Îmân ve Tövbe - Hutbe - 9 Aralık 1983

3 Haziran 2022 tarihinde yayınlanmıştır.

İman

HUTBE

Kâlallahu Teâlâ fî Kitâbihi'l-Azîz. Eûzübillahimineşşeytânirracîm. Bismillahirrahmânirrahîm. يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَلْتَنظُرْ نَفْسٌ مَّا قَدَّمَتْ لِغَدٍ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ Yâ eyyühellezîne âmenüttekullâhe vel tenzur nefsün mâ kaddemet ligadin vettekûllah, innallâhe habîrun bi mâ ta'melûn. Sadakallahu'l-azîm.

Yerin göğün sâhibi, bilinen ve bilinmeyen âlemlerin mâliki ve bizi yokdan vâr eden, bu âlemi bir "kün" emriyle halk eyleyen ulu Allah, ahkâmı eskimeyecek olan Kitâb-ı Kerîminde Sûre-i Haşr'da okuduğum âyetde bizleri kendisine muhâtab tutmuş. Ne büyük şeref değil mi, Allah'a muhâtab olmak. Öyleyse Allah'a kul olanlar, iki cihâna sultân olurlar. Etden, kandan olduğu hâlde, bazı zevât seninle konuşmağa tenezzül etmez, benimle konuşmağa tenezzül etmez. Bu yerin göğün sâhibi Allah, seni ve beni karşısına almış yani mü'minleri karşısına almış, onlara şerefe vermiş, onlara hitâb ediyor. Yani konuşan Allah Celle Celâluhû. Âyeti peygamberine indiren, peygamberi vâsıtasıyla bizlere hitâb eden Allah Celle Celâluhû. "يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا yâ eyyühellezîne âmenû". Düşün şerefini bir defa. Îmânın şerefi bu. Îmân etmenin şerefi. Çünkü îmân bu âlemde en yüce nimetdir. En yüksek nimet îmâna mâlik olmakdırç. Paran yoksa sıhhatin var, sıhhatin yoksa îmânın varsa eğer her şeye mâliksin. Çünkü hayâtda, dünyâda ve âhiretde muvaffak olanlar îmân sâhibleridir. 

"Efendim, bunca muvaffak olanlar var ki bunların biz islâm olmadıklarını görüyoruz". Yoo, öyle senin bildiğin gibi değil hâdisât. Bir çok insan var ki onlar "Biz Allah'a ve yevm-i kıyâmete inandık" derler de inanmazlar. Allah onların îmânını kabûl etmemişdir. Okuyalım. Esteîzübillah. "وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِن۪ينَۢ, bir çok insanlar vardır ki, Allah'a ve kıyâmet gününe inandık derler ama onlar mü'min değil" diyor Cenâb-ı Hakk. Gene bizlere hştâb ediyor, "ve entümü'l-a'levne in küntüm mü'minîn, eğer siz hakkıyla îmân ederseniz, siz a'lâ kılacağım" diyor. "Ednâ kılmayacağım, rezîl etmeyeceğim" diyor, dünyâ ve âhiretde. Hakkıyla îmân! 

Hakkıyla îmân nedir? Allah'ın sevgilisinin ağzıyla, O'nun sözüyle söyleyelim, "Birbirinizi sevmedikçe îmân etmiş olmazsınız". Tekrar ediyorum. Birbirinizi sevmedikçe, birbirinizin hak ve hukûkuna riâyet etmedikçe, birbiriniz sevmedikçe, doğru dürüst olmadıkça, müstakîm olmadıkça. Çünkü birbirini sevmekde istikâmet vardır, istikâmetin ehemm-i mühimmi orasıdır. Birbirinizi sevmedikçe îmân etmiş olmazsınız. Her ne kadar "ben Allah'a inandım" dese de, allahaısmarladık der gibi. Halbuki Allah diyen diller, bu esmâyı andığı vakitde O'nun sevgisiyle o dilin sâhibi olan gönülün titremesi lâzımdır, vücûdundaki tüylerin diken diken olması lâzımdır. Çünkü bizi gören, bilen, bizden haberdâr O'dur, bize bizden yakın olan O'dur, her yerde, her mekânda, her zamanda, bizi görür ve bizi işitir, bizim yapdıklarımızı. Bunu görebilirsek o vakit hiç yoldan çıkmayacağız. Ama bunları böyle bilmezsek, Allah vardır deyip de yürüyenler, Cenâb-ı Hakk'ın esmâsını yani bir Elif'le iki Lâm'ı, bir de He'yi söylüyorlar. Allah'ın ismi dilde olacak, sevgisi ve ittikâsı ve verâsı gönülde olacak. Hattâ Allah'dan öyle korkacaksın ki, bırak cehennemin nârını, bırak azâbları, kabir azâblarını, akabeleri bırak, "Allah bana kulum demezse ben ne yaparım" diyeceksin. Çünkü senin Rabbin o. Seni O yaratmış. 

