15 Haziran 2021 tarihinde yayınlanmıştır.
Büyük mürşidlerimizden Azîz Mahmûd Hüdâyî Kaddesallahu Sırrahu'l-Fettâhî Efendimiz Hazretlerinin sohbetlerindendir :
بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
Hazret-i Peygamber'i bir alay gavurlar inkâr eylemişlerdi. Hakk Celle ve A'lâ Kitâb-ı Kerîminde buyurur, "Onlar seni inkâr eyledi de ne oldu, lâkin Allah sana inzâl eylediği Kur`ân ile şehâdet eder. Hakk'ın ol inzâl eylediği Kur`ân'a ilm-i ezelîsi de var. Ol ilm-i ezelîsiyle inzâl eylediği Kur`ân'ın şehâdetinden gayrı melekleri dahi şehâdet ederler. İmdi, Allahu Teâlâ şâhid yönünden kâfî oldu".
İsterlerse ikrâr edüp, Hakk'ı birleyeler. Nebî'nin kitâbına, cânib-i Hakk'dan getirdiğine tasdîk edeler, kendileri bilir. Şek ve inkârda olmakla Hakk'a ne zarar edebilirler? Kişinin cirmini ve nûrunu görenler âlem-i inkârda göredururlar. Hiç inkâra mecâl var mıdır? Yarasa dedikleri hayvan gözü görmemekle şemsin nûruna bir halel mi gelir? Yani bir alay a'mâ gavurlar nûr-i basîretleri olmayıp inkâr ve dalâlde oldukları zaman acaba kime zarar ederler?
Bu âyet-i kerîmenin üst yanında, "اِنَّٓا اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ كَمَٓا اَوْحَيْنَٓا اِلٰى نُوحٍ وَالنَّبِيّ۪نَ مِنْ بَعْدِه۪ۚ" yani "Biz Nûh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahy etdiğimiz gibi sana da vahy etdik", diye nâzil oldukda, "Biz şehâdet etmeyiz dediler". Ehl-i şirk, tekzîb eylediler. Hazret-i Habîbullah mahzûn olunca, Cebrâil bu âyeti inzâl eyledi. Habîbini ta'zîm ve tevkîrden ötürü, mahzâ teşrîfen, "Mahzûn olma habîbim, Rabbin sana şehâdet ediyor, ne bî-huzûr olursun" buyurdu.
Hattâ İmâm-ı Ali, Hazret-i Peygamber ile nevâhî-i Ka`be'den taşra giderlerdi, dağlar iki câniblerinden selâm verirlerdi. Cümle eşcâr ve ahcâr ta'zîm ve tevkîr ile nutka gelip selâm verdiklerini işidirlerdi. Hattâ Hazret-i Âişe, "Yevm-i Uhud'dan eşedd bir gün oldu mu ki?" diye suâl edince buyurdular ki, "Akabe dedikleri yere geldikde kavmimden bir alay ehl-i şirk mukâbele ve tuğyânda oldukları zaman Rabbime tazarrû ve niyâz eyledim idi. Üst yanımdan bir bulut geldi, içinde gördüm Cebrâil nüzûl eyledi, "Rabbin sana selâm eder, isterse ol kavmi helâk edeyim", diye söylerken, fi'l-hâl cibâle müvekkel olan melek gelir, nüzûl eder, der ki, "Yâ Nebiyyallah, ne dersen buyur, bu kavm-i dâlleyi ki Hakk'ı ve Habîbini inkâr etdiler, iki dağın arasında helâk edeyim", deyince dedim ki, "Yok, istemezem, şâyet bunların eslâbından ehl-i îmân gele, Hakk'ı ve Resûlünü tasdîk edeler, Rabbimden bunu recâ ederim", diye cevâb verdi ki, anın içün âlemîne rahmet olup, ahlâk-ı hamîde cinsinden cümle hasâis Hazret-i Habîbullah'da hatm olunmuşdur. Ve O'na inzâl olan Kitâb-ı Mübîn, cümle kitâblardan efdal olup, içinde olan me'ânî ve kavâidin cümlesi onda hatm olumuşdur. Cümle kitâbı câmi'-i mübîn olmuşdur. "وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ". Yani yaş ve kuru hiç bir şey yokdur ki Kitâb-ı Mübîn'de olmasın.
