîmesi her kaçan ise içeriden hareket eder, tasallutundan halâs olamaz. Tevhîd-i ef'âl müyesser olup, tecellî-i ef'âle mazhar ola ki, ol tevhîde şeytan yaklaşamaz" demişler.

Ebû Hafs öyle buyurmuş, "Bu îmân ne ile tashîh olur? Tevekkül ile olur". Tevekkül ne ile hâsıl olur? 

Tevekkül hakkında çok kıyl ü kâl etmişlerdir, cümlesi hakdır. Her kişi, hâli ve şuhûdu kadar deryâdan haber verir. Kimi sâhil-i deryâdan haber vermişdir, kimisi içeriden haber vermişdir, cümlesi hakdır ve gerçekdir. Lâkin ehl-i tahkîk buyururlar ki, "Rızka i'timâd etmeye, meselâ bir kimsenin hazînesinde mal ve libâs gibi ve me'kûlât kısmından her ne ise memlû olsa, nefs hücûm edip fakr karaltısın gösterdiği zamanda abes söz söylemeye. Hazînemde bu kadar malım ve rızkım vardır, ne ihtiyâcım vardır demeye. Hakk Celle ve A'lâ, rahm-i ümmde cenîn iken, kendini bilmez iken, rızkını ve ecelini ve ilmini ve se'âdetini ve şekâvetini ketb etmişdir diye i'timâd ve i'tikâd ede. Tevekkül budur.

Hüseyn bin Mansûr bir gün beriyyede İbrahim bin Edhem'e rast geldi, tevekkülü tashîh için gitmiş idi. "Yâ İbrâhim, ne gezersin beriyyede?" dedi. "Murâdım tevkkülü tashîhdir" dedi.  "Yâ İbrâhim, vücûdun imâretini bâtında ifnâ mı edersin?" diye ol mertebeden geçirmek için irşâd eyledi.

Ma'rûf-i Kerhî Hazretleri bir gün imâma iktidâ etdi, namaz tamâm oldukda imâm ona sordu, "Ne ile geçinirsin? dedi. Ma'rûf-ı Kerhî, "Bekle önce senin arkanda kıldığım namazı iâde edeyim, ondan sonra cevâb vereyim" dedi. İmam, "Benim namazımda ne fesad gördün?" dedi. Cevâb verdi ki, "Râzık'ında şekk eden kimse Hâlık'ında da şekk eder, namazı nice dürüst olur?" dedi.

Bir gün Bayezid'e suâl etdiler, "Ne yersin, ne içersin" dediler. Cevâb verip buyurdular ki, "Bestâm'ın kilâbını besleyip aç komayan beni de beslemez mi?" dedi.

Horasan câniblerinde bir pîr, bir dervîş nice yıllar hizmetinde oldukdan sonra, yine ol câniblerde bir pîre icâzet verip gönderdi. Nasîhat için önünde durdu. Pîr ona suâl etdi ve, "Varacağın yerde şeytan olur mu kuzu?" dedi. "Efendi Hazretleri onsuz yer olur mu" dedi. "Ya nice edersin, sana vesvese verdiği zamanda hâlin nice olur?" dedi. "Kabûl etmezem, vesvesesin nefy ederim, giderim. Yine ederse dinlemezem, uymazam. Yine ederse kulak tutmazam, dinlemezem" deyicek, "Behey kuzu, sen ömrünü şeytan vesvesesi define sarfedersen, kalan umûra kaçan elin değer? Geçit yerleri vardır, lâzım onlardır, evkâtın ona sarf edesin, yoksa izâat-ı evkât edersin" dedi. Dervîş, "Ya nice eylemek gerek Efendi?" dedi. Buyurdular ki, "Şol yolcu gibi ki, çobanla nice muamele ederse, ke-ennehû bir uzak yola gider, yarağı ve yasağı ve silahı yok. Yayan yol yopalak olup giderken yolu üzerinde ol çobanın koyunları yolun cânibine yayılmış, bir alay kilâbları yol üzerine karşı gelir. Gayrı bir yol dahi yok. Elbette üzerine uğramayınca gayrı yerden geçip gidemez. Şol zamanda çâre nedir? Mukâteleye mecâli mi vardır? Ol zamanda çobana bir kerre çağırıp "Yâ çoban! kilâbını zabt eyle", diye tazarrû ve niyâzdan başka çâre tarîki yokdur. Bu kerre çoban kilâbe, "Bre!" diye çağırdığı gibi yoldan savulurlar, ellerinden halâs olursun, şerlerinden emîn olup, geçer gidersin. Şeyâtîn dahi kilâbullahdır. İsm-i Muddill'in hizmetkârlarıdırlar. Elbette enbiyâya ve evliyâya bile hücûmları mukarrerdir. Nihâyet tasallutu olmaz. Nûr-i tevhîde gelip yaklaşmaz, yanar, helâk olur. Cümle mahlûkâtın nâsiyeleri yed-i kudretindendir. Serrâda ve darrâda ona çağırmadan hâlî olmayasın. Cümle muztarrîne meded ondan olur" dedi. Bu nasîhati etdi. Malûm oldu ki yalnız mertebe-i şerîat ile iktifâ olundu.