Kim inkâr edebilir? Bir katre sudan halk olunmadık mı? Babamızın beline gelmedik mi? Oradan anamızın rahmine düşmedik mi? Sonra anamızın rahminde hayız kanıyla yoğurulmadık mı, kudret fırçasıyla tersîm edilmedik mi? Allah bizi yoğurup istediği şekle koymadı mı? Kim inkâr edebilir? E bunu sevmeyecek misin, bu Allahu Teâlâ Hazretlerini? Sonra bu âleme geldin, etrâfın nimetullah ile dolu. Sonra bir de sana Allah Kur`ân'da "Mü'min" diye hitâb etdi, seni sevgili Muhammedine ümmet etdi. Sonra sana istikbâli hazırladı. Ebediyyet senin. Sen Hakk'la beraberdin, Hakk'la berabersin, Hakk'la beraber olacaksın, ebediyyen.
  
"Birbirinizi sevmedikçe îmân etmiş olmazsınız". Öyle kîn, adâvet, hased, buğz, ucub, bir takım Allah'ın sevmediği sıfatlar kalbde olduğu müddetçe îmân tehlikededir. Bir çok insan var, fıtrat-ı islâm üzere doğdu, islâm diyârında yaşadı, küfr üzere öldü. Neden? Nereden geldiğini, niçin geldiğini düşünmedi. Halbuki, geçen hafta söylemişdik, biz Hakk'ı bilmek için buraya gönderildik, getirildik. Allah öyle istedi, gizli bir hazîne idi, kendini bildirmek istedi, bizi öylece halk etdi. Bizim vazîfemiz Hakk'ı bilmek, Hakk'a ârif olmakdı. Sen niçin hilkatini bilmedin de Hakk'a ârif olmadın? Îmân sarsıldı o vakit. Îmân sarsılınca, buğz u adâvet girdi. 

Mü'minler bir vücûdun uzuvları gibidir. Nasıl ki vücûdun bir tarafına bir iğne batdığı vakitde, vücûdun her tarafı sızlar, şarkda bir mü'minin ayağına bir diken batsa, garbdaki müslüman bundan müteessir olmasa, o vücûddan ayrılmışdır o, o vücûddan değildir o, ayrıdır o. Onun için mü'minler yek-vücûd gibi, bir-vücûd olacaklar. Tevhîdin ma'nâsı odur. Tevhîd lisânen "lâilâheillallah"dır, bâtın ma'nâsı yek-vücûddur. Hakk'la bir olmakdır. Üzümün tâneleri gibisin, salkıma bağlı. Ekşileri daha olmamışları, korukları câhilleri, çürükleri ömürlerini geçirip de isrâfa verenlerdir, olgunları tam, kâmil mü'minlerdir. Ama bir salkıma bağlısın. Ben Resûl-i Ekrem'in ağzıyla söylüyorum şimdi, "Birbirinizi sevmedikçe îmân etmiş olmazsınız". Renk, ırk meselesi mevzubahis değildir. "Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah diyen senin öz kardeşinden daha ileridir. 