İşte bu böyle bir emr-i mukarrerdir. Cümle fezâil Hazret-i Peygamber'de cem' olmuşdur. Cemî' se'âdete miftâh olan sıdk olmuş idi, inkâr ne bitirir? Cümle a'mâl îmâna binâ olunur.
Şimdi cennetin miftâhı Kelime-i Şehâdet oldu. Bir kimse bu Kelime-i Şehâdet'i çok çok zikreylese, şirk-i celîden kurtulur, eline büyük ecir ve sevâb girer, lâkin şirk-i hafîden kurtulmak içün vâris-i enbiyâ bir mürşide muhtâcdır. Hazret-i Peygamber'den sonra verese ila yevmi'l-kıyâm durur ve taraf-ı Hudâ'ya davet ededururlar. Ulemâ ve sulehâ hâlli hâlince neşr ederler. Elbette bir imâma iktidâ gerekdir. Hakk ile âşinâlık edebilirse, enbiyâ ve kümmel-i evliyâ gibi, Hazret-i Peygamber'e iktidâ ve âşinâlık olacak olursa Hakk'a ulaşdırır. Eğer onun ehli değilse, vereseden birine ki gönlü dölene, onun telkînine muhtâcdır.
Sâhib-i terakkî ve derecât-ı âliye sâhibi olayım, tarîkat ilmi ile bâtınım ıslâh edeyim diye sâhib-i himmet olan elbette bir kılavuza muhtâcdır. Hudûd-i îmân ki, "bi kavl-i lâ ilâhe illallah" diye söylenmişdir, îmân-ı gaybîden, îmân-ı 'aynîye ve şuhûda yetişdiren bir kelimedir. Anın içün efdal-i a'mâl olmuşdur. Lâkin yolundan gitmek gerek.
Hazret-i Bayezid'e sual etdiler, "Kelime-i Şehâdet, miftâh-ı cennet oldukdan sonra, bir kimse bunu dese, cennetin kapısını açar. Senin bu kadar çalışmana ne hâcet var, dün ü gün nefsinle mücâhededesin" demişler. Buyurdular ki, "Gerçek, bu Kelime-i Tayyibe'yi diyen kimse cennete girer, lâkin 'âlem-i hikmete bakılıcak, hiç bir şey sebebsiz olmaz. Meselâ zâhir kilidi açan miftâha baksan görürsün ki dendânları vardır. Bir som demir ile kilit açılmaz. Zâhir bunda böyle olıcak, Kelime-i Tevhîd yalnız dil ile denilse kezâlik böyledir. Ya o kelimenin dendânı nedir? Evvelâ helâl lokma ile pâk olmuş birinden gerekdir. Sâniyen hıkddan ve hasedden, vesvese ve şekden hâlis bir kalb lâzımdır. Ve kizb ve mâlâyaniden pâk olmuş bir lisân gerekdir. Bu üç dendân ki bir insanda buluna, işte o kimse, "Men kâle lâ ilâhe illallalah dehale'l-cenne" Yani "Kim lâ ilâhe illallah derse cennete girer" sözünün ehli olur. Bu şerâit ki buluna, vâki' de öyledir. Fe-emmâ bu ne ile hâsıl olur? Bu Kelime-i Tayyibe'yi çok çok zikr ile Hakk'ı şuhûd etmeğe başlar. Îmân gayb mertebesinden, 'ayân ve şuhûda varır. Îmândan ihsân mertebesine ki, hadîs-i şerîfde zikr olunmuşdur, "İhsân Allah'a seni görüyormuşçasına ibâdet etmendir, sen O'nu görmüyorsan da O seni görmekdedir".