Hakk Celle ve A'lâ, "وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ" buyurdu. Çünkü inananlara ve Rab'lerine dayananlara o şeytanın bir gücü yokdur. Öyle bildik ki, şerîat gece karanlığında yanan çerâğ gibi oldu. Elbette şeytan bir gönüle düşen yerden ki, zulmet cânibinden bir şey ortasında yol bulduğunu idlâl eder. Tasallutunu ol hînde mukarrer bile. Mü'min mâdem ki olduğu ve ve durduğu mertebeden, tarîkat mertebesi ki, nefs ile mücâhede etse gerekdir, ona rağbeti olmaya. Şerîat mertebesinde bile nâkıs kalır. Emir böyle olunca, îmân-ı gaybîden îmân-ı aynî ki şuhûd ve 'ayân mertebesidir, tahsîle sa'y ve himmet ede.

Sehl bin Abdullah tevekkülü tashîh için bir beriyyeye çıkdı gitdi. Tarîkate rağbeti var idi, lâkin havf ederdi. Hakkından gelemem diye cüret edemezdi. Fakat bir âdeti vardı. Her vakitde bir abdest almayınca namaz kılmazdı. Efdali ile amel kasdını da âdet edinmişdi. Yine ol mutâdı gözetmek iktizâ edince, beriyyede sıkıldı, teyemmüm etmek istemedi, dört yanına bakındı durdu. Nâgâh bir ayı dedikleri hayvan iki ön ayakları ile kulbuna yapışmış içi su dolu bir yeşil testiyi önüne kodu. Sehl bunu görünce tereddüd etdi, düşündü ki, bu yırtıcı bir hayvandır, ola ki bunu bir yerden almış getirmiş ola. Suyun pâklığından ve hıllinden şübhe edince ol hayvan nutka gelir ve fasîh lisân ile der ki, "Yâ Sehl, ne tereddüd edersin, bunu gökden bir melek henüz indirdi, bana 'yürü şunu Sehl'e ver' dedi ve kendi gâib oldu gitdi" deyince Sehl, yıkıldı, aklı gitdi, bîtâb oldu. Bidâyet hâli idi, ham idi, onun için bîhûş oldu. Kendisine gelince bildi ki, kulun her emrini Allah Sübhânehû ve Teâlâ kayırır imiş. Bir daha esbâba tevessül etmedi, cemî umûrunu Hakk'a bırakınca tâatde oldu. 

Nûh Nebî, İblîs'e rast gelir. İblîs der ki, "Yâ Nûh, sen bana bir iyilik etmişsindir ki ne bileyim, nice vasfedeyim,  hiç böyle iyilik olmaz" deyince, buyurdular, "Sen ne söylersin, nasıl iyilik etdim ben sana?". Der ki, "Bunca kavmini bedduâ ile helâk etdin. Ancak yetmiş kişi, bunca yüz yılda îmânâ gelebilmiş, ben onların her birine nice yıllar çalışdım, onları îmânsız göndermeye nice mekr u keyd ederdim, sen ise bir kerre bedduâ etdin, beni kurtardın. Hiç bana bundan artuk iyilik mi olur". dedi. Hazret-i Nûh ağladı. Öyle mü'min olan kişi a'dâ-yı 'adüvv söüzne uymaya.

Bir kimse beş on günlük yola sefer eder, azığını tedârik eder. Husûsen varacağı bir şehir ve imâret ola. Bu yolu gör ki nice yıllık sefer var, vahşete gider. Ke-ennehû dünyâda bir kimse dükkânına gündüz varır, kazanır, evceğizimde huzûr edeyim diye çalışır. Dünyâ dahi insanın dükkânı misâlidir, huzûr ve râhat yeri âhiretdir. Rızk için gam yemeye.

Hadîs-i Kudsî'de Allah Celle ve A'lâ hitâb ve nidâ eder, "Behey Âdemoğlu! Ben semâvât ve arzı halk ederken âciz kalıp yorulmadım. Sana bir ekmeği vermekden âciz mi kalam!". Öyleyse mü'min çalışa, himmet ede, en son bunda kimse bâkî kalmaz, tedârik göre, insaniyyet tahsîl ede.

Cüneyd-i Bağdâdî bir gece İblîs'e rast gelir, onu libâsdan ârî görür. "İnsanlarda utanmaz mısın?" dedi. "Hani insan? Sen bunları insan mı sanırsın? Ben bunları, oğlancıklar top oynatdığı gibi, oynatırım" dedi. "Ya senin insan anladığın kimdir?" dedi. "Benim insan anladığım ve bildiğim şol iki kimsedir ki, Basra'da Mescid-i Şunuziyye'de biri tâze, biri ihtiyardır, işte insan onlardır" dedi. Gece içinde Cüneyd kalkdı ve vardı, iki kimse başların bürümüşler, mescidde zikrullah ile meşgûller. Hemen varıp mülâkî olduğu gibi, ol tâze olan başını açar, "Hey Cüneyd! Ne deseler hemen inanırsın" dedi.

Malûm oldu ki, nûr-i tevhîde şeytan yaklaşmaz, tez helâk olur. Ümmîddir ki, Mevlâ bizi nefsimize ısmarlamaya ve her hâlimizi tevhîde, nûr-i şuhûda ve nûr-i 'ayâna vâsıl eyleyivere.

Tecelliyyâta dilde nûr-i tevhîdden cilâ ister
Şühûd-i nûr-i vahdet pertev-i dâd-ı Hudâ ister
Listeye geri dön