Allahu Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, bize Kur`ân'da bizden evvel geçmiş olan peygamberlerin kıssalarını bahseder. Bunun ma'nâsı onlara bakarak ibret almamızdır, o kavimlere bakarak ibret almamızdır. Târihden ibret almayan târihe ibret olur. Vaktâ ki Hazret-i Allah Kavm-i Nûh'u helâk etdi. Nûh Peygamber'in kendi oğlu kendine îmân etmemişdi. "Olur mu Efendi?". Olur ya. Düşmanını belinde taşırsın, haberin bile olmaz. Düşmanın belindedir. Gece gündüz demeden çalışır, yedirirsin, düşmanını büyütürsün, haberin bile olmaz. Dost, Allah'dır. Mahbûb O'dur. Ma'bûd O'dur. Sevilecek O'dur. Fakat şefkat-i pederâne, baba şefkati tabii, oğlu da kâfirlerle berâber kaldı, dedi, "Yâ Rabbi inne'bnî min ehlî, benim çocuğum benim ehlimdir, boğacak mısın kâfirlerle berâber?". Allah Nûh Peygamber'e şöyle hitâb etdi, "اِنَّهُ لَيْسَ مِنْ اَهْلِكَۚ اِنَّهُ عَمَلٌ غَيْرُ صَالِحٍۗ innehû leyse min ehlik, innehû 'amelün gayru sâlih, Yâ Nûh, o senin ehlin değildir, o gayr-ı sâlih kişidir". Yani senin belinden gelen senin ehlin olmaz, senin yolundan gelen senin ehlindir dedi. Acaba anlatabildik mi?

"Birbirinizi sevmedikçe îmân etmiş olmazsınız" diyor Peygamberimiz. İkinci îmân da, îmânın kemâl, "Beni her şeyinizden ziyâde seveceksiniz, o vakit îmânınız kemâle erer". Allah ve Resûlünü her şeyden ziyâde seveceksin. İbrâhim gibi halîl ol, Allah'a dost ol, öyle sev. Görmedin mi İbrâhim Allah yoluna İsmâil'ini kurbân etmedi mi? "Efendi, o bir peygambermiş". Öyle deme! Ona vâris olan senin cedlerin Allah yoluna evladlarını düşmana gönderip de kurbân etmediler mi? Şehîd babası değil misin, şehîd evlâdı? İşte halîlsin sen de. hangi hâne var şehîd vermemiş? Allah için, nâmûs için, millet için, vatan için. Hangi hâne var? Soruyorum hepinize hitâb ediyorum. Bunlar işittikleriniz ve duyduklarınız. Üç tâne, beş tâne, yedi tâne, on tâne, on iki tâne, on beş tâne. Yâ duymadıklarınız. Nenelerimiz, annelerimiz çocuklarını büyütdüğü vakitde, "uyusun da büyüsün ninni, şehîd olur inşallah ninni" öyle ninni söylerlermiş çocuklarına. Biz harbe gitmiyoruz diye üzülürler, saçlarını keser, harbe giden süvârilerin üzengilerine saçlarını bağlarlarmış ki düşmanla gazâda bulunsun diye. Senin annen, benim haminnem, senin haminnen. Öyle bir kahraman millet çünkü. Neden? Allah ve Resûlü için. Allah ve Resûlü için. 

Îmân kemâle erdi mi, hiç korkma. Ateş yalmaz, su boğmaz, bıçak kesmez, îmân kemâle ererse eğer. Çünkü müsebbib-i hakîkî Allah'dır. İsmâil'i bıçak kesmedi değil mi? Kur`ân sana haber veriyor bunu. Demek ki müsebbib-i hakîkî kes derse keser bıçak, kesme derse bıçak nasıl keser. Müsebbib-i hakîkî olan Allah yak derse ateş yakar, yoksa ateş nasıl yakar. Îmân kemâle erecek.