Ehl-i hevâdan biriyle bir hâtûn pazarlaşırken bir azîz üzerlerine rast gelir, der ki, "Yâ hâtûn, ne verdi şu sana?", "İki akça", "Ben beş vereyim, gel gidelim" der. Meğer azîzin murâdı irşâd idi ki ol hâtûn fiil-i şenîden vazgeçe, tâib ola. Hâtûnla anlaşdı, evine getirdi. Namaza durdu. O ibâdetle meşgûl olunca, hâtûn "Behey adam, beni niye getirdin, maslahatın ne ise gör, varayım gideyim" demeye başladı. Gör ne buyurur azîz, "Hâtûn, şimdi kadının önüne iki şâhid varsa, şehâdet edüp, şöyledir dese, ol kadı hükmeder mi?". "Eder" dedi. "Eğer iki şâhid daha olsa, bu kerre dört olıcak, ne olur?". "Hiç tevakkuf eylemez, onun işi tamam olur" dedi. "Ve yine ol hâkimin ilmi dahi olsa, nice olur? Hiç gayrı çâre var mı? Elbette hüküm mukarrer. Öyleyse hâtûn, biz bu fiil-i şenîyi işlersek, bir kâtib sağ yanımızda var, bir kâtib de solda, oldu mu iki şâhid. Kezâlik iki dahi sende var. Bu halkdan hafî ise de Hakk'dan hafî ve mestûr değil, Basîr, göredurur. Nice irtikâb edebiliriz?" deyince insâfa geldi, tövbe ve nedâmetine sebeb oldu.
Eğer hakîmâne tutmasa, ol bir uğurdan "etmen bu fiili" dese, ehl-i hevâya ve ehl-i nefse nice tesir ederdi? Her nesne yolundan olmuş oldu. İmdi ya neden bu kadar ehl-i masiyet isyân ve tuğyânda ve muhâlefetde oldukları, Hakk'ı şuhûd edemediklerinden, her yere hâzır bilemediklerinden oldu. Mü'mine lâyık olan, enbiyâya ve evliyâya ve sulehâya iktidâ eyleyenlerin gösterdiği tarîk ne ise ona gide. Sıdk ve şehâdet ede.
Marûf-i Kerhî Cuma günü idi, camide namaz kılardı, duâ olunmadan kalkdı gitdi. Bir münkir var idi, tarîk-i meşâyihe ve sôfiyyeye inkâr üzere idi, Şeyh'in kalkıp gitdiğini gördü, "İşte şeyh denilenin dahi hâli böyle, eller namazdan dahi taşra çıkmadan, bu kalkar gider. Ondan nasıl şeyhlik olsun? Bir kerre ben şunun ardına düşeyim" dedi ve Şeyh'in peşine düşdü. Şeyh pazara geldi, biryan ve helva aldı. Ol münkir, bu kerre dahi ziyâde inkâra düşüp, "Gördün mü sôfînin mürâîliğini, gönlü ne özlemiş?" Ancak daha güzelini çıkarayım diye ardına düşdü. Şeyh sahrâya doğru gitdi. Münkir "Bre mürâî" diyerek Şeyh'in ardınca bir köye yakın geldi. Ol elindeki taamı yemedi. Gele gele ol köyün mescidine girdi. Bir hasta oturur, ona o biryanı ve helvâyı yedirdi. Onu görünce, münkirin gayzı izâle oldu. Başladı bu kerre, "Hele nefsi murâdı içün değilmiş, lillah imiş" dedi ve Şeyh'i kodu gitdi. Meğer o vardıkları köy şehirden beş on günlük yol idi, Şeyh'in ardına basarak bile gelmiş idi. Suâl eyledi, "Bu ne köydür?", "Filan köy" dediler. "Şehre ne kadardır?" dedi, "Bu kadar günlük yoldur" deyince, "Ya ben yalnız nice gidebilirim?" derken, "Haftada bir pazarı olur, bu pazarından öbür pazarına varınca katlanırsın", dediler. Bu kerre yalvarmaya başladı, ol hastaya dedi ki, "Kerem eyle, Şeyh'e beni dilek eyle, beni makâmına iletsin". O kimse eyitdi ki, "Ya niçin bu tâifeyi inkâr edersin, etme". Bu dahi tövbe istiğfar eyledi.
Ebû Imrân derlerdi bir kimse var idi. Evliyâdan Şeyh Ebû Medyen'in hulefâlarından idi. Şeyh-i Ekber Hazretleriyle pîrdeş idi. Rahimehümüllahu teâlâ. Ol kimse buyurur, "Bir gün Cebel-i Kâf'a seyretmek murâd edindim. Kalkdım gitdim, duhâ vaktinde eteğine vardım. Duhâ namazını onda kıldım. İkindi vaktine değin zirvesine yetişdim. Kıyâsen geldiğim yol üç yüz yıllık yol vardı ve yüksekliği dahi ol kadar gördüm. Cebel-i Kâf'ı muhît olan ejder bana selâm verdi. Şeyh Ebû Medyen'in hâlinden suâl eyledi. Dedim ki, "Sen bilirsin, Şeyh Ebû Medyen kimdir". Cevâb verip dedi ki, "Şeyh'i bilmez kimse var mıdır aceb?". Yani evliyâsını böyle mahlûkâtına bildiren Mevlâ, enbiyâsını nice bildirmek gerekdir? Cümle mahlûkâta kâffe-i enâma seyyid olan Habîbullah'ı nice inkâr edebilirler?
İmdi, inkâr ikidir. Biri vardır ki ezelî ve ebedî inkâr eder kalır, Ebû Cehil gibi ve onun ahzâbı gibi, neyleyelim onları. Biri dahi budur ki hicâbı keşf olmamakla nûr-i basîreti olmaz, giderek bir gün hidâyete erişip bir nazara düş olur. Deminden zikretdiğimiz gibi inkâr çukurundan halâs olur. Nûra vâsıl olur.
Bir kimse bir yere giderken bir arslan dedikleri hayvan çıkagelir. Kaçar, önü sıra giderken nâgah bir kuyuya düşer. Baksa göre bir ayı dedikleri hayvan bundan evvel o kuyuya düşmüş. Fi'l-hâl arslan sultân-ı vuhûş olmakla gayretinden şikârın ele getirmek ister. Ârından getirir kendini ol kuyuya atar. İster ki, bu kimseyi helâk edip gıdâ edine Bu kerre ayı hâl diliyle söylemeye başlar, "Şimdi bunu paralayıp yesek ne olur, ha şimdi karnımız doyursa ne biter. Bundan çıkabilmek gerek ki, helâk olmayalım. Zürriyet-i âdemin bildiği tedbîri hayvanât bilmez. Bizim necâtımıza sebeb olsun, işâret edelim bir çâre bulsun, bizi bu ezâdan kurtarsın" diye pend ü nasîhat etdiği gibi, fi'l-hâl ol ikisinin necâtına sebeb olur.
Yani bu ne demekdir? Mü'min nefs-i emmâre çâhına düşdüğü zamanda ekl ve şurba mübtelâ olup mukteziyyâtın vermeyecek olursa ve dâhilinde olan nefsini ıslâh edebilirse, "şimdiki hâlde kuvvet-i gadabiyye ile yârenlik edersen selâmete çıkamazsın, akl-ı hâlise mütâbeat eyle" diye pend edebilirse, ol akabeden Hakk Celle ve A'lâ onu ihrâc eder. Eğer mukteziyyât-ı tabîata ve şehevâta ve lezzâta tâbi olup da nefsin sıfat-ı zemîmesin bunda iken tathîr edemeyecek olursa, bu icmâl âleminde ne fâide eder? Ha, kendi bilir, kime ne zarar.
Şeyh-i Ekber Hazretlerinin bir kimse bazı te'lifât-ı tasnîfâtına nazar-ı inkâr ile bakardı. Anlamadığından ol çukura düşmüş idi. Bir gün Şeyh-i Ekber Hazretleri ona, "Behey kişi, iki saadetden mahrûm olmak ne musîbetdir. Evvelâ evliyânın hâliyle hâllenmeyüp ol devlete nâil olamazsın, bâri onlara muhabbetden kalma, bu ne hüsrândır, hayf değil midir?" deyince, ol kimseyi evvelki hâlinden kurtardılar, ikrâr nûruna yetişmesine sebeb oldular. Hakk Sübhânehû ve Teâlâ cümlemize inâyetler ve hidâyetler eyleye. Âmîn, Yâ Muîn.
Zât-ı bî-çûnun mekânlardan münezzehdir senin
Pes seni ya kande bulsun ağlayıp feryâd iden
Kasr-ı kurba irgürüp ihsâna mazhar olmağa
'Âşıka varlık cibâlin kesdirip Ferhâd iden