Demiş ki, "Bir avuç askerle" demiş, esîr düşen bir paşamıza, kahraman bir paşamıza kıral, "Bir avuç askerle benim yüz binlerce askerime karşı altı ay nasıl durdun?" demiş. "Sabahleyin beni kaldır göstereyim" demiş kırala. Yâhud, "Kalkınız siz, göstereyim" demiş. Böyle kış havası, soğuk havaymış. Ne olacak diye kıral kalkmış sabahleyin, çünkü merak etmiş. Yüz binlerce asker getirmiş bir avuç asker, on bin asker, altı ay yüz binlerce askeri durdurmuş. Sonra sabahleyin gösteriyor, Tuna donmuş soğukdan, yıkanmak iktizâ eden, kâfir askeri elini yıkamaya korkuyor, bizim askerler Allah korkusuyla, on sekiz karış Tuna'yı kırıyorlar, yıkanmak için, gusül abdesti almaya. "İşte bu îmân sizi mağlûb etdi" diyor. "Bu îmân sizin karşınızda dayandı" diyor. Senin ceddin böyle. Dağ, deniz, tepe hiç, onlara vız gelmişdir. Ateşlere semenderler gibi girmişlerdir, Allah ve Resûlü için. Neden? Îmân kemâlde. Îmân kemâle erdi mi, az da olsan Allah seninle beraberdir. Her kim îmân etdi, o kimse gâlib oldu, muzaffer oldu. Gâlibiyyet kesretde değildir, îmândadır, inançdadır. 

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem söylüyor, "Birbirinizi sevmedikçe îmân etmiş olmazsınız. Allah ve Resûlünü her şeyinizden ziyâde sevmedikçe, hattâ hattâ malından, canından, kasandan, kesenden, her şeyinden ziyâde sevmedikçe, îmânın kemâle ermez" diyor.


Dünyâ ve âhiret saâdetini isteyenler! Dünyâ ve âhiret saâdetini isteyenler, îmânlarını kemâle erdirsinler. Kendilerine çeki ve düzen versinler. Kur`ân'ın boyasıyla boyansınlar. Allah Resûlü'nün ahlâkıyla ahlâklansınlar. Allah'ın ahlâkıyla ahlâklansınlar. Dürüst bir hayât, îmânlı bir ömür, saâdetli bir yaşayışa hazırlan. Belki sâde görünür ama çok lezzetlidir. Hiç bir meyhânede, hiç bir kötü makâmda o zevk bulunmaz. Anlayan için, anlamayan için bir şey yok. Anlayana söylüyoruz. Çünkü her şey kendi bulunduğu mevkiden zevk alır. Senin zevkini değiştirecek değilim ya. Tavsiye ediyoruz. Meselâ gül böceği gülde yaşayabilir, başka yere koysan ölür o.

Hânene ibâdet götür, tâat götür, kulluk götür. Yani Allah'a kulluk, kula kulluk değil. Allah'a kulluk götür hânene. İbâdetli, tâatlı, vakitli ol. Her şeyi yerli yerine koy. Saâdete ermek istiyorsan, hem dünyâda, hem âhiretde.

Ve hazırlıklı bulun. Dâimâ sizlere söylüyorum ve söyleyeceğim de, ölünceye dek. Meselâ bir tayyâreden indin, diğer bir tayyâreye bineceksin, aktarma yapıyorsun, diğer tayyâreyi bekliyorsun, aynı o durumda bekle dünyâyı. Ama, her hocaefendi söylüyor ama işitmiyor konuşduğunu, hiç ölmeyecek gibi çalış. Bunun manâsı ne demekdir? Sen ferdî öleceksin ama senin kavmin, senin milletin, kıyâmet gününe kadar dünyâda kalması lâzımdır, onlar için çalış. Yarın ölecek gibi nefsin için hazırlan.

Güzel bir kıssa, az evvel söylemişdim de, gene size söyleyeyim, mükâfâtını mutlakâ göreceksin. Çalışman lâzım, istikbâl için çalışman lâzım. Kendin için değil, çocukların için çalışman lâzım, vatan için çalışman lâzım, hiç ölmeyecek gibi çalışman lâzım.

Hârun Reşîd geçiyormuş, atıyla beraber. Hârun Reşîd denildiği vakitde, kömürcü Bekir Ağa, Bakkal Reşid zannetme, şarkın en büyük sultânı, Abbâsîlerin en şerefli hükümdârlarından, Abbâsîlerin, Devlet-i Abbâsiyye'nin. Yanında da Cafer-i Bermekî. Bakmış çok yaşlı, ihtiyar bir adam, gözleri görmez, kamburu çıkmış, yer çekmiş kendisini. Eliyle hurma fidanları dikiyor, çalışıyor, yaşlı bir adam, doksan küsur yaşında filan. Halîfenin nazar-ı dikkatini celb etmiş, "Ne kadar harîs bir adam, bu yaşda hurma ağacı dikiyor, artık bunun istirahat etmesi lazım". Atının yularını çekmiş, "Baba, kolay gelsin, ne yapıyorsun bakayım?" demiş. "Oğlum" demiş, "hurma ağacı dikiyorum" demiş. Halîfe gülmüş, "Hurma ağaçları kaç senede meyva verir?" demiş. Demiş, "Şunlar yüz senede verir" demiş, ikinci sırayı göstermiş, "bunlar otuz senede verir, bunlar da on senede verir" demiş. Halîfe, "Peki sen bunlara yetişebilecek misin yemek için?" demiş. "Yooook, iş öyle değil" demiş, "âbâ u ecdâdımız dikdiler, biz yedik, şimdi biz dikiyoruz çocuklarımız yesin" demiş.

Şimdi burada sana bir düstûr veriyorum. "Hiç ölmeyecek gibi çalış!" demek, şahsın için değil o. O, kavmin için, milletin için, dînin için. Kıyâmet gününe kadar dünyâda kalması için çalışman lâzım.

Emîrü'l-mü'minîn çok memnûn olmuş, kendi tebasından bir kimsenin böyle cevâb vermesine. Pek memnûn olmuş, çıkarmış kendisine bir torba altun atmış, ihsân etmiş yani. İhtiyar almış altunu, elini kaldırmış semâya, yüzünü yere dikmiş, demiş, "Yâ Rabbi, başkalarının diktiği ağaçlar seneler sonra meyva verir, benim ağaçlarım daha diker dikmez meyva verdi, elhamdülillah" demiş. İhtiyarın bu sözleri de halîfenin çok hoşuna gitmiş ve çıkarmış bir kese altın daha vermiş. İhtiyar ikinci keseyi alınca, "Yâ Rabbi, daha benim ağaçlarım kemâle ermeden meyva verdi, elhamdülillah" demiş. Sultan, gene hoşuna gitmiş, bir torba daha atmış. Gene ellerini kaldırmış, "Yâ Rabbi, her ağaç senede bir meyva veriyor, benim ağaçlarım daha kemâle ermeden iki meyva verdi" demiş. Bir torba daha atınca demiş ki, "Cafer, buradan gidelim, bu ihtiyar bizi soyacak" demiş. 

Yani hiç ölmeyecek gibi çalışmanın ma'nâsı bu. 

Görüyorum, genç insanlar görüyorm şimdi, zamânımızda, ondan açıldı konuşduyduk, az evvel de aynı kıssa aklıma geldi, size de söyledim, pek hoşuma gitdi. Kırk yaşınd adam tekâüd oluyor. Tekâüd olur mu kırk yaşında adam! Kırk yaşına kadar tecrübe gördü, memleket tecrübesi gördü, vazîfe tecrübesi gördü, asıl ondan sonra ondan istifâde edeceğiz biz. Kırk yaşında tekâüd oluyor! Ben kitapçıydım, çocuk talebeydi, gelip benden kitap alıyordu, geçenlerde gördüm, "Ne yapıyorsun?" dedim, "Tekâüd oldum" demesin mi! Ben kaç senedir çalışıyorum. Yani elli dört senedir çalışıyorum, 30'dan beri çalışıyoruz biz, elhamdülillah. 

Ferdî de, hemen, hemen ölecek gibi. Meselâ bugünkü Cuma namazı benim son Cumam diye kılacaksın namazı. Çünkü İkindi'ye çıkmaya elimizde sened yok. Her nefesin Allah'a zikir olacak ve son nefesim diye düşüneceksin. Zâten böyle düşünürsen fenâlık da yapamazsın. O fenâlık yok mu, o fenâlığın başı, "Ölmeyeceğim, ölüm onlara var, bize yok" diye, yani "ölüm ölenlere var bize yok", öyle zannediyorsun sen. Biz öyle zannediyoruz, kanıksamışız ölüme. Mezarcı gibi. Mezarcı, kendi öleceğini düşünmüyor, ölü bekliyor ki para alsın diye. Öyle olma sakın ha! Her şeyin hazır olsun. 

Evvelâ tövbekâr ol. Tövbesiz ibâdet de kabûl olmaz, haber vereyim sana. Onun için Cenâb-ı Hakk Kur`ân-ı Kerîminde, "et-tâibûne'l-'âbidûn", evvelâ tövbeyi getirmiş, sonra ibâdeti vermişdir. Yani bir adam doktora tedâvi olacak mı, evvelâ perhiz etmesi lâzım, sonra ilaç alması lâzım. Perhiz tutmadan ilaç alırsa, onun için zarar olur o. Meselâ bir adam günahına tövbe etmeden, namaza devâm etse, o namaz onu Allah'a götürmez, Allah'dan uzaklaşdırır. Çünkü halkı kandırır. Namaz kılıyor diye halk ona teslîm olur ve halk felâkete gider ve bir çok insanın itikâdının ve îmânının sarsılmasına sebeb olur. Onun için evvelâ tövbe. Gecede ve gündüzde. Ama tövbe, "Tövbe Yâ Rabbi" demekle değil, o işi terk etmekle, o işi terk etmekle!

Tövbe deyince de aklıma şöyle bir kıssa geldi gene. Konuşduğumuz sözler unutulur da kıssalar bir komprime gibidir, insanın hatırında kalır. 

Bir eşkiyâ reîsi, büyük bir eşkiyâ varmış, yol kesermiş. Fakat li hikmetillâhi teâlâ, kimi soyarsa ismini deftere kaydedermiş, "Nerelisin? Memleketin neresi? Ne iş yapıyorsun?" filan. Bir gün gene böyle büyük bir kervan geliyor, o da yukarıdan keşfediyor kervanı, derbende girsin ki, önünü arkasını kesecekler ve soyacaklar. Bakarken kervana, kulağına harfsiz, cihetsiz bir sadâ gelmiş, mehîb bir sadâ, hâtifden, "Ey kervanı gözleyen göz, seni gören var!" Der demez eşkiyâ reîsi başlamış eli ayağı titremeye. Bir daha, arkasından bir daha ve her şeyi bırakmış hazret. Anlamış ki Allah bir kulunu severse onu kendi tarafına çeker, onun gözüne ibret verir, onun kulağına işittirir, hakkı duyurur, ona kendi esmâsını diliyle zikretdirir, onun gönlüne sevgisini verir, kendisini sevdirir Allah. Bu kadar söyledim, ârifsen eğer anla.

Demiş ki adamlarına, "Bırakın gitsin kervan", gitmiş kervan. Hemen tövbekâr olmuş bu adam ve adamlarını dağıtmış ve elindeki bulunan adreslerle kimi soyduysa gidip kapısını çalıyor, aldığını veriyor ona. En sonunda bir Yahudi kalmış, yüz altun soymuş ondan, fakat para kalmamış, ne olduysa, nasıl olduysa, gitmiş kapısını çalmış. Yahudi çıkmış, kendisine dedi, "Ne istiyorsun?". "Seni filanca yerde soydular mı?". "Soydular". "Ne kadar paranı aldılar senin?". "Yüz altunumu aldılar" dedi. "Sen o adamı tanıyor musun?" dedi. "Tanımıyorum" dedi. "Görsen tanır mısın?". "Tanımam" dedi, "vaktiyle olmuşdu bu hâdise, bundan yirmi beş sene, otuz sene evvel filan". "İşte o adam benim" dedi. "Yaa sen misin! Hadi karakola bakalım". "Ben karakola gitmeğe gelmedim. Bak kendim geldim teslîm oluyorum sana. Ben tövbekâr oldum. Allah bana tövbeyi nasîb etdi, tövbekâr oldum. Şimdi sana geldim, benim bu parayı verecek kudretim yok ama senin yanında çalışayım ben, bana kuru ekmek ver, sana yüz altunluk iş yapayım, ne kadar çalıştırırsan beni. Götürsen beni karakola ne alacaksın? Beni hapsederler, sen paranı alamazsın. Bak ben çalışmaya geldim sana, teslîm oluyorum sana". "Peki öyleyse" dedi, büyük bir yar var, dedi ki, "Bu tepeyi bu yara dolduracaksın, burasını tarla yapacaksın" dedi ama on beş senede dolma diyor, kitâbların beyânına göre.

Büyük veliyyullahdan birisidir, yalnız ismini vermeyeceğim. Mekke'ye gidenler bu zâtı ziyâret etmeden hiç geçmemişler yani. Onun için bazı kimseler var, dar görüşlü olmayın öyle, "vaktiyle bu adam sarhoşdu şimdi evliyâ mı oldu!" filan diyorlar. Bırak o lafları. Öldü. Her gün ölüp diriliyorsun sen, Allah'ın muhyî ve mümît sıfatları var üzerinde senin. "Et-tâibü mine'z-zenbih ke men lâ zenbe leh". Dinliyor musun? Manâsı, günâha tövbe eden, yani terk eden tövbe eden, bir daha yapmamağa cezm ü kasd eden o günahı işlememiş gibidir diyor Peygamber, sallallahu aleyhi vesellem. Kumların sayısınca, denizlerin dalgasının sayısınca günahın olsa, tövbe etdin mi, Allah affeder. Bitdi o kadar. Sakın ümîdini kesme Allah'dan. Allah'a hüsn-i zann et, Allah'ı sev. Allah sevilecek kudretdir, kuvvetdir, öyle bir varlıkdır O.

"Peki" dedi, sabahleyin  kalkdı, kazmayı eline aldı gitdi oraya, dolacak gibi değil, yirmi sene çalıssa dolacak gibi değil. Dedi, "Yâ Rabbi, bu ateşi benim kalbime veren sensin, beni tövbeye davet eden gene sensin, beni hidâyete erdiren gene sensin, ben âciz kulum, ben bunu yapacak durumda değilim. Biliyorsun yâ Rabbi hâlimi, ben bunu nasıl yapabilirim, ihtiyarım, tövbe etdim". 

Yer sallanmaya başladı. Evet, her şeye kâdir u kayyûm olan Allah. Unu kum, un yapan Allah. Suyu ateş, ateşi su yapan Allah. Birdenbire o dağ kaydı ve orasını doldurdu. Allah'a sevgili olursan ne istersen Allah'dan alabilirsin. Halîl ol! Hâliller, Allah'dan istediklerini alabilirler. Habîbler, istemeden alır.  Habîb istemeden alır, halîl istediğini alır.

Gitdi, dedi, "Vazîfem tamam, buyrun, bitirdim işi". Yahudi dedi, "Olur mu öyle şey, alay mı ediyorsun benimle" dedi. Bir de geldi, hakîkaten dolmuş. Fesübhânallah! Yahudi de şaşırdı. Olacak iş değil. Dedi ki, "Doğru söyledin, ben de sana söz vermişdim, seni ben âzâd edeceğim şimdi ama benim ahdım var, sana bir torba altun vereceğim, yüz altun, o altunları benim elime say ki, ben böyle ahd etmişdim, borcunu ödemiş ol. Burayı doldurduğun için ben şimdi yüz altun veriyorum sana, o altunları bana ver ve borcunu öde" dedi. "Olur nasıl istersen" dedi, "helallaşacak değil miyiz?". Bir torba getirdi verdi Hazret'in eline, o da açdı torbanın ağzını, "aç avucunu" dedi Yahudi'ye, "Bismillah" dedi, "Bir, iki, üç, dört,..., doksan dokuz, yüz" altunu Yahudi'ye verdi. Yahudi altunları aldı torbaya koydu, sonra dedi ki, "İslâm'ı arz et bana" dedi. "İslâm'ı bana arz et". O da buyurdu ki, "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûluh".

Burada çok büyük incelikler vardır, onları söylemeden geçiyorum. Herkes kaldıramaz burada câmideki bulunan ihvân u yârânımız, sathî geçiyoruz. Bu "eşhedü" kelimesi şehâdetdir, şehâdet için gözle görmek lâzımdır. Birisini gördüysen ona şehâdet edersin, yoksa mahkemede seni kapı dışarı ederler, öyle şey olmaz. Gözünle görmeğe şehâdet denir. "Eşhedü en lâ ilâhe illallah". Güneş var, a'mâ güneşi görmez. Onun için bu çok mühim mesele. Sen bu kadar söyle kâfî senin için. "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûluh" dedi ve islâm oldu. 

"Neden bu îcâb etdi?" dedi. Dedi ki, "Bu torbayı ben sana verdiğim vaktide, bunun içine ben toprak doldurdum. Altun vermedim sana ben, toprak doldurdum verdim. Neden? Görmüyor musun, koca dağı bu yara indirdi Allah, toprağı da altun yapdı" dedi. Çünkü diyor ki benim okuduğum Tevrat'da, "Bir adam hakkıyla tövbe ederse, tutduğu toprak altun olur diyor" dedi. "Ben de acabâ bu âyet sahîh midir diye bunu yapdım, hakîkaten Cenâb-ı Hakk senin elinden toprağı altun etdi" dedi. Ve İslâm ile müşerref oluyorum deyip islâm oldu.

Ne anladın bundan? Hikâye diye dinleme bunu. Eğer hakkıyla günahlara tövbe edersen, Allah'ın sevmediği şeylere, Allah'ın menhiyyâtına tövbe edersen, tutduğun iş rahmet olacak, dünyâ ve âhiret saâdetine seni erişdirecekdir. Yok, sen kamçı diye yılana yapışıyorsan eğer, zevk diye Allah'ın sevmediği şeylere yapışıyorsan, o kamçı seni bir gün sokacakdır. Bir çok adam gözü a'mâdır, eline aldığı kamçı mıdır, yılan mıdır bilmez, yapdığı işleri, kamçı diye yılanı tutar, gözü a'mâ olduğu için, bir gün o yılan onu sokar,  

Onun için hemen tövbe istiğfâr! Hemen Allah'a kulluk! Gencim, memurum, âmirim demeyeceksin. "Efendim, gündüz işimiz var", akşama kılarsın. Sakın fevt etme! Memur musun, işçi misin? Elin işde, gönlün yârda olsun. Dilin Allah'ı zikretsin, elin iş yapsın bir tarafdan. Allah sevgisini, Allah korkusunu kalbden çıkarma ve hazır dur! O gelici, o gelici, yani âşık ile maşûku birleştirici, yâhud insanları hasret ateşine yakıcı olan o gelici var ya, ona melekü'l-mevt derler, ne vakit geleceği ma'lûm değildir. Onun için Allah'dan kork, ölüm günü için, yarınki gün için ne hazırladın, onu da göz önüne getir bakalım şimdi. Bu kadar kâfî bugünlük.

Yâ Rabbi, gönlümüze muhabbetini, habîbinin muhabbetini nakşeyle. En büyük saâdet ve selâmet, senin muhabbetin ve habîbinin muhabbetini gönüle nakşetmekdir. Zâhirlerimizi şerîat nûruyla nûrlandır. Dilimizi yalandan, gıybetden, kötü söylemekden, gözümüzü hâin bakmakdan, kulağımızı senin sevmediğin şeyleri dinlemekden men et. Biz nefsimize galebe edemiyoruz, senin yardımını bekliyoruz yâ Rabbi. Dilimizi zikrinle süsle. Gözlerimize ibret nimeti ver, ibret ile bakalım. Birine bakalım şükredelim, birine bakalım fikredelim. Kulağımızdan gaflet pamuğunu çıkar, Hakk kelâmını işitelim, hak kulâğı olsun da Hakk kelâmını işitelim. Hak dudak hakkı söyler, hak göz hakkı görür, hak kulak hakkı dinler. Yâ Rab gönlümüzden sevmediğin sıfatları çıkar. Dünyâ metâını ver fakat ona muhabbet verme. Evlâd u ayâlimizi ver, onlara iffet, ırz, nâmûs, vatan sevgisi, insanlığa hâdim olmasını öğret yâ Rabbi. Bizi bu câmiden boş çevirme. Bu ay habîbin Muhammed'in doğduğu aydır, gönüllerimize Nûr-i Muhammediyyeti tulû' etdir yâ Rabbi. Bizleri şâd eyle.  

Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin müstakîm.

Kıl tövbe seyyiâtına gözler kapanmadan
Vaktiyle gör hesâbını defter kapanmadan
Efendi Hazretleri, bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde 9 Aralık 1983(5 Rebîulevvel 1404) tarihinde îrâd buyurmuşlardır. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.
Listeye geri